Hani küçük Amerika olacaktık?

Nereden nereye? Kore, NATO, stratejik ittifak derken şimdi Kürtleri destekleyen, Sarraf’ı itirafçılığa zorlayan ABD…

Çoğu zaman Celal Bayar’a atfedilir ama aslında 1949 yılında Nihat Erim’in yumurtladığı bir söz: ‘’Küçük Amerika olacağız!’’. İsmet İnönü’nün bakanı iken CHP Kurultayında ilan edilmiş olan bu stratejik hedef, bir bakıma derin ve yüzeysel devletin de temel şiarlarından bir oldu uzun yıllar. Marshall Planı (1947-52), Kore Savaşı (1950), NATO üyeliği (1952) derken blucinin yanında Amerikalı gönüllü danışmanlar, süt tozu kutuları, naneli çikletler, PX’ler ve Amerikan askeri üsleri… 70 yıllık süreçte komünizme karşı Batı’nın son kalesi, Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı ve Stratejik İttifak aşamalarını da geçtik.  Şimdilerde, yerli yabancı tüm uzman ve gözlemciler, Türk-Amerikan ilişkilerinin en kötü dönemini yaşadığını belirtiyor.

İkinci Dünya Savaşından sonra bütün dünyanın tek hakimi olmak isteyen ABD’ye yaklaşan, yanaşan hatta yapışan Ankara hükümetleri, kaçınılmaz olarak bu dönemde, Washington ile, arada sırada olsa da ihtilafa düştü. Kıbrıs işgali sonrasında silah ambargosunu hatırlıyoruz. Daha yakın zamanda 4 Temmuz 2003 günü – ki Amerikan Bağımsızlık Günüdür- Süleymaniye’de, Amerikan askerlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının başlarına çuval geçirerek gözaltına almaları da ilişkiler tarihinde önemli bir nokta.

‘’Amerikan Rüyası’’ tabir edilen idealin en çok benimsendiği ülkelerden biri de Türkiye oldu. Buradaki yansımasına ‘’Amerikan Hayranlığı’’ adı verildi. Varlıklı aileler çocuklarını üniversite okumaya ABD’ye gönderdiler. Magazin yıldızları, vatandaşlık alsın diye, çocuklarını Amerika’da doğurdu. Parası olan canını Amerikalı doktorlara teslim etti.  İş adamları yakın zamana kadar büyük ya da orta çaplı Amerikan şirketlerinin Türkiye temsilciliğini kapabilmek için yarıştılar. Morrison Süleyman, bu yarışı kazananlardan biri olmuştu mesela. Sonra da Turgut Özal 1973 yılında ABD’de Dünya Bankasında danışman olarak çalışmıştı. Aslında Amerikan hayranlığı, güç/iktidar hayranlığı idi. Tabi bir de Sovyet tehdidi ve komünizm korkusu vardı. Kendisine güvenmediği için, güvenecek bir geleneği, altyapısı olmadığı için sarılıp durdu ABD’ye. Şimdi ise, dünya çapında yapılan kamuoyu anketlerinde, Türkiye, Amerika’dan en çok nefret eden ülkeler listesinde en başta.

İktidar düzeyinde ABD ile ilişkilerimiz çok iyi idi. Türkiye’deki hükümetler, siyasi-ideolojik tercihlerinden bağımsız olarak ABD ne derse onu yapıyordu. Bir, Ecevit’in itirazı kalmıştır akıllarda.

Toplum ve kültür düzeyinde de olumlu bir referanstı Amerika. ‘’Abi, adamlar çok pragmatik!’’.  Tophane’deki Amerikan pazarını hatırlayan vardır değil mi? ‘’Bizim hanım Salem’den başka sigara içmez’’.

Gül gibi geçinip gidiyordu devletimiz ABD ile. Gerçi 68 fırtınası sırasında devrimci gençlerin Amerikan 6. Filosunun askerlerini Dolmabahçe’de denize dökmeleri, ODTÜ’lü öğrencilerin Amerika Büyükelçisinin arabasını yakması, büyük kentlerde Amerika aleyhtarı mitingler tekere çomak sokuyordu ama Türk güvenlik güçleri ‘’dost ve müttefik’’ bir ülkeye yönelik bu eylemleri şiddetle bastırıyordu.

Bugün iktidarda olan İslamcıların ağabeyleri babaları, Komünizmle Mücadele Derneklerinden geçtikleri için de, Kanlı Pazarlarda olsun, genelevlerin boya badana işlerinde olsun, devletimize yardımcı oluyorlardı.

