Akın Olgun
Gültan Kışanak ve acıyı sağaltmak
“Gültan Kışanak, Diyarbakır Cezaevi’ndeki gardiyanına seslendi” diyordu röportajın başlığı.
Röportajda kadınlar koğuşundan sorumlu olan Gümüşhaneli Bahattin Demir’den bahsediyordu Gültan Kışanak ve onunla yaşadıkları anısını anlatıyordu;
“Arkasından bir arkadaş taklidini yapardı, gülerdik. Oysa bizi döven, işkence uygulayan bir insan…
Adını bilmemiz de onun saflığından kaynaklandı. Bu Bahattin bize zorla, dayakla askeri tekmil vermeyi öğretiyor. Kimse yapmak istemiyor. Tabii günlerce dayak...
Bahattin sanıyor ki, biz kadınız, o yüzden tekmil vermeyi öğrenemiyoruz. Sonunda dedi ki: ‘Ceberecekler beni iyi izleyin. Ben ne yapıyorsam aynısını siz de yapacaksınız.’ Geldi, topuk selamını çaktı: ‘Bahattin Demir, Gümüşhane, emret komutanım.’ Sonra anladı tabii cezaevindeki gizlilik kuralını bozup adını söylediğini. ‘Ceberecekler, ben öylesine söyledim, benim adım Bahattin değil!’ Kızardı, bozardı, herkesi dövdü. Bir taraftan da hâlâ, ‘Ceberecekler benim adım Bahattin değil!’ diye bağırıyordu. Unutulmaz bir şeydi”
Bahattin şimdi ne yapıyordur, hayatta mıdır, değil midir bilinmez ama Gültan Kışanak yine yıllardır cezaevinde. “Geberecekler” diyenlerin yüzü, sesi değişti sadece.
O günlerde yaşadıklarını “Başa çıkmak için işi gırgıra vurmak” olarak tarif ediyor Kışanak. Acıyla baş etmenin bir yolunun, onunla dalga geçerek sağaltmaktan geçtiğine tanığım ben de ama acı hep baki kalıyor insanın bedeninde.
Bazen bir tıkırtı, bir bakış, bir ses, bir esinti, devasa bir ağrıya dönüşebilir bu yüzden. Kendini unutturmak için bulunduğu bedene ricat eden bir ağrının ne zaman atağa geçeceğini bilmemenin huzursuzluğu, daldığınız anların, düşüncelerin kâbusudur da aynı zamanda.
Çok konuşmazsınız bunu. Konuşmamanın adabı, hatırlamanın cesaretine eşittir çünkü.
G. Kışanak, kardeşinin mezar taşına eğilmiş öpüyordu. Zaman taze bir toprak kokusuydu o an.
Yüzünde derin bir acı, duruşunda mağrurluk, gözlerinde ödediği bedelin bilinci, geçiyordu işte yeniden insanların ağır bakışlarından, hüzünlerinden, kederlerinden.
Geçiyordu yine zulmün bir başka çağından ve o yürürken, “artık gırgıra vurmak” yetmiyor diyerek mırıldanıyorum ben de sessizlik duvarının gelmişine geçmişine.
Benim gibi mırıldananları duyuyorum. Az değiliz ama mırıltılar yetmiyor ve “geberecekler” bahsi, “asın, asın” diyenlerin çağrısında yenileniyor.
Kavganın aynasında ise küçük adamlar, dizildikleri o aynanın önünde hiç olmadıkları kadar “kahraman” gözüküyorlar.
Lakin dikleşen bir kaştan, öfkeyle büyüyen bir çift gözden, ısırılan bir dilden, sıkılan bir yürekten geçemez hiçbir zulüm.
İçimizde taşıdığımız o öfke, hakkını arıyorsa inatla hala, “boşuna çekilmedi bunca acılar” elbette.
“Fiziki şartlar ne olursa olsun, ben insan olarak kalacağım” diyen o sesin inancından damıtılmış sözlerin bileği bükülemiyorsa bundandır derim.
Toprağa sırladığı kardeşine bıraktığı gözyaşlarını kimse görmesin diye derine, daha derine akıttığı yerden geçiyorum ben de izinsiz.
Hatırlamanın migren ağrısına elimi koyup, tüm yaraların affına sığınıp, uzanıyorum sessizce bir köşeye.
Mavi ring hareket ediyor.
Ve
Köpeği Jo ile Esat Oktay geçiyor önümüzden.
Boyu uzamış, dudakları kalınlaşmış, gözleri anlamsızca havaya takılı kalmış, “emri ben verdim” diyerek yürüyor kendi cehenneminde. Titreyen ayakları taşıyamıyor artık yüksek gövdesini.
İnsan kalamamanın enkazı ne kadar da sarsıcıymış meğer.
Ne kadar güce sahip olursan ol, insan kalamayışın enkazını kaldıramıyorsun işte asla.
Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.