Hannah Arendt’le Berlin’de

Tarih Müzesinde ablamın sergisine gittim. 70 yıl önce yazdıklarıyla sanki bugünü öngörmüş. Totalitarizm, Kötülüğün Sıradanlığı, Faşizmin iç yüzü ve hedefleri… Dersin ki bizimkini biliyor.

Türkiye-Almanya Kültür Forumu yöneticisi Osman Okkan’ın organize ettiği, Alman Gazeteciler Birliği, Cem Özdemir, Günther Wallraff, Fatih Akın, Aydın Engin, Zülfü Livaneli ile Türkiyeli ve Alman daha bir çok yazar, sanatçı, aydının desteklediği ‘’Ortadoğu’da Barış, Türkiye’de Demokrasi’’ konulu basın toplantısını izlemek üzere Salı günü Berlin’deyim.  Bir-iki teknik aksaklık dışında toplantı iyi idi. Amaç Alman kamuoyuna Türkiye’deki son durum hakkında bilgi vermek, Türkiye’de barış ve demokrasi için mücadele eden kesimlerin sesini duyurmak ve onlarla dayanışmayı yaygınlaştırmaktı. Alman medyasında olumlu yankılar yayınlandı. 

Berlin deyince benim aklıma gelen üç sözcük, Talat Paşa, Leonard Cohen ve Cabaret filmi olur. 

1915 Soykırımının en önemli sorumlusunun Almanya başkentinde bir cinayete kurban gitmesi yerine uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanmasını tercih ederdim.

Cohen, bir şarkısında ‘’Önce Manhattan’ı fethedeceğiz sonra da Berlin’i’’ der. Bir başka şarkısında da ‘’Geri ver bana Berlin Duvarını’’ dizesi var. Arabayla dolaşırken, kimse unutmasın diye duvarın geçtiği güzergahın taşlarla döşenmiş olduğunu gördük. 

Ve nihayet Cabaret, 1972 yılında Bob Fosse’un, Liza Minnelli Michael York ve Joel Grey ile çektiği film. Nazi dönemi Berlin’ini en iyi tasvir eden film. 

Can Dündar geçen ay söz etmişti: Berlin’de Hannah Arendt (1906-1975) sergisi başladı, mutlaka görmelisin. 

Müze sabah saat onda açılıyor, 09.30’da gittik, 15-20 metre kuyruk vardı ‘’Hannah Arendt ve 20 yüzyıl’’ sergisini görmek  için. 

1992 Özgür Gündem’den arkadaşım Maşo’nun rehberliğinde Berlin’i gezerken Rudi Dutschke caddesinden geçip Gorki Tiyatrosunun hemen önündeki Tarih Müzesinin yeni binasına vardık. Bu bölge eski Doğu Berlin. Dutschke, Marksist bir sosyolog ve aktivist, 1968’de silahlı bir saldırıya uğruyor, 11 yıl sonra ölüyor. Bugün adı Berlin’in ana caddelerinden birinde yaşıyor.


Kitapların yakıldığı alan

Maşo sağolsun, beni önce vakti zamanında Hitler’in 10 Mayıs 1933 gecesi  kitapları yaktığı alana götürdü. Alan, Hukuk Fakültesi ile Konservatuarın arasında olduğu gibi duruyor. Alanın altına boş bir kütüphane yapmışlar. Anma plaketi olarak da bazı bilgilerin yanısıra Heine’nin (1820) bir sözü: ‘’Kitapları yakanlar bir gün insanları da yakar!’’.


Kitap yakma plaketi ve Heine'nin sözü

İki kat üzerine son derece iyi düzenlenmiş bir sergi. Görsellerle yazılı bilgiler iyi dengelenmiş. Arendt’in el yazmaları, kişisel eşyaları da vardı bir köşede. Kitapları, TV söyleşileri de iyi teşhir edilmiş.  Dahası hocaları, arkadaşları da ayrı birer ‘flyer’larda sergiye konuk gelmişti. 1945’e kadar Nazi Partisi üyesi, Hitler döneminin Üniversite rektörü Heidegger (Haliyle hoşlanmam!) için merkezi bir mekanda neredeyse ayrı bir köşe ayrılmış iken, Walter Benjamin için kenarda köşede bir flyer vardı sadece.


Gorki tiyatrosu ve Tarih Müzesi arasında Arendt sergisi

Hannah ailesiyle birlikte 3 yaşında iken Doğu Prusya’nın başkenti sayılan Königsberg’e taşınmış. Roger Waters da bir şarkısında bahseder bu şehirden. Bilerek mi acaba? 

Normalde en az 2 saat ayırmak gerekir. Sonra da eve gidip Arendt külliyatını gözden geçirmek lazım. Bu sefer, Hannah ablamın (Ece Ayhan, takdir ettiği her kadına ‘ablam’ derdi, mesela Fikriye), totalitarizmin kökeni olarak sömürgeciliği işaret etmesi ayrıca emperyalizm ile ırkçılık arasındaki bağları deşmesi de ilginç geldi bana. Serginin kataloğunu alacaktım. Baktım sadece almancası var. Bu aralar turistler neredeyse hiçbir yere gidemedikleri için Müze de, az satılır kaygısıyla olsa gerek, kataloğun ingilizcesini ya da