Gözlerimi sen ört -1
Tatil yeri tıpkı terk ettiğin şehir gibidir. Kurtulmak ve umut etmek için uzandığın ellerin, hep bir başka imkânsızlığa, bir başka umutsuzluğa çarpar.
Şehirde gidecek bir yerin kalmamıştır artık. Sen sınırlarını aşmaya çalışırken, sınırlar seni kendi içine kapatmıştır. Her yer aynıdır. Hayal kırıklığının sesi bile... İçindeki yabancının sesini susturamıyorsundur, bir türlü. Çünkü hep ister o; hep korkar, hep yansır, yeni imkânlar için. Senin kanın başkalarının bencilliğini, başkalarının kanı senin bencilliğini çoğaltır durmadan.
İçindeki yabancıyı burada bırakıp uzakta bir yerde bir başkası olmak mümkün müdür acaba? Arzulamaktan ve sonra hep küçük düşmekten yorgun düşen bedeninde varolmaya çalışmak, acı vermeye başlamıştır artık. Şehrin gözlerinden yorgun düşmüş bedenini, masum ve dingin bir bedenle değiştirmek mümkün müdür? Oysa şehirde kimlikler ve bedenler birbirine karışmıştır. Her şey olmak isterken karanlık bir denizde, hiçbir şey olmuşsundur.
Sahi, artık kimler selam vermiyor sana? Kimler yollarda görmezlikten geliyor seni? Çoğalmak isterken, nasıl da azalıyorsun bir bir... Şimdi git evine, dön o ışıksız yalnızlığına ve düşün, kimi, ne zaman ve niye kırdığını. Sonra hırsını alama, saldır onlara, seni nasıl kırdıklarını, sana nasıl kabalıklar, kötülükler yaptıklarını geçir bir bir aklından. Nafile, çözüm bulamazsın hiçbir soruna... Merkezinde değil-sindir bu hayatın. Hem artık bir merkezi de kalmadı bu hayatın. Doğruyu bilen yok. Herkes savruluyor. Sen de savruluyorsun. Ömründe gerçek bir izi, anlamlı bir sesi olanları tutmaya çalışıyorsun. Olmuyor, tutamıyorsun... Belki onlar da seni tutmaya çalıştı; belki sen de onların elinden, gönlünden kaçıp gittin. Belki sen de onların sana en muhtaç oldukları bir anda, savrulup gittin.
Gece, uykunun arasında en çok bunlar takılıyor aklına. "Nereye gidiyorum?" diyorsun, "Nereye? " Ben nereye, dostlarım, yakınlarım nereye? Yanlış nerede? Kim eksik, kim fazla? Zaman hızla tükeniyor oysa. Bir kez daha eksik kalan şeyleri konuşsak... Söylenmemiş şeyleri... Yalanları geri alsak... Bolca özür dilesek…
Pişmanlık duysak... Sonra yeniden birbirimize eksiksiz sarılsak... Kimse onursuz kalmasa... Kimse yalnız, itilmiş ve kırgın kalmasa... Herkes hakkını alsa bu hayattan... Peki, neden ses vermiyor çekip giden? Neden kabalık edip inciten, bir kez olsun, "Gel konuşalım, gel seni incittiğimi düşünüyorum, gel sana sarılayım!" demiyor? Nedir bu, derin suskunluk? Nedir, onca gürültünün içindeki bu yaralayan sessizlik? Nedir, onca vaadin, onca umudun içindeki bu sonsuz unutuluş?
Sana mı kaldı, onca yarayı kapatmak? Onardığın her yara, seni içine çekiyor fark etmedin mi? Her yara, yaklaşan her umudu içine gömüyor. Kime sarılsan, seni binlerce insanın birlikte derinleştirdiği boşluğuna çekiyor.
Aklını sustur biraz. Deliliğe çevir kalbini. Her şeyi yeni baştan hatırlamak için, bildiğin bütün doğrulan unut. Kendini korumak için, sana öğretilen her şeyi unut. Çıldırasıya unut! Hatta acı ver bedenine, kötü davran ona... Bütün beklentilerinle alay et. Umutlarını, basit, kötü, komik bir uçurtma yap. Sokak çocukları bile alay etsin seninle. Rezil et kendini, ona buna. Herkes senin aleyhinde konuşsun. Adını, yerlerden, çöplerden, unutulmuş mezarlardan topla...
Kiraladığın evlerin birinde, daha önceki bir kiracı evin ortasına kendini asmış olsun mesela. Yapacaklarını unutup kendini asan o adamın yakınlarını ara. Hayatına o hiç tanımadığın, o hiç görmediğin adamın yarım kalmış, öfkeli ömründen yeniden başlamayı dene. Öyle suçlu, öyle boşluklarla dolu ki ömrün, bu suçu dindirebilmek, bu boşluğu kapatabilmek için, en dipteki, en umutsuz kimse onun gözerine bak ve onun gözlerinde temize çek hayatını.
Temize çekilmezse hayatın, bil ki şehir seni sonsuza dek yenmiştir. Sen sınırlarını aşmaya çalışırken, sınırlar üstüne kapanmıştır. Bunu hissettiğin an, onca kalabalığın, onca sesin ve vaadin arasından o ıssız kalbine doğru koş. Beceriksiz, yetersiz ve dilsiz kalbine... Seni kim çok sevmişse, ona... Seni kim böylesine sevgisiz, böylesine umutsuz bırakmışsa, ona...
Çok mu umutsuz kalbin? Çok mu sessiz, çok mu yabancı? Sana hep yenilgilerini mi hatırlatıyor? Sana hep yanıtı olmayan sorular mı soruyor? O zaman tatile çık! Çok istiyorsan, onu, o içindeki yabancıyı burada bırak ve tatile çık... Onu gittiğin yerde hiç anmayacağına söz ver. O yanıtı verilmeyen sorularını oradayken hiç sormayacağına söz ver. Evet, ağırlaştın burada, durmadan dibe çöküyorsun. Burada hiçbir sorunun yanıtını bulamıyorsun. Gittiğin yerin buradakinden farklı olduğunu düşünüyorsun. "Her şey yepyenidir, orada," diyorsun. Belki bambaşka bir kimlik, belki dingin ve masum bir beden bulursun kendine orada, belli mi olur?
Öyleyse sustur onu ve unut burayı. Sustur ve artık seni yaralamasına izin verme. Hem gittiğin yerde yaralarını sarar doğa, kalbini avutur şehirden uzak yaşayan insanlar. Yıllardır hazla ürpermiyorsun. Belki bir bakışla hatırlarsın, yeniden ürpermeyi. Gittiğin yerde, anlar seni doğanın içindeki kirlenmemiş insanlar. Orada, hiç çaba harcamadan yaralarını sarar, yeniden doğarsın.
Burada kalplerini derinden etkilediğini sandığın insanlar seni bir daha hiç aramadıysa, bu kendi yanılgılarıdır; orada koylar nasıl bakirse, ay ışığı ne denli berraksa, insanların kalpleri de öyle bakir, öyle berraktır diyorsan, git o zaman, bir an önce oralara git...
Oysa gider gitmez anlarsın, ömrün senden önce gitmiştir oraya. İçindeki yabancı, senden önce... Ve bu seni sınırlayan şehir, senden önce gitmiştir oraya. Sen yanıtsız sorularından kaçarken, o sorular ilk haliyle seni bekler. Kalındır urganları ömrünün; sen kendini unutamazsan, o seni daha acımasız, o seni daha umutsuz bekler. Burada, yaşadığın ve direndiğin şehirde ertelediğin her soru, gizlediğin her resim, daha derin bir yara, daha çözümsüz bir soru olarak karşına çıkar orada.
Gittiğin her yerin bir zamanı vardır. Bakir koylar belli bir zamanda terk edilir. Ay ışığı berrak değil, parayladır. Tatil kendinden kaçış değil; her saati borcuna yazılır. Âşık olduğun kız, gündüzleri durmadan kolye yapmak zorundadır. Birlikte içtiğiniz her akşamdan sonra ertesi gün biraz daha fazla çalışması demektir. Bütün bağlardan, sınırlanmışlıklardan kurtulduğunu sandığın, artık yırttı, dediğin arkadaşın, oradaki esnafa tepeden tırnağa borçlu ve durmadan açık veren birisidir. Seni oraya beklerken, o orayı çoktan tüketmiş birisidir...
Tatil yeri tıpkı terk ettiğin şehir gibidir. Kurtulmak ve umut etmek için uzandığın ellerin, hep bir başka imkânsızlığa, bir başka umutsuzluğa çarpar. Hesapsızlığa gitmiş-sindir oysa. Sınırsızlığa... Oysa kime sarılsan, sınırlıdır parası, sınırlıdır umudu. Bir geceliktir çılgınlığı... Uzak adalara bakılıp iç çekilir, garson hesabı getirdiğinde birden herkes suskunlasın Gelecek kış düşünülür, o kışta yaşanacak sefil kaçışlar, zavallı saklanmalar düşünülür.
Önceleri yitirdiğin her şey oradadır sanırsın. Çocukların ve köpeklerin saflığına kanarsın. Orada ne görsen, kime dokunsan, alıp geriye getireceğini sanırsın. Oradan getirdiğin her şeyin, yaşadığın şehri biraz daha yaşanılır kılacağını düşünürsün. Ve bunları düşünürken, saatlerce öpüp kokladığın bir bebek ya da kimsesiz bir sokak köpeği ansızın sana benzer. Tatilde, o her şeye uzak sandığın yerde, kurtulmak için sarıldığın her şey bir türlü unutamadığın şehrine benzer. Kendinden kurtulmak için sarıldığın her şey, o bir türlü unutamadığın yabancı, kendine benzer.
Burada kendini kimseye anlatamamışsan, orada da kimseye anlatamazsın. Sadece boşluğa akar sevgin, boşluğa akar yetim sevincin... Doğa kutsaldır; seni, o boşluğa akan sevincini görmesi için ona bakarsın. Bir andır sadece, muhteşemdir ama bir göz kırpması kadar bir andır. Sonra o da uzaklaşır, o da soyutlar kendini sana, o da imkansızlaşır; tıpkı o çok sevdiğin dostların gibi, tıpkı elini uzattığın şehir gibi, tıpkı bin bir soruyla, dibe batan kutsal ömrün gibi; o da uzaklaşır... Şehirde de, kaçtığın doğada da her şey hep bir andır. Görünür ve kaybolur. Vardır, bilirsin, o yüzden terk edemezsin; o yüzden aşağılanmayı ve karşılıksız umudu sineye çekersin. Ölmek ayıptır, yaşamak ondan da ayıp...
Bir an için kendini unutup insanları gözlemeye başlarsın. Barlar sokağında herkes kendince bir kaçış yaşıyor-dur. Sonra kıyıya pahalı tekneler yanaşır. Otogara, yeni giren otobüsler yeni yolcular bırakır. Herkes bir şeye açtır. Kendisinde olmayan, bir kış boyu özlemini çektiği şeye... Herkes en cüretkâr giysileri giyip en kimsesiz yüzünü takınır ve kent merkezine inmeye başlar. Onları bu gidişten kimse durduramaz. Herkes kendisini, bütün doğrularını unutup merkeze inmeye çalışır. Herkes orada kendisini en iyi, en güzel, en kusursuz hissedeceğini sanır. Sanki merkezde ebedi ve şifa veren bir ateş yanmaktadır da o ateşe sürünen herkes yalan ve eksik hayatını doğrulayıp temize çekecektir. Ve herkes o ateşi bir başkasında arar. Kıyıdakiler lokantada yemek yiyenleri, lokantadakiler arabalarıyla geçenleri, arabadakiler yolda piyasa yapanları, yolda piyasa yapanlar gece kulübündekileri gözler, zehirli bir arzuyla. En mutlu kimdir, kimdir en büyük hazzı alan? En çekici, en güzel, en zengin kimdir? Bu sorular bir türlü bitmez... Bu zehirli arzu usulca derin bir hasete bırakır yerini. Başkalarını küçük düşürmek için dışarı çıkanlar, her an küçük düşmeye hazırdır. Merkezdeki ateşe koşanların kalpleri, yetersizliğin ve geç kalmışlığın o kirli hüznüyle bir anda soğumaya başlar. Bu küçük düşmeler, bu soğuyan kalpler, yüzlere küstah ve uzak bir bakış gibi gelip yerleşir. Herkes birbirini çılgınca merak etse de, kimse kimseyi umursamıyor-muş gibi yapar.
Ve farkında olmadan sen de kapılırsın bu akışa, bu soğumaya; kendini unutup başkalarını seyrederken içindeki hüznü kimsesiz bırakırsın. Bu yüzden gitgide basitleştiğini, ruhunun gerilediğini düşünürsün. Ve bir süre sonra hoşuna gider bu basitleşme, bu herkes gibi olmak. Ruhunu dinlendirmek için, hüznünün üzerine kirli bir unutuş örtüsü örtersin...
Ve sonra herkesin oynadığı oyuna sen de katılırsın. Mutlu görünme oyunudur bu. Her şey harikadır burada. İnsanlar çok keyiflidir. Doğa muhteşemdir. Eğlenceler çılgıncadır. Sanki biraz çaba harcasan, kendinden, içindeki yabancıdan kurtulman an meselesidir. Yüzünü mutlu görünme oyununa göre ayarlarsın. Baktığın, dokunduğun, kokladığın her şeyden çok farklı bir tat alıyormuş gibi olmalıdır yüzün. Şaşarsın yüz kaslarının bu kadar çabuk değiştiğine...
Ama zaman geçtikçe yüz kasların yorulur. İçindeki acıyı saklayamaz olur. Hayır, insanlar çok da keyifli değildir, burada. Eğlenceler aptalcadır ve boşluk doldurma çabasıdır. Doğa, herkesi içine öyle kolay kolay almaz. Mutlu görünme oyunu çok yorucudur. Hüznün üzerindeki o kirli örtüyü, gizli bir utançla kaldırırsın. Bu örtüyü kaldırır kaldırmaz, geçmiş, unutmak istediğin her şeyle birlikte gelir. Hüznünle birlikte içindeki yabancı da uyanır. Böyle görünmek istemezsin kimseye. Bu acını yansıtan yüzünle görünmek istemezsin kimseye. Hem, mutlu görünmek böyle yerlerde zorunludur. Bu zorunluluğa uymayanlar, mutlu görünenler tarafından küçümsenip, dışlanır.
Sen de bakir koylara kaçarsın. Acınla ve yitirdiklerinle kimse arana girmesin diye, doğanın kollarına sığınırsın. Ama ne yapsan nafiledir. Sığındığın koylara yanaşan teknelerden, kaçtığın şehrin şarkıları hoyratça saldırır sana. O duymak istemediğin sesler, o bayağı gürültüler, saklandığın ay ışığı gecelerinde bile bulur seni. Şehrin insanı o zehirli arzusuyla doğanın en gizli, en mahrem yerlerini bile keşfetmiştir. Geriye bir tek aşk kalmıştır. Onu bu zehirli arzulardan, güç ve zenginlikle büyülenmiş hayranlıklardan ne kadar kurtarabilmişsen, o kadar kalmıştır. Gündüzleri kolye yapan sevgilinle, bir pansiyon odasına kapanırsın. Sevgilinin kollarından başka sığınılacak bir yer kalmamıştır sanki. Kendini ait hissettiğin tek ülkendir, artık onun bedeni.
Her orgazm, küçük bir ölümdür oysa. Büyük ölümü her erteleyişinde, bu küçük ölümlere sığınırsın. Ve bu küçük ölümleri birbirine ekleyerek yaşamak istersin artık. Hatırlanmamak ve hep unutabilmek için. Ama başaramazsın... Derin sarsıntılarla o küçük ölümü yaşarken, biraz önce odanıza şişe suyu getiren kominin o buruk, o yaslı yüzü gelir aklına. Böyle bir anda bu yüz neden giriyor aklıma, diye kızarsın kendine, hayıflanırsın. Ama kaçamazsın o yüzlerden. Ve unutamazsın suçlu olduğunu. Küçük ölümlerin bile unutturamaz sana, aslında hep şehirde kaldığını. Şehirde nasılsa sevişmelerin, burada da öyledir.
Buraya peşinden getirdiğin şehirde açlık vardır, yoksulluk vardır. Onca yoksulluk varken, sen de aynı acı ve kırık seslerle boşalırsın. Küçük küçük ölerek kaçamazsın suçlarından.
Bu yüzden gittiğin her yer, kirli bir hüzün, her yer eksik bir ölüm olur. Gittiğin her yer, o yaban, o uyumsuz, o durmadan kanayan kendin olur. Gittiğin her yer, kendinden kaçan ama neyin hasretini çektiğini bilmeyen o yabancı kendin olur. Gittiğin her yer, gördüğü her şeye özenen, gördüklerine özendiği her anda yine o eksik, o yaralı kendini özleyen, gördüğü her şeyde yine de o asıl kendini özleyen, geldiği yeri özleyen, o yaralı kalbin olur.
Ne yaşarsan yaşa, içinde o yaralı kalbin olmuyorsa, kendini yaşamamış sayarsın. Yaşadığın neyse ve içinde hep o yaralı kalbin varsa, bu yüzden hep geri dönmeyi özlüyorsan, sen benimsin demektir. Ve daha yaşacağımız çok şey var demektir. Sen beni tanıyorsan ben de seni tanıyorum demektir.
Sonra bir otobüse binersin. Otobüs seni kaçtığın şehre geri götürsün diye... Kuzu kuzu binersin o otobüse... Otobüsün basamakları, terk ettiğin tatil kentinin en ücra köylerindeki yollara benzer. Ayağında sandaletler vardır. Sanki, yere basıyor gibisindir. Sanki, kral mezarlarına... Sanki, kutsal yollara... Ayakların sanki, geri çeker seni... Beynin ise başka yere... Sandaletli ayakların, seni geri çeker, beynin geldiğin şehre.
Sonra bindiğin otobüs, gecenin bir saatinde mola verir. Otobüsün mola verdiği yerin hemen yakınında, sislere gömülmüş bir orman vardır. Bir an ormana doğru koşmak, içinde kaybolmak istersin. Ama yapamazsın... Otobüs yolcularını geri toplarken, sislere gömülmüş ormanda kalır düşlerin. Bir an kalbin çok acır. Bundan böyle hayatındaki her şeyin aynı olacağını düşünürsün. Kaçtığın ve yine geri döndüğün yollarda düşlerini bıraka bıraka yaşayacağını...
Çünkü nereye gidersen git, elbet bir gün dönersin. Gittiğin yerde seni kimse tanıyamaz; döndüğün yerde de ya eksik sevilmişsindir ya da yanlış... Bırak, biraz daha uyusun içindeki yabancı. Şehre daha çok var. Bırak biraz daha uyusun.
***
Odamda bir başınayım ve ne yapacağımı bilmiyorum. Günlerdir dışarıya çıkmadım. Hiçbir şey bana heyecan Vermiyor. Her şey cansız sanki... Her şey yavan ve tatsız... Birazdan dergiden arayıp bu haftaki yazımı getirmemi isterler. Oysa yazdığım falan yok. Çünkü sadece onunla doluyum. Dopdoluyum. Yazmak ona ulaşmak içindi, onu bulmak içindi. Şimdi buldum onu... Aradığımı buldum. Ama o yok ortada... Tanrı yok... Hem var, hem yok...
En son aradığımda benimle uzun konuşamayacağını, uzak bir yerden misafirlerinin geldiğini söylemiştin.
‘’ Seni özledim, biraz konuşalım,’’ dedim. ‘’ Sesini özledim,’’ dedim.
‘’Ama rahat değilim konuşamam,’’ dedin. Sonra... Sonra... Ne zaman sonra... ‘’ Yarın aramaya çalışırım,’’
Dedin. ‘’Yarın!’’ öyle kolay söyledin ki deliye döndüm hırsımdan. Oysa ben hiçbir zaman Tanrı olamadım.
Hiçbir zaman yarının geleceğinden senin kadar emin olamadım. Birine deliler gibi aşıkken, yarınlar hep çok uzaktı bana.
***
Hiç sevmemiştim o sokakları ben...
Yerlerdeki ıslak tellere basarak yürürdüm. Sokağın sonundaki karanlık daha iyiydi evlerdeki o yoksul ışıklardan; daha iyiydi gökyüzüne doğru açılan kirli arsada ateş yakıp konuşan o karanlık adamlar. Suskun bir çocuktum ben. Çok suskun. Öyle sıkılırdım ki evlerden ve insanlardan... Konuştuğum zamansa, çoğu kez yalan söylerdim. Yalan, benim için kaderimle oynamaktı, kaderimi değiştirmek istemekti...
Oysa burada gerçekler, kabullenmekti her şeyi. Doğup büyüdüğüm ve kaderim olan bu sokakta her şey, susup beklemekti. Oysa öyle bencil, öyle hırslıydım ki yaşamın sınırlarını sonuna dek zorlamak, parçalayıp geçmek, adımdan söz ettirmek, doğduğum sokağın kaderini değiştirmek isterdim hep... Dayılar mevlüt dinleyip rakı içerken, babalar küçük kızlarının tecavüze uğramasından korkardı... Kimi suskun adamlarsa, sokaklarından geçen küçük bir kıza ellerinde olmayarak tecavüz etmekten delice korkarlardı. Emekli ve hoşsohbet amcalar, kucaklarına aldıkları yeğenleri ile ilgili akıllarından kötü bir şey geçmesinden korkarlardı. Ne kadar kötüydük bilmiyorum ama bu sokakta korku birleştirirdi insanları... Burada insanlar kötülüğü, sokağın sonundaki o gökyüzüne doğru açılan kirli arsada geceleri toplanan adamlara yüklemişlerdi... Burada insanlar kötü biri olmaktan, öyle sanılmaktan, adlarının çıkmasından, oradan daha yoksul bir sokağa taşınmak zorunda kalmaktan, çıldırmaktan, kendisine hâkim olamayıp birisine tecavüz edip onu öldürmekten hep korkarlardı... Hep korkarlardı...
Büyüklerimizin görevi, çok iyi bildikleri bu kötülüklerden korumaktı bizi. Karşılığında, bizler onları sevmekle yükümlüydük... Onları istedikleri gibi sevmezsek ya tecavüze uğrayacak ya da öldürülecektik... Yok edilmemek ya da tecavüze uğramamak için, örnek çocuklar olmaya çalışırdık biz de... Dünyanın en yalnız, en incitilmiş örnek çocukları!.. Patlayıcı bir madde gibi taşırdık sevgilerini... Kaygı dolu, ürküntü dolu bir sır gibi taşırdık... Okuduğumuz yoksulluk romanlarında, gözyaşlarıyla seyrettiğimiz Türk filmlerinde anlatılan savrulmuş insanların hayatlarından daha berbattı hayatımız aslında, ama gösteremediğimiz, birbirimizin derdine yeterince eğilemediğimiz için, bu filmlerdeki kahramanların hayatlarına ağlardık doyasıya...
Aslında birbirimizi çok sevmek istiyorduk ama nedense çok utanıyorduk bundan ve hep erteliyorduk. Sokağın sonunda o gökyüzüne açılan arsadan geriye, yine o sokağa, yoksul ışıklı evime dönerken, içimden hep şu geçerdi: "Eve gidince, onları daha çok seveceğim."
Ama eve dönüp kapıdan içeri girince, evdekileri görünce hemen vazgeçerdim onları sevmekten. Odama geçer, günlüğümü açar, bugün onları çok sevmek istediğimi, bunu şimdilik başaramadığımı ama çok kısa zamanda başaracağımı yazar, o akşamın tarihini atardım... Onlarla aramda, odamın duvarı vardı sadece. Ve onlar salonda otururken, ben odamın duvarının arkasında onları bir gün çok seveceğimi hayal eder, o günleri ve o sevgimdeki onları özlerdim...
Yavaş yavaş değil, birdenbire olmalıydı her şey. Patlama halinde. Onlara duyduğum sevgiyi öylesine biriktirmeliydim ki o an geldiğinde, her şeyi, bütün işlerimi bırakıp o sevgiyi yaşamalıydım. Bu yüzden hiç acele etmiyordum. O sevgiyi biriktiriyordum içimde. Bu biriktirmeyi onlara hiç belli etmiyordum. Sevgim birikip ansızın içimden taştığında, çok şaşırsınlar diye... Bu yüzden onlarla beraberken, sanki onları hiç sevmiyormuş, hatta onlardan bıkmış gibi yapıyordum.
Hem şaşırtmak, sevmenin en güzel hali değil miydi?... Yıllar, böyle geçiyordu... Yıllar, susarak, gizleyerek, kızıl bir cinnetin eşliğinde geçiyordu... Sokaktaki babaların çoğu, aslında işlerinde çok dürüst olduklarını, kendilerine rüşvet teklif edildiği halde almadıklarını, kötüye uymadıkları için ya işlerinden atıldıklarını ya da istifa ettiklerini söylüyordu... Bu yüzden, bizim sokağın babaları, dünyanın en tutucu devrimcileriydiler... Onlara göre, bu düzende iyi insana yer yoktu... Bu düzen, böyle gitmezdi. Düzene karşı olduklarını ve kendilerini daha iyi anlatabilmeleri için her akşam içmeleri gerekiyordu. İçmek, onlar için en büyük başkaldırıydı.
Bazı geceler, alt katta oturan ve geçimini sahte pasaport yapıp satarak kazanan Ahmet Amca ve karısı, bize içmeye gelirdi. Ahmet Amca, babamla ülkenin kötü gidişatı üzerine konuşurdu ve bu ülkede insanların ne kadar güvenilmez olduğunu. Kimi geceler, gözleri kaçak votka yüzünden kör olan, Önder Ağabey de gelirdi. Yok, bizim sokakta yapılmazdı kaçak votka. Uzak semtlerdeki, bizim sokağa benzeyen sokaklarda yapılırdı... Herkes böyle gecelerde ülkeden bahsederdi. Ama ortada ülke falan yoktu. Çünkü artık herkes kendi başına bir ülkeydi. Etrafı yalnızlık sularıyla çevrili, bir ada ülke...
Hem, artık herkes, yavaş yavaş yerin altına iniyordu. O, yasadışı yalnızlığa... Yerin altına indikçe, pencerelerden süzülen yanık ilahi sesleri biraz daha yükseliyordu... Yerin altına indikçe, o kirli din kokusuyla daha çok kokuyordu sokak... Bir aradaydık ama aramızdaki bağlar çok uzun yıllar önce imkânsız bir şekilde kopmuştu aslında... Her akşam kurulan o yoksul içki sofralarında, bu yıllar önce kopmuş olan bağların yası tutulurdu sanki...
Çocukluğum evdeki boş şişeleri satıp yerine rakı ya da votka almakla geçmişti benim. Bu yüzden, rakı şişelerine sarılan gazete kâğıtları gibi ürkek, hep sevgiye susuz kaldım...
O zamanlar, "Çöplük" isimli bir roman çok modaydı. Brezilyalı yoksul bir annenin çöplüklerden topladığı şişeleri satarak çocuklarına nasıl baktığını anlatıyordu... Ben ve benim yaşımdaki çocuklar mutfaklardaki, kömürlüklerdeki boş şişeleri bakkala götürüp yerine içki almaktan dönerken, içeridekiler "Çöplük" romanındaki yoksul anneyi, insanların çocuklarına bakmak için nelere katlandığını konuşur, konuştukça içlenir, içlendikçe düzene daha çok küfrederlerdi...
Anlamazdım... Çocuklarına ve kendi hayatlarına yeterince üzülmeyen, üzülse de belli etmekten delice korkan bu insanların, uzak kıtalardaki yoksul annelere ve çocuklarına duydukları üzüntüyü bu denli abartıyla yaşamalarını anlayamazdım... Çünkü onlar da sevgilerini bekletiyordu, bir duvarın arkasında... Bir gün, ileride bir gün çocuklarını çok sevecekleri anı bekliyorlardı, garip bir sabırsızlıkla. Bir patlama halinde olacaktı bu sevgi... Şaşıracaktı çocuklar... Duvarın arkasında odalarında bunu düşünüyorlardı. Çocuklarını, yıllardır biriktirdikleri bu sevginin patlamasıyla şaşırtmayı... Hem şaşırtmak, sevginin en güzel hali değil miydi?.. Yıllar böyle geçiyordu, sevgili!.. Susarak, gizleyerek, erteleyerek, kızıl bir cinnetin eşliğinde...
Dün boynunu öptüm, o incecik bembeyaz boynunu... Boynunda, doğup büyüdüğüm o sokağın kokusu vardı... Biz seninle aynı sokaklarda büyümüştük sevgili... Ne onlar, ne de biz aşabildik odamızın duvarlarını. Aşıp akıtamadık sevgiyi birbirimizin üzerine. Hep beklettik. Onlar da bekletti, biz de beklettik. Beklettikçe acılaştı sevgiler. Tanınmaz hale geldi. Paylaşılmayan sevgiler acılaştıkça, işte, biz, böyle sonsuz alıngan, her şeye gücenen, açık yaralar gibi yaşayan insanlar haline geldik...
Bu düzenin kurbanı mutfaklardaki, kömürlüklerdeki boş şişeleri satarak aldığımız içkileri içip düzene başkaldıran babalarımız, ev basıp gencecik insanları sorgusuz sualsiz öldüren polisleri, üstlerindeki o solgun pijamalarıyla ve o kırılgan coşkularıyla alkışladıklarında, biz çoktan büyümüştük sevgili... Öylesine büyümüştük ki Optalidon hapının üzerine bira içmesini bile öğrenmiştik...
Her şeyleri eksikti onların, öfkeleri, sevgileri, başkaldırıları, üzüntüleri, ıstırapları, anıları... Öyle korkuyorlardı ki kendilerinden, bu yüzden kendilerinin hep uzağında yaşıyorlardı. Bir duvarın arkasında, çocuklarını hep özleyecek kadar uzaktılar her şeye... Biriktirirlerdi her şeyi içlerinde, bir duvarın ötesinde yaşayan çocuklarına olan sevgilerini biriktirirlerdi... Yıllardır biriktirdikleri bu sevgilerini, bir patlama, görülmemiş bir çılgınlık halinde sunmak isterlerdi. Gerçekten bir gün çıldırsalar, belki kurtulacaklar, bu sokağın ve kendilerinin kaderini değiştireceklerdi... Ama bir türlü çıldıramıyorlardı...
Ama biz çıldıracaktık sevgili... Ve sonuna kadar gidecektik... Öfkenin, eylemin, aşkın, cinselliğin, çılgınlığın, bu yaşamın... Sonuna kadar gidecektik ve bu kördüğüm olan hayatımıza bir son verecektik... Bu kördüğümden, bu cinnetten, berrak bir ömür çıkaracaktık... Bu yoksul ışıklardan, bu zemin katlardaki derin melankoliden, boş içki şişelerinden, eksik sevmelerden, eksik çıldırmalardan, birbirini gerçekten sevmedikleri için birbirlerine korkuyla bağlanan sokağımızın insanlarından, birer intihar koğuşu olan odalarımızdan, duvarların arkasında hep ertelenen ve acımaya yüz tutmuş sevgilerden, sonsuz bir bahar çıkaracaktık...
Oysa kafamız çok karışıktı, sevgili!.. Bahçelerimize, bir gece evliyalar gelirdi, öbür gece ufolar... Kuran-ı Kerim'de Kaptan Custo'yu arardık... Atatürk rüyalarımıza bir peygamber olarak gelirdi. Onun resminin yanına Hz. Ali'yi koyardık. Onun yanına da Che Guevera'yı koyardık.
Odalarımızda hep şehla gözlü melekler dolaşırdı... "Yeter artık, bu zulüm yeter!" diye bağırarak sokaklara çıkıp ölümü göze aldığımız gecelerde evimize kaçak elektrik bağlardık...
Neye başkaldırsak, hep kirli bir din duygusu eşlik ederdi duygularımıza... Dünyayı tepeden tırnağa değiştirmek istesek de kafamızdaki o eski yasaklar ve önyargılar, peşimizi hiç bırakmazdı... Aslında bu yasaklar ve önyargılar, kendimize duyduğumuz o derin güvensizliği örtüp saklardı... Yaşadığımız o yoğun çelişkilerden çıktığımızda, içimizdeki o küçük faşist, biraz daha güçlenmiş olurdu...
Aşkı, sevmeyi, sevilmeyi, kendimizi adamayı o kadar çok özlemişken aynı zamanda ikiyüzlülük de içimize işlemişti... Kendimden biliyordum, gözümüzde, hayatımızın zerre kadar önemi yoktu. Gerektiğinde hayatımızı hiçe sayacak kadar kahraman ama bir o kadar da yalancı ve riyakârdık, sevgili!..
Daha dün kokladım o incecik bembeyaz boynunu... Çok içtiğimiz ve teypte tekrar tekrar dinlediğimiz şarkımızın çaldığı gece, "Hadi, gel öldür beni!" diye gösterdiğin incecik, bembeyaz boynunu kokladım... Kokladım boynunu ve onda kendi kokumu aldım. Doğduğum ve yaşadığım o sokakların kokusunu... O yoksul ışıkların, o zemin katların, o eksik çıldırmaların, o kirli din duygusunun, odalarda dolaşan şehla gözlü meleklerin kokusunu aldım...
Ne tuhaf, şarkımız tekrar tekrar çalarken Cd’de, birbirimiz için ölmeye hazır olduğumuz o anda bile, birbirimize ve sevgimize zerrece güvenmiyorduk, sevgili!.. Çünkü biz sevgiyi çok özlerken, belki de farkında olmayarak sevgilerden öç almayı öğrenerek büyüdük, benzer sokaklarda... Sevgiyi çok özlerken, bir daha ona hiç güvenmemeyi, o sokaklarda, o sokaklardaki evlerin duvarları arkasında öğrendik... Öylesine iyi biliyorum ki benimleyken, şu an benimle ölmeyi isterken bile evine döner dönmez, telefonlara büyük bir hasretle ve açlıkla sarılıp diğerlerini arayacağını... Seni hâlâ eskisi gibi sevip sevmediklerini anlamak için, o an onlarla ilgili aklına ne gelirse söyleyeceğini, öylesine iyi biliyorum ki...
Dün boynunu kokladım, incecik bembeyaz boynunu, sevgili!.. Kirli bir din gibi kokuyordu boynun. Duvarların arkasında yıllarca bekletilmiş, bekletildikçe acılaşan bir sevgi kokuyordu boynun... Orada kendi kokumu buldum... Boynun, şizofren babalar gibi kokuyordu. Hani ansızın evden çıkıp önüne gelen ilk otobüse binerek, bilmediği uzak şehirlerde kaybolan babalar gibi... Boynun, aşklarını sadece şarkılarda yaşayan anneler gibi kokuyordu. Boynun, inançsızlığın yüzünden kirlettiğin eski aşkların kokuyordu.
Çünkü ben de senin gibiyim, sevgili!.. Sen evimden gider gitmez, ben de hemen diğerlerini arıyorum. Beni hâlâ sevip sevmediklerini sınıyorum. Onlarla ilgili aklıma gelen ilk şeyleri sıralıyorum, o dipsiz yalnız kalma korkusuyla. Onları sevmeyeceğimi biliyorum; ama onların hep olmasını ve beni sevmelerini delice istiyorum. Tıpkı, senin gibi...
Çünkü bize sevmesini öğretmediler sevgili... Bize hep sevgiyi saklamasını öğrettiler. Hep bekletmeyi... Hep ertelemeyi... Bu yüzden biz kiminle birlikteysek, bir diğerini ama hep uzakta olanı özledik; hiç dinmedi duyumsuzluğumuz; biz hep uzaktakini sevdik, sevgili!.. Yanımızdakini değil, odamızın duvarının arkasındakini değil, uzaklardakini, ulaşamadığımız kadar uzaklardakini sevdik... Yanımızdaki-leri kırıp geçtik, incitip üzdük de hep ulaşamadıklarımıza sakladık, söylemediğimiz o en güzel sözleri...
Özlediğimiz sevgiden delice korktuk... Sevmek bizim için o sokaklardan bir daha çıkamamaktı. Buralarda, bu sokakta sevmek, hep kapana kısılmaktı... Bu korku yüzünden hep karşımızdaki insanların sevgisini eksik bulduk, küçümsedik. Oysa sorun bizdeydi, sevgili!.. Sevgiye inançsız olan bizdik... Peşinden koştuğumuz insan bizi sevmeye başladığında, yenildiğinde sevgimize, ondan nasıl da uzaklaşır, nasıl da tiksinirdik sevgisinden, hatırlasana!.. Ama bizden biraz uzaklaşmaya görsün yana yakıla nasıl da arardık... Nasıl da ihtiyaç duyardık seslerine, varlıklarına, kokularına. Kaybolmuştuk, dağıttığımız sevgilerde. Kim bizi seviyordu, biz kimi seviyorduk; sınırlar erir, karışırdı her şey... Öksüz, sahipsiz bir sevgimiz vardı ama onu kime vereceğimizi şaşırırdık...