Bunca yılın hukuku vardı Ankara ile Washington arasında. Ama son dönemde iki büyük takoz, ihtilafı çok üst düzeye çıkardı: ABD’nin özellikle Suriye ve Irak’ta Kürtleri siyasi ve askeri olarak desteklemesi bir de meşum Reza Sarraf hadisesi. Fetullah Gülen’in iade talebi de var ama herkes biliyor ki, Washington Gülen’i iade etmez, ederse de Gülen buraya gelip konuşursa suç ortağı için pek hayırlı olmaz.

İhtilaf adım adım keskinleşirken, ABD yargısı Erdoğan’ın Washington’da protestocu döven korumalarına dava açtı. Aynı yargı,   Erdoğan’ın bir bakanını Sarraf davasına sanık olarak ekledi. Erdoğan rejimi karşılık olarak Türkiye’deki ABD temsilciliklerinde çalışan en az üç TC yurttaşını gözaltına aldı. Satrançta karşı tarafın hamlesi sert oldu: Vize işlemleri süresiz olarak durduruldu.

Erdoğan, bu konuda önce ‘’çok üzüldüğünü’’ söyledi, sonra da ABD’nin vize yaptırım kararını açıklayan bildiriyi aynen Washinton’a iade etti. Gerçi Türkiye, ABD vatandaşlarına zaten vize uygulamıyordu ama olsun, maksat içeride ABD’ye karşı vatan ve Türklük savunması yapan bir lider imajı yaratmaktı.

Ancak, bu işler, Edirne-Hakkari hattındaki anormallikleri 80 milyona anlattığın şekilde,  dünya efkar-ı umumiyesine inandırıcı bir şekilde aktarılamıyor. Global medya bu aralar, Türkiye’deki tüm muhalefetin resmi yayın organı gibi.

Şark kurnazlığına bakın ki, Erdoğan, vize uygulamasının durdurulmasını Ankara’daki Büyükelçinin neredeyse şahsi girişimi olarak görmek ve göstermek istedi. Washington anında açıklama yaptı: ‘’Vize kararı, Dışişleri Bakanlığı, Ulusal Güvenlik Ajansı ve Beyaz Saray’ın koordinesi ile yapılmıştır’’. Hem sonra böylesine bir kararın tek başına bir Büyükelçi tarafından alınamayacağını bilmiyor mu bu alt akıl?

Erdoğan, ABD’nin Kürtlere sağladığı desteği kesmeyeceğini de anladığı için çaresiz. Üstelik Sarraf hadisesinde ziller fena çalıyor: Tenakuzlar abidesi Erdoğan, önce ‘’Hayırsever bir iş adamı’’ olarak nitelediği Sarraf için,  ilk tutuklandığında,  ‘’ Bu durum bizi ilgilendirmez’’ mealinde bir açıklama yaptı. İş ciddiyete binince,  ‘’Yurtdışında hapse düşen benim vatandaşımla tabi ki ilgileneceğim’’ söylemi devreye girdi. Son olarak belli ki, kendi deyimiyle ‘’pis kokular’’ artık Okyanusu aşmış, ‘’Sarraf’ı itirafçı yapmak için zorluyorlar’’ dedi. Etekler tutuştu galiba. Ne biçim açıklama bu? İtirafçı kime denir? Suç işleyen ya da başka birisinin işlediği suçu bilen birisinin sözkonusu suçları açığa vurması, itiraf etmesi… Sarraf kendi işlediği suçları nasıl işlediğini anlatırsa, ya da başkalarının işlediği suçları ortaya dökerse, iddianamede ‘’Boss’’ (Yani Patron, milli ve yerli bir tercüme ile Reis) kod adıyla geçen şahıs, acaip bir duruma düşer. 

İlginçtir medyada arada bir görülen küçük bir istihbaratçı, Bakan Zafer Çağlayan- Reza Sarraf hadisesinin bir ‘’Devlet Projesi’’ olduğunu söyledi. Akım derken… Bu açıklamayı tekzip eden çıkmadı. New York’daki savcının dosyasını girmiş midir bu istihbari bilgi? Küçük istihbaratçı İngilizce biliyormuş, bir zahmet New York’a gidip duruşmada bu konuda açıklama yapar mı? Sözkonusu olan devlet olunca, gerisi teferruat değil mi?

1949’da saptanan hedef ‘’Küçük Amerika’’ olmaktı. 2002’den yani AKP iktidarından bu yana bu hedef revize edildi ve uygulamada, ABD’nin ‘’Mid-west’’ tabir edilen orta-batı’daki taşra bölgesi ile Körfez ülkelerinin sentezi haline getirildi Türkiye.

Daha da vahimi, ‘’Küçük Amerika’’ olacaktık. Galiba ‘’Büyük Kore’’ oluyoruz. Kuzeydeki…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi