Ragıp Zarakolu

Ragıp Zarakolu

Hâlâ yaşıyorum!

Her türlü otoriteye karşı bir isyankâr yazarla söyleşi.

A. Kadir Konuk daha yaşarken efsaneleşmiş bir devrimci, bir yazar ve bir gazeteci. Çalışma yaşamına daha 17 yaşında bir köy öğretmeni olarak başlamış. Ama o aynı zamanda bir proleter.  Boyacılıktan bulaşıkçılığa her türlü işte çalışmış. Ama bu ona yazarken müthiş bir gözlem olanağı da sağlamış. Tezgâh da açmış sokakta, pazarda. Ama kendisi için değil hareketi için! Parmaklarını sadece yazmak için kullanmamış! Yazarlarla devrim inancı arasında ilginç bir bağ vardır. Ve onların sadece devletle değil, örgütleriyle de her zaman sorunu olmuştur. Baş tacı yapılıp, ardından yere vurulmaya çalışıldıkları da olmuştur. A. Kadir, 1989 yılında kalp sorunları nedeniyle İstanbul'da getirildiği hastaneden, (ama kalbi bu heyecanı kaldırdı ya, helal olsun!) harika bir organizasyon ile kaçırıldı. MK izni olmadan! Şişme bir çocuk botu ile Yunan adalarına ulaşmayı başardı. (Çocuksu yanını hep koruduğu için uygundur!) Sonra onu sosyalist bir Alman gazeteci, 1994 Nisan'ında Irak Kürdistan'ında bir suikaste kurban giden Lissy Schmidt tercüme etti "Çözülme" adlı kitabını. Almanya'lara, ta Atina'dan, yine Türkiyeli bir mülteci gazetecinin, Kürşat İstanbullu'nun kimliği ile. Kısacası hayatı bir roman! Köln belediye başkanının törenle açtığı Heinrich Böll evinin ilk misafiri oldu bir yıl süreyle. Kürt basını için yazdı, hatta sorumluluk üstlendi. 30 küsur kitabı yayınlandı. Tiyatro yaptı, çok dilli şiir projeleri yürüttü. Son günlerde A. Kadir ciddi sağlık sorunları yaşadı. Ama yaşamak direnmektir! A. Kadir Konuk, değerli anılarını kaleme aldı sonunda, "KKA / Anımsayabildiğim Yaşam Öyküm" başlığı ile. Bu vesileyle kendisi ile bir röportaj yaptık. İşte karşınızda A. Kadir Konuk!

Siz bir köy öğretmeniydiniz? Bir öğretmen bir devrimciye nasıl dönüştü?

Özetliyorum: Babam CHP taraftarı bir yağlıboyacı olarak Cumhuriyet Gazetesi’ni her gün okuyordu. Gazeteyi okumaya ilk okulda başladım. Ülkede "Yasak" sayılan, gizli satılan kitapları Öğretmen Okulu’nda daha çok okudum. Kendime "Sosyalist" dediğim yer de o okul oldu ama sosyalizmin gerçekten ne olduğunu tam bilmiyordum.. Marks’ın "Kapital" kitabını da okudum o yıllarda ama tam anlayamadım. Sonraki yıllarda sosyalizmle ilgili okuduğum kitapların sayısı yüzleri geçti. 17 yaşımda öğretmen oldum,
köylülerin yaşamları, sorunları "Sol düşüncemin" gelişmesine katkı sundu. 18 yaşımda dini düşünceleri, tanrıyı, ulusçuluğu reddettim. 3,5 ay askerlik yaptığım kışlada düşüncelerim daha da gelişti. Öğretmenliğimin üçüncü yılında İlköğretim Müdürü ile uyuşmazlık nedeniyle ilk sürgünü yaşadım, beşinci yılda çalıştığım köyde "Köy Üretim Kooperatifi" kurdurmayı başardığım için ikinci sürgün sunuldu bana. Altı yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne girdim, siyasi düşüncelerim orada daha hızlı gelişti, THKO üyesi oldum. Direnişler nedeniyle İki kez gözaltına alındım, Gayrettepe hücrelerini tanıdım. Okulu bitirmeme 2 ay kala siyasi nedenlerle arandığım için okulu terketmek zorunda kaldım, sonrası hep mücadele..



 1978 kuşağı: Konuk, Atatürk Yüksek Eğitim Enstitüsünde (Şimdi Marmara Üniversitesi) arkadaşları ile.

Tariş İşçi Direnişinin bir parçası oldunuz. İdama mahkum oldunuz. 1984’de PKK harekete geçtiğinde bunun bedelini Tariş Direnişinin 2 katılanı ödedi asılarak. Sonra onların öyküsünü ve şiirlerini "Hıdır ve İlyas" diye kitaplaştırdınız. Kendi siyasal hareketiniz farklı olduğu halde. Üstelik iki siyasi hareket arasında dönem dönem çatışmalar olduğu halde. İçinizdeki kırgınlığı nasıl aştınız? Bu kitabı yazmanız nasıl karşılandı?

 İzmir Gültepe’de TARİŞ’i destekleme direnişine katılan 3 örgüt vardı; Partizan, TDKP, DEV-YOL. Hıdır Aslan, DEV-YOL sorumlusu olarak oradaydı. Direnişte Hıdır ile
birlikteydik. Hıdır, direnişin son gününde tutuklandı, idam cezasına çarptırıldı. Ben 2 yıl sonra tutuklandım ve mahkeme duruşmalarına katılamadığım için aynı cezayı gıyabımda aldım. İlyas Has İzmir’de başka bir direniş nedeniyle idam cezasına çarptırıldı. İzmir-Buca zindanının hücrelerinde de birlikteydik. Hücrelerdeki direniş sonucunda Hıdır Burdur’a sürgün edildi. İlyas Has Buca’da idam edildi. 15 gün sonra beni de Burdur’a gönderdiler, Hıdır da orada idam edildi. Onları anlatan kitabı, Almanya’da Heinrich Böll Vakfı’nın ilk yazar konuğu olarak kaldığım, Böll’ün evinde yazdım. Benim sol örgütlerden hiç birine düşmanlığım yoktu. İstanbul’da da gençlik olarak bir çok direnişe hepimiz birlikte katıldık.

Hıdır’ı seviyordum, İlyas’la da aynı hücrede bir süre birlikte yaşadım, müthiş güzel bir insandı o da. Orada çıkarttığım „DURDUK YERDE" isimli el yazmalı dergiyi tüm idamlıklar
desteklediler, dergi hepimizin oldu, herkes katıldı yazılarıyla, karikatürleriyle 26 sayı yayınladık. Hücrelerde hep beraber direndik kurallara karşı.

„Hıdır ve İlyas-Ateşinde gözlerim" isimli kitabı Belge  yayınladı, toplumdan ne kadar ilgi gördü bilmiyorum. Ama o kitabı yazdığım için beni eleştiren kimse olmadı. Kitapla ilgili
herhangi bir eleştiri, övgü de okumadım basında.

19 yaşında 3 aylık gazeteci Ferhat Tepe kaçırılarak öldürüldü. Belge, ailesinden aldığı belgeleri size verip kitaplaştırmanızı istediğinizde ne hissettiniz? Biliyorsunuz ANZ bu kitaptan dolayı yargılanıp mahkum oldu. Ama daha sonra AİHM bu davadan dolayı TC’yi mahkum ettiğinde ne düşündünüz?

 „Bizim Ferhat-Bir Cinayetin Anotomisi" kitabını yazarken üzüntü doluydu beynim. Yayıncım Ayşe Nur Zarakolu ablam yayınladığı kitaplar nedeniyle tutuklandığında üzüntülerim yığınlaştı. Serbest bırakıldığında çok sevindim. Ablam kısa süre sonra yaşamını yitirdiğinde ağladım Elbette.



Ermenek Cezaevinde yayınlanan ilk kitabı "Gün Dirildi" ye bakarken.

17 yaşında idam edilen Erdal Eren hakkında ilk belgesel kitabı siz yazdınız, "Hıdır ve İlyas" dan önce. Bir daha basılmamasının nedeni ne?

"Gökçe Fidan-Erdal Eren" kitabını da Böll’ün evinde kaldığım ilk aylarda hazırladım. O günlerde TDKP üyesiydim. Kitap „Evrensel Basım Yayım" tarafından 1990
yılında yayınlandı. „Kitabın gelirleriyle Erdal’a güzel bir mezar hazırlayın lütfen" diye rica etmiştim yayınevinden. Kısa bir süre sonra TDKP örgütünden, siyasi düşünce ayrılıkları nedeniyle İSTİFA ederek ayrıldım. Onlar da kitabı piyasadan çektiler, bir daha görülmedi o kitap kitapçılarda.

12 Eylül rejimi tarafından asılan, Mamak’da sadece devlet tarafından değil, aynı kaderi paylaşan siyasi tutsaklar tarafından da tecrit edilen Ermeni devrimci Levon
Ekmekçiyan hakkında kitap yazmayı düşündünüz mü? Düşünür müsünüz?  

Ülkede idam edilen tüm insanları biliyorum, hepsine saygım aynı ölçüde. Levon Ekmekçiyan bir çok insan tarafından „Siyasi" sayılmadığı için idamlıklar listelerinde de ismi yer almadı. Onunla ilgili bir kitap yazabilecek kadar bilgiye sahip değildim, öyle bir düşüncem olmadı.

Bir çok örgütten idamlıklar ile birlikte asılmak için sıra bekliyordunuz. Burdur Cezaevinde idamlıklar koğuşu vardı. Asılmak için sıra beklemek nasıl bir duygu? Yaşamınızı nasıl etkiledi daha sonra?

KONUK: Ben; Şirinyer, Buca, Selimiye, Sultanahmet, Burdur, Ermenek, Konya, Çanakkale, Sağmalcılar zindanlarında da kaldım. İdamlık olarak ilk kaldığım hücreler, İzmir-Buca zindanı, Yeni ve eski bölüm hücreleriydi. Değişik örgütlerden çok sayıda idamlık vardı orada. Benim bir örgüt arkadaşım yoktu, zaten üyesi olduğum örgütün tek idamlığı da bendim. Hepimiz gerçek anlamda barış ve dostluk içinde bekledik asılmayı. Hücreden hücreye satranç, tavla oynadık, sohbetler ettik, türküler, şarkılar söyledik, bazen sıkıntılı siyaset de tartıştık, ama kavga etmedik, uygulamalara karşı direnişlerde hepimiz birlikte yer aldık, kurallara uymadık, TEK-TİP giyinmedik. Asılma diye bir korkuyu hiç bir arkadaşımda gördüğümü söyleyemem. Hepimiz hazırdık o geceye.

Burdur cezaevinde idamlıklar korosu bile kurmuştunuz. Yaptığınız müzik kayda geçtiği gibi ülke dışına kaçırılabildi, kaset bile oldu. Bunu size söylediğimde şaşırmıştınız. Bu nasıl sağlandı? Yazdıklarınızı dışarı nasıl çıkardınız? O ağır koşullar altında sizi yazmaya ne itti? Başka sanatsal aktiviteniz oldu mu?

Muzaffer Öztürk kibrit çöplerinden ilk sazını Buca hücresinde yaptı. Ben de Muzo‘dan öğrenerek yaptığım küçük bir mandolini İlyas’a verdim, o da asılmadan önce ilk
türküleri çalmayı öğrendi. Hıdır ve İlyas asıldıktan sonra Muzaffer onlarla ilgili bir türkü yazarak besteledi. Bu türkü mektuplarla, gizli yollarla ulaştırıldı her yana. Bu yolları
açıklayamam, zindanlarda olan insanların ihtiyaçları var onlara.

Burdur hücrelerinde de yeni sazlar yaptık Muzo ustamızın desteğiyle. Sonra el sanatlarına giriştik biraz para kazanabilmek için, çünkü gerçekten yoksulduk. Öykü, şiir yazanlar az değildi, resim yapanlar da öyle. Ben de ilk romanım "Gün Dirildi"‘ye Buca’da başlamış Burdur’da bitirmiştim. Bu kitabı gizli yolla çıkarabildim zindandan. Cezaevi müdürü çıldırdı kitabı görünce.

12 Eylül darbesinden sonra çokları gibi ülkeyi terk etmek yerine, direnişin bir parçası oldunuz.  İşkence dahil ağır bedeller ödediniz. 12 Eylül sonrası, darbeye karşı birleşik bir direnişin sağlanamayışını nasıl açıklıyorsunuz. Ülkücülere karşı direnilebildi ama askeriyeye karşı bu yapılamadı. Bunun nedenleri sizce ne?

12 Eylül darbesi yapıldığında, 4 ilin yöneticisi olarak Kürdistan’daydım. Varto’da dağıttığımız bildirilerde „Cuntaya karşı, PKK dahil tüm örgütlerle birlikte mücadeleye hazırız" yazdığımız için partimiz bizim istemlerimize karşı çıktı ve „Cuntaya karşı direniş"i savunamadı, tek ilkeleri „Devrimin Sesi’ni daha fazla dağıtmak" olarak sunuldu bizlere.

Örgütler arasında bir sevgi değil düşmanlık vardı. Herkes kendi çıkarlarını düşünüyordu. Cunta sırasında örgütlerin çoğunluğu hızla geri çekildiler ve yöneticileri üyelerine „Başınızın çaresine bakın" bile dediler. Denizlerin, Mahirlerin zamanında örgütler arasında dayanışma vardı, 1974 affından sonra her örgüt kendisi için çalıştı, birlik için değil. Bu davranışlar sonucunda TİKKO, THKO, THKP-C kendi üyeleri tarafından yıkıldı, yerlerine yığınla örgüt getirildi. Almanya’da çalıştığım gazetelerde bu sorunu tartışarak eleştirdiğim için hepsi çok sinirlendiler. 29 yıldır „İNSAN SEVGİSİYLE DOLU BİR BİRLİK OLUŞTURULMALI" düşüncesini savunduğum için de hepsi beni „Örgütümüzü yıkmak istiyor, örgüt düşmanı" ilan ettiler.

Almanya’nın Düren kentinde 1 yıl Heinrich Böll’ün evinde kalarak başlangıç yapmak çok kimseye nasip olmaz. Neden, sadece yazarlık üzerinde yoğunlaşmayı düşünmediniz? Belki daha farklı bir hayatınız olabilirdi.

Böll Vakfı’nın ilk yazar konuğu bendim, o evde 1 yıl kaldım, benden sonra gelenler 3’er ay kalır oldular. Parayı, meşhur olmayı düşünseydim, o olanakla hızla
gerçekleştirebilirdim bunu. Yaşam öykümü içeren son kitabımda yazdım bütün gerekçelerimi. Yaşamımda hiç bir zaman „PARA" ve ünlülük için çalışmadım. 34 kitabı
yayınlanan, bazı kitapları Almanca’ya çevrilen biri olsam da kitaplarımdan güçlü bir ekonomik gelir sağlayamadım, yayıncılar bana kitaplar verdiler elbette, ama sokaklara
çıkıp kitap satan bir tüccar da olmadım, armağan ettim o kitapları arkadaşlarıma, sadece bazı okuma toplantılarında satıldı bir kaç kitap, kazandığım parayı da toplantıya
katılanlardan bazılarıyla aynı akşam tükettim lokantalarda. Almanya’da insanların paraya tapınmaları beni çıldırttı, kendimi öldürmeye bile kalkıştım, beceremedim. Para için mi
zindandan kaçmış, mülteci olmuştum ben?

Şimdi yeni bir göç dalgası başladı: Kürt siyasetçiler yanında, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler Avrupa’ya sığınıyor. Bu sürecin 80’li yıllardaki sürgünlerden farkı nedir? 

„SÜRGÜN" sözcüğüyle, „MÜLTECİLİK" sözcüğünü eşitleştirmek bence yanlış. Türkçe sözlükte bu kelimelerin anlamı şöyledir: „SÜRGÜN: Ceza olarak belli bir yerin dışında veya belli bir yerde oturtulan kimse." MÜLTECİ: Başka bir ülkeye veya yere sığınmış olan kimse, sığınık." Türkiye’nin içinde „Sürgünlüğü" yaşayan insanlar oldu, ama Türkiye’den Avrupa’ya „Sürgün" edilen kimse yoktur, Türkiye’de yaşama olanaklarını yitirip Avrupa ülkelerine kaçan yüzbinlerce mülteci var. Bunların bir kısmı gerçekten siyasi mülteciler, bir kısmı ise ekonomik mülteciler. Son yıllarda insanlar tutuklanmamak, yaşamlarını yitirmemek için „Mülteciliği" tercih ediyorlar, bunun da eleştirilecek bir yanı
yoktur.

Siz yurtdışına çıktıktan sonra bile devlet sizle uğraşmaya devam etti. Aileniz de bunun bedelini ödedi zaman zaman. Almanya’da bile tehdit aldınız, hatta yargılandınız. Neler yaşandı? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

24 Nisan 1989’da zindandan kaçtığımda arkamdan verilen ilk emir; „VUR EMRİ"ydi. Bu emir hala duruyor yerinde. Türkiye’de idam cezası kaldırıldıktan sonra bana
sunulan ceza da „Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası" oldu ve yöneticiler beni her yıl istediler Almanya’dan. Almanya’da gazeteci olarak, tüm yazılarımda TC yönetimini
eleştirdim. Alpaslan Türkeş bir konuşmasında Abdullah Öcalan’a küfredince ben de sayfamda  bir yanıt yazdım. Bu yazı nedeniyle Ankara’da hakkımda dava açıldı, Almanya’dan ifadem istendi, Köln’de gittiğim mahkemede kadın hakim „Bu yazıyı yazdınız mı" diye sordu. „Yazdım" dedim ve Türkeş’in kim olduğunu anlatmaya giriştim. Hakim; „Ben tanıyorum onu, konuyu özetleyebilir miyim" diye sordu, „Evet" dedim, özetledi: „BU BİR HAKARET DEĞİL, GERÇEKLİKTİR!"  Bu ifade gitti Türkiye’ye, avukatlarım aynı sözü kullandılar mahkemede, 4 yıl hapis cezası, 20 milyon para cezası verildi, Yargıtay hemen onayladı bunu. Gazetede yayınlanan bazı yazılar nedeniyle de bir çok arkadaşla birlikte hakkımızda yığınla ceza sunuldu Türkiye’de. Güney Dergisi’nde yayınlanan „İKRA"isimli öyküm nedeniyle de İlyas Emir ve ben „Dine hakaret"
iddiasıyla 2 yıl yargılandık gıyabımızda. Bilirkişiler; „Yazıda bir hakaret olmadığını" açıklayınca dava kapatıldı. „Dağdan Kopan Özgürlük" isimli, gerillaların ve Öcalan’ın
yaşamını anlatan romanım da Belge  Yayınevi tarafından yayınlandı ve devlet tarafından hemen yasaklandı ve mahkum oldu. Türkiye hala istiyor beni, ama ben artık mülteci değil, Almanya vatandaşıyım.

Ülkeyi özlediğiniz oldu mu? Sürgünlük duygusu hissetiniz mi? İçinde yaşadığınız Alman toplumu ve kültürü ile bağ kurmayı ne ölçüde başardınız? Almanca kitaplarınız çıktı. Oyunlar ve senaryolar yazdınız. Oyun oynadıniz. Ana dili Almanca olan bir oğlunuz var. Hatta birlikte kitap bile yazdınız onunla. "Patrin" adlı 4 dilli ortak şiir kitabı muhteşem bir projeydi. Keyifle baskıya hazırladığım. Hatta matbaadan çıkar çıkmaz özel olarak kendi elimle getirmiştim sana.

Okuyunca belki kızanlar olabilir, ama benim „Ülke" diye bir sorunum yoktur, dünyanın tümü benim ülkem, tüm insanlık da benim ulusum. Almanya’da „Sürgün" değil,
mülteciyim. Türkiye’den, küçücük bir çocuk botuyla girdim denize, 5,5 saat kürek çektim, mülteci oldum. Almanya’ya kendi istemimle değil, örgüt istemiyle getirildim. Burada da
sadece Türkiye halkı için değil, dünyada ezilen tüm halkların özgürlüğü için çalıştım yaşamım boyunca. Ama Almanya da benim vatanım olabildi, başka bir ülkede olsaydım orası da aynısı olurdu zaten. Doğduğum, yaşadığım kentleri elbette yeniden görmek isterim, ama turist olarak.

Kitaplarınızı çıkaran Mezapotamya Yayınevi basıldı, tüm stoklarına el konuldu ve kapatıldı bu yıl. Siz de Özgür Politika gazetesinin Yasal sorumluluğunu üstlendiğiniz için bedeller ödediniz. Kürt hareketi niçin Almanya’da kendi kendini tecrit etmiş bir konumda? 90’ların başında çok daha olumlu bir ortam varken. Onlarla dayanışma içinde olmanız bir anlamda sizin de tecrit olmanıza neden oldu mu?

Kürt gazetelerinde çalışmaya 1992 yılında, haftalık „Yeni Ülke" gazetesinde köşe yazarı olarak başladım. Sonraki tüm gazetelerde değişik sürelerde sürdürdüm bu çalışmayı.
Kürt gazetelerinde çalıştığım için bazıları beni hemen „PKK"li ilan ettiler. Gazetelerde PKK’ye yönelik eleştirilerim nedeniyle de bir kaç kez uzaklaştırıldım. 2 kurucudan biri
olduğum Özgür Politika Gazetesi Almanya’da yasaklandığında polisler evimde arama da yaptılar, ama kısa bir süre sonra dava kapatılınca bir mahkemeye gitmem gerekmedi. 2007 yılından sonra bir kaç kez o gazetede yeniden çalışma isteminde bulundum, ama kabul edilmedi. PKK’nin Avrupa’da yaptığı hatalı eylemleri bir gazeteci olarak Bekaa ve Şamda görüştüğüm Abdullah Öcalan ile de konuştum. 1993 yılına kadar Avrupa ülkelerinde PKK „Terörist" olarak adlandırılmamıştı. PKK taraftarlarının Avrupa ülkelerinde yaptıkları bazı „Sert" eylemler nedeniyle bu yasaklama getirildi. Öcalan, yapılan hatalar nedeniyle „Özür" bile diledi. Bu düşünceyi de yazdım gazetelerde. Bu yasaklama PKK’yi savunanları da örgütten uzaklaştırmayı başarabildi. Kürtlerin kendi aralarında, kendi ülkelerinde birleşememeleri sorunun kökünü oluşturuyor.

Ben TDKP’den ayrıldıktan sonra hiç bir örgüt ve partinin taraftarı, üyesi olmadım, ama doğru eylemleri yapanların hepsini destekledim, destekliyorum. Türkiye’deki bütün
devrimci örgütler kendi aralarında BİRLEŞMEYİ becerirlerse ve ben de yaşıyorsam  gider taraftarları olurum hemen.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Zarakolu Arşivi