İnanırlardı bize, inanırlardı o öksüz, sahipsiz, o başıboş sevgimize. Çünkü çevremizdeki herkes o kadar az sevilmiş, o kadar hasretti ki sevgiye... Çünkü onlar da bizim sokağa çok benzeyen sokaklarda büyümüşlerdi...
Hiçbiri ama hiçbiri, aradığı sevgiyi sende bulamadı. Ama sen onların içindeki o çok eski şeye, o ilkel ağrıya dokunmuştun hep... Biliyorum, onlar için çok üzüldüğünü ama bir şey yapmak da elinden gelmiyor... Tıpkı ailendeki insanlar gibisin sen de. Hani uzak kıtalardaki, romanlarda ki, filmlerdeki acı çeken, çaresiz insanlara çok üzülüp evde bir duvarın arkasında yaşayan çocuklarını gerçekten tanımayan ve onlara gerçekten üzülmeyen insanlar gibisin...
Biliyor musun, yıllardır kimseden değil, kendinden öç aldın aslında sen... Tıpkı, benim gibi... Bu kadar insana kendini sunarak, yıllardır kendini cezalandırdın aslında... Başkalarına acırken, kendin acınacak haldesin şimdi. Tıpkı, benim gibi...
Çünkü benzer sokaklarda büyüdük seninle, cinnetin sonuna dek bir türlü yaşanmadığı benzer evlerde... Sevginin duvarların arkasına saklandığı, o kasvetli, kısır odalarda...
Biliyorum, içini bir tek ben acıtıyorum. Ruhunun karanlığına bir tek ben inebiliyorum ama yine bana güvenmiyorsun. Tıpkı, benim seni çok sevdiğim halde sana hiç güvenmediğim gibi...
Çünkü, ömrüm boyunca doğup büyüdüğüm o sokaktan kurtulmaya çalıştım ben... Tiksindim, o sokaktan. Nefret ettim, o evlerden. O evlerin duvarlarından. O duvarların arkasında bekletilen, beklettikçe acılaşan sevgilerden, nefret ettim... Oradaki insanlardan... Hep kaçmak, hep uzaklara gitmek istedim... Sonunda sen çıktın karşıma... Dün kokladım boynunu, incecik bembeyaz boynunu; boynunda, benim kokum vardı... Boynunda, sokağımın kokusu vardı...
Ne tuhaf bir şey seni sevmek... Şimdiye dek hiç sevmediğim, hiç güvenmediğim, kendimi sevmek gibi bir şey... Seni sevmek, yıllar sonra onca yoldan, onca insandan, onca yalnızlıktan sonra, kendime dönmek gibi bir şey... Seni sevmek, kokumla barışmak gibi bir şey...
Biliyor musun, bugüne kadar, hep seviyormuşum gibi yaptım ben. Aslında onları tanımıyordum ama yine de ihtiyacım vardı sevgilerine... Bağışlasınlar beni ve unutmasınlar; çünkü onlar adına, onlardan daha çok acı çektim ben...
***
Yolu kardan kapanmış, kimselerin arayıp sormadığı ve sonsuz bir unutuluşa terk edilmiş köyler gibi, uzak ve imkânsızdı... Evdeki bütün elektrikli ısıtıcıları yakıp kazak üstüne kazak giyiyorum ama yine de üşüyorum... Çok derinlerden gelen bir üşüme bu... Çocukluğumdan gelen. Çok eski bir üşüme... İlk terk edilişlerden, ilk hayal kırıklıklarından, ilk vedalaşmalardan gelen... Çocukluk üşümesi bu, her aşkta ortaya çıkan... Canım, kardeşim benim; canım, çocukluğum; ne kadar üşütsen beni, o kadar artıyor sana duyduğum mahcubiyet... Ellerim ne zaman boşluğu sarsa, hep seni hatırlıyorum. Ben büyüdüm, sen orada kaldın... Hep orada... Hep soylu, hep kırgın... Ben insanların arasına karıştım, sen orada kaldın... Her imkânsız aşk, bana çok uzakta bıraktığım çocukluğumu anımsatır...
"Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor; lütfen, sonra tekrar arayın... Aradığınız aşk şu an çok meşgul, ona bir türlü ulaşılamıyor..."
Seninle arama, bir sürü gereksiz ve aşağılık adam ve kadın giriyor. Kim bunlar? Seninle aramda işleri ne? Tanrım, gerçek buysa, gerçek olan her şey bende tiksinti uyandırıyor! Donmuş, bu dünya... Cansız... Ölü gibi. Soluk alıp vermiyor... Sadece senin aramanı bekliyorum... Sen ararsan, dünya buzlarından arınacak ve hiç olmadığı kadar canlanacak... Sen ararsan, dünya bütün kimsesiz ve kanayan çocuklarıyla birlikte soluk alıp verecek... Sen ararsan... Sen ararsan... Sen ararsan...
Biliyor musun, aşk, sonsuz bir saçmalayıştır, sevgili!.. Bunu, senin varlığın öğretti bana... Aşk, inadına saçmalayıştır. Bunu, senin yokluğun öğretti bana... Dinlerle bir ilgim yok, ama geçen gece öyle çaresiz kaldım ki evdeki din kitaplarında aşk hastalıklarıyla ilgili bölümleri aradım... Ne yazık ki hiçbiri buna değinmemiş...
Aşk, bir boşlukta durmadan çırpınıştır, sevgili!.. Bunu, senin varlığın öğretti bana. Aşk, bir boşlukta inadına çırpınıştır. Bunu, senin yokluğun öğretti bana. Yine ben arıyorum.
Sen beni arayacaktın, dayanamadım, ben aradım. Telefonun kapalı yine... Yine o aşağılık kadınlar ve erkekler... Yine, "Aranan aşka ulaşılamıyor," diyen, gaipten gelen sesler... Evet, geç oldu. Kim bilir, saat, gecenin kaçı... Uyuman lazım... Sabah dinlenmiş ve sağlıklı uyanmalısın... Randevuların var... Yapman gereken işler var; yoğunsun, biliyorum. Sen Tanrı'sın ya, senin her yere yetişmen lazım... Bense buradayım, beni bıraktığın imkânsız ve uzun gecede... Gidecek hiçbir yerim yok... Beklediğim bir sabah da yok... Kimseye yetişmek zorunda değilim. Çünkü, gerçeklerden nefret ediyorum. Beni senden alıp koparan bu dünyadan nefret ediyorum. Yapabildiğim tek şey, seni düşünüp ağlamak... İp gibi akıyor gözyaşlarım... Dudaklarımda toplanıyor önce, sonra da ağzımın içine giriyor. Gözyaşlarımın tadının ne kadar güzel olduğunu anlatacak kimsem bile yok...
O anda, sevgili yoktur gözümde; o an, sen yoksundur... Aşkından ve umutsuzluğundan soluksuz kalan bir at gibiyimdir. Rakip tanımayan ama çaresizliğinden ne tarafa koşacağını bilemeyen bir at... Öfkesi ve aşkı ona zaman kaybettirir; bütün yarışlardan çıkartılır... Ama onun derdi bu değildir, o boğuluyordur, bütün yarışların ve bütün hesapların dışında kalmıştır ama onun öfkesi başkadır... Onu bu hale getireni delice özlüyor ve bu yüzden soluk alamıyordur... Bu umutsuzluktan çıkabilmek için, bilinçsizce, ne yaptığını bilmeden en güçlü, en hayati damarını dönüp ısırır. Biraz olsun soluk alabilmek için, geriye dönüşsüz bir şekilde ısırır kendini...
Öyle çok bekledim ki seni ve beklerken öyle çok acı çektim ki bu acıdan bir kez olsun kurtulmak ve bir an önce kendime dönmek için, bir basitlik, sıradan bir bayağılık yapmanı bekledim. Düşün, umutsuzluğumu... Ama yapmadın... Bir kez olsun ağzından, sana duyduğum aşkı gölgeleyecek ve bana biraz olsun soluk aldıracak basit bir kelime, bayağı bir ifade çıkmadı. Ne kadar istesem de seni yok sayamadım.
***
Şehirden evime döndüm yine. Şehirden odama döndüm. Utandığım geçmişim gibiydi gördüğüm herkes. Kimse arzuladığım gibi değildi. Ve en çok da ben... Şehirden balkonuma döndüm. Işığını yaktım balkonumun. Ve orada hiç geçmeyen bir yara izi gibi kendimi gördüm.
Dünya, ben balkonlara çıktığımda önceleri öyle yavaş, sonra öyle hızlı dönmeye başlamıştı ki nerede bir imkânsızlık varsa, onu özlemek yazılmıştı alnıma. Kendimden kurtulmayı özlerdim mesela. Kötülüğümü taşıyan çelimsiz, sorunlu bedenimden... Balkonlardan düşüp ölen o meleksi çocukları katıksız ve hiç unutmadan sevmem, kendimden kurtulmama bağlıydı çünkü.
Balkonlarda sabahlarken ve gecelerin mavisi karanlıkla sevişirken hissederdim en çok, iyilik peşinde koşan bir kötüydüm ben.
Çıplak ışığın altında balkonuma baktım sonra bir kez daha; kırık gece lambaları, eski kasetler, solgun posterler, boş eşya kutuları, bozulmuş oyuncaklar, yırtık perdeler, delik deşik olmuş kilimler, fotoğraf albümleri, çerçeveli ve çerçevesiz fotoğraflar, eskimiş diplomalara sarılmış yıllanmış okul karneleri, yüzlerce fatura, kira kontratları, belki bir gün lazım olur, diye atılmamış oysa zamanı çoktan geçmiş evraklar, eski makbuzlar, sararmış gazete kupürleri, tarih olmuş film afişleri ve daha nice şey...
Özlediğim balkon bu değildi oysa. Hep tertemiz ve beni gökyüzüne hazırlayan bir başka balkon düşlemiştim ama kaçamamıştım kendimden. Ben neysem, balkonum da oydu işte... Oysa çok gençken, tren yolunun kenarına dizilmiş o solgun evlerin atılmış ve unutulmuş eşyalardan yorgun düşmüş balkonları, içimi ne çok acıtırdı. Ne çok kızardım onlara, balkonlarını temizlemiyorlar, düş kurmaya ve aşka hazır hale getirmiyorlar diye. Bunu yapmaları çok basit, çok kolay, diye düşünürdüm. O zamanlar, balkonların o evde yaşayan insanların hayatlarına benzediğini bilemeyecek kadar gençtim. Çünkü bu hayatta fark etmek, anlamak, ama yine de hiçbir şey yapamamak iyilik peşinde koşan bir kötü yapıyordu herkesi ve en çok da beni. Ve insana en çok birlikte kurtulacağı kişiler ve gökyüzünü düşlediği yerler hatırlatıyordu, bu hayattan kurtulmanın aslında ne kadar zor olduğunu.
Aylar olmuştu birbirimizden ayrılalı. Bu gece gözlerin geldi önce aklıma. En gizli, en örtülü yerin... Hep cömert, cefakâr, hep nemli, hep arzulu teninden bile gizli. Haklıydım, bir başıma evimde. Balkonuma bakıyordum öylece. Haklı olduğum kadar yalnızdım da. Onca zaman sonra nasıl isyan ettimse hayatıma, hayatımı anlatan balkonuma, öyle isyan ettim hep nemli, hep arzulu ve cömert olan teninden bile gizli ve örtük olan o gözlerine. Neydi gözlerinin arkasındaki gerçek? Neyeydi susuzluğun? En çok nerede olmayı özlüyordun? Ne dersem, açılırdı gözlerindeki örtü? Sonra, çok sonra duydum. Birisi vardı hayatında. Bu ayrılık boyunca kimi görsem bunu söylüyordu bana. Bilirsin, insanlar acıtmayı, kanatmayı severler. Korur gibi, acır gibi, okşar gibi, incitirler. Öç alır gibi severler. Farkında değilmiş gibi, yaralamak isterler.
İşte o an, sensiz kaldığım günler boyunca aslında ne kadar acı çektiğimi anlar anlamaz, aradım seni. Çünkü insan kendi çektiği acıya saygı duymuyorsa, balkonlarına da, hayata da saygı duymuyordun Kendi çektiği acıya saygı duymuyorsa, kurtuluş sandığı insanlar ve mekânlar onun en büyük tutsaklığı olur. Bunu anladığım an, Tanrı'nın balkonlardan itip yanına aldığı o meleksi çocukları düşünerek aradım seni. İyilik peşinde koşan bir kötü olduğumu ve hayatın bütün kurallarını unutarak aradım seni. Birlikte olduğun adam çıktı telefona. Düşleri solduran, insanın kendisini kandırmasına bir an dahi izin vermeyen hayatın kuralları gibi çıktı. Unutulmuş eşyalardan ağırlaşan, o solgun balkonlar gibi çıktı. Hiç hazır değildim buna. Çünkü yıllardır iyilik peşinde koşan bir kötü olmak zayıflatmıştı ruhumu. Kapattım telefonu. Hemen o an... Sesini duyar duymaz... Ve başladım kendimi seyretmeye. Merak ediyordum kendimi. Şimdi ne yapacaktım ben? Merak ediyordum; ne kadar sahteydim, ne kadar kendimdim? En önemlisi, seni ne kadar içten, ne kadar sahici sevmiştim? Geceydi çünkü. Kendisiyle kavgalı olanların en büyük düşmanı olan geceydi. Hayatımı ve neredeyse varlığımı tehdit eden o sinsi şüpheyle sarsılıyordu, kaç kez amansızca sorguladığım ruhum. Ben seni en çok ruhun, kalbin için mi sevmiştim, yoksa tenime yanlış bir kader gibi uyan o ışıltılı tenin için mi?
Yoksa ben senin ruhundan, varlığından çok, ışıklı teninden daha örtülü olan gözlerinden çok, sana bile rakip olan o doyumsuz, başıboş, o küstah şehvetini mi sevmiştim?
Beni kendimle buluşturacak kadar acı veren bu ihaneti koruyan bir geceydi. Soruyordum kendime: Senin ihanetini koruyup saklayan gece, neden benim şüphelerimi dağıtıp, acılarımı biraz olsun dindirmiyordu? Çünkü, sensiz bütün geceler adaletsizdi. Çünkü, balkonlarımız unutulmuş eşyalardan dolayı solmuş ve ağırlaşmıştı. Çünkü, ben ne kadar inkâr etsem de aslında kendi kültürüyle yaralanmış bir erkektim. Kimseye kendisinden sahici bir şey veremeyen... Seks denen o kötü krallığın, zavallı bir kölesiydim ben.
İşte böyle anlarda beni tek ferahlatan şey, senin böyle şeyleri asla aklından geçirmediğin ve geçirmeyeceğindi. Kendimden umut kestiğimde, senin insanlığına sarılmak ferahlatıyordu beni. Ama ne acı ki, şu an bunu hissetmek bile yetmiyor bana. İyilik peşinde koşan bir kötü olduğumu ve bunun kolay kolay değişmeyeceğini anlayınca, bir deli cesaretine bürünüyorum. Ya da ben, bunun böyle olmasını istiyorum. Deli cesaretimi bile, bilerek ve isteyerek içimden kuruyorum! Yağmurluğumu giyiyor ve senin neden yağmurlu havalarda yürümeyi çok sevdiğini düşünerek, sokağa atıyorum kendimi. O, kimseye faydası dokunmamış binlerce yıllık kültürüyle yaralanmış bir erkek olarak... Yağmurun sendeki büyüsünü, onunla aynı anda da neden ayrıldığımızın kendimi haklı çıkartacak matematik formülünü düşünerek, sevgilinle birlikte kaldığın eve doğru yürüyorum. Kapınıza geliyorum. Ve sanki buna çok hakkım varmış gibi, seni herkesten çok sevmişim gibi, kaldığınız apartmanın bütün zillerine sahte olduğunu kendimden bile gizleyemediğim çocuksu bir başkaldırıyla basıyorum. Evinizin ışıkları yanıyor. Kabus dolu bir rüyadan uyanmak istercesine adını bağırıyorum yukarıya. Bir iki daire otomata basıyor. Ve aynı anda ikiniz pencereye çıkıyorsunuz. Sen sevgilini içeri itiyorsun. O direniyor. Onun derdi bana haddimi bildirmek. Beni unutamadığını biliyor. Bu ona ağır geliyor. Sen ona yalvarıyorsun içeri girmesi için. Sen zamansız sevgi hastalıklarının nasıl iyileştirileceğini hep bilmek zorundasın ya! O bilmiyor. O da erkek. Benim gibi...
Pencereden sarkıyorsun. "Geliyorum, bekle!" diyorsun ve sonra içeri giriyorsun. Merdivenlerin ışığı sönüyor, ardından gecikmiş ve aldatıcı bir hırsla yeniden yanıyor. Pencereniz açık. Birlikte kaldığınız evden, alabildiğine ağır küfür sesleri geliyor. Koltuklar, sandalyeler yere vuruluyor, odaların camları kırılıyor. Sevgilin çıldırmış gibi bağırıyor: "Varsa bir derdi, bana söylesin! Sen inme aşağıya! O adam yiğitse, gelsin benimle konuşsun! Gitme sen!" Sen, kimse rahatsız olmasın, apartmanda daha çok insan uyanmasın diye hızlı hızlı merdivenlerden iniyorsun. Gözlerinde yıllardır tanıdığım o telaş... Benim yüzümden kimse üzülmesin, kimse kırılmasın, telaşı...
Oysa sevdiklerin, en çok da sevdiğin erkekler bu yanını kullandılar senin. Yardımını, sevgini, aşkını dilenenler karşısında çaresiz ve eli kolu bağlanan, o yanını kullandılar. Hep anlayış gösteren, hep ikna olan, hep daha çok veren, ne olursa olsun sonunda hep inanan, hep kimse üzülmesin, kimse kırılmasın diyen sen oldun.
Koşarak iniyorsun merdivenlerden. Sokak kapısını açmadan, merdivenin ışığı sönüyor. Bir an sen içeride, ben dışarıda, karanlıkta göz göze geliyoruz seninle. Anlıyorum o an, aslında ne bende ne de şu anda evin koltuklarını, sandalyelerini, camlarını kıran ve küfürler eden adamda bulmuştun sevgiyi. Bir an öyle bakıyorsun ki bana... Sanki, nerede yanlış yapıyorum, neden ben hep böyle yanılgıları seçiyorum, der gibi... İşte bunu anladığım an, sana günah çıkarmaktan vazgeçiyorum. Vazgeçiyorum, bu gece seni sevişmekten alıkoyacak bir ağrının başına saplanmış olabileceğini düşünüp kötücül ve kirli bir mutluluk yaşadığımı söylemekten ve bunun için senden özür dilemekten. En gizli, en örtülü yerine bakıyorum, gözlerine... Hüzünle, umutsuzlukla koyulaşmış gözlerine...
Bir özürle kurtulmayacak kadar, büyük bir suçluyum. Gövdeni ruhundan ayıran, benim yanlış sevgimdi çünkü. Sana, "Beni affet!" bile diyemiyorum. Karanlıktaki o bakışın yetiyor, yanlış sevgimi aydınlatmaya. İlk kez bu denli utanıyorum varlığımdan ve koşmaya başlıyorum evime doğru. İçeri giremiyorum. Dışarıdan, ışığı yanan balkonuma bakıyorum. Dünyanın hızına dayanamayıp balkonlardan düşen o meleksi çocukları arıyorum balkonumun altında. İyilik peşinde koşan bir kötü olduğumu, hiç unutmadan arıyorum. Ve en çok kendi cesedimi arıyorum orada... Kimseye duymadığım bir şefkatle...
Peki, neden korktum bu isteklerden? Yükselip, alçalan uğultunun içinden yeni bir yanıt geliyor: "Zevklerine ve nazlarına düşkün olduğun için..."
Bu yanıtı duyunca, çılgına dönmüş gibi çağırıyorum: "Doğru değil! Hakkımda her şeyi biliyorsanız, bu hayattan zevk almayı, hazlarımı, mutluluklarımı çoğu kez ertelediğimi de bilmeniz gerekir!.."
Yorgun, daha öncekilerin aksine sakin bir ses yanıtlıyor bunu da: "Sana verilen sevgilerin bedelini ödemekten hep kaçtığın için, suçluluk duyuyordun. Bir gün bu sorumlulukların bedelini sana ödeteceğimizden korkuyordun. Bu korkudan kaçmak için, zevk almayı erteledin kendine. Hatta başarı kazanmayı, kendini sevmeyi bile erteledin. Hem sevginin sorumluluğunu ödemekten kaçıyor, hem de bizleri yitirmek istemiyordun. O çiçekler, sana, başkalarıyla paylaşasın diye verildi. Çiçeklerini paylaştığın an, bütün varlığınla hayatın içinde olacaktın. En dibe de düşecektin, en yükseğe de çıkacaktın... Acıdan ruhun yırtılacaktı, ruhunun yırtılan yerinde hakikatin bütün sırları akacaktı içine, sımsıcak bir aydınlık halinde..."
Tanıyorum, bu ince, yorgun, sakin sesi... Bana doğduğum andan itibaren o sevgi çiçeklerini emanet eden kadının sesiydi bu. Beni benden iyi tanıyan annemin sesi! Daha fazla direnmenin anlamsız olduğunu anlıyorum. Adeta yalvarır gibi, vadiyi kaplamış kalabalığa sesleniyorum: "Peki, yeniden başlayamaz mıyız her şeye? İnanamaz mısınız bana? Beni bu içimdeki düşmandan kurtaramaz mısınız?" Kalabalık, ben soruları bitirmeden birden vadiyi terk etmeye başlıyor. Sesim uğultular arasında kayboluyor. Kalabalıkta annemi arıyorum ama bulamıyorum... Bir kez daha sesleniyorum vadiyi terk edip giden kalabalığa... Bir kez daha... Uğultunun içinden bir ses yükseliyor: "Bitmedi ki savaş... Savaş bitmedi ki..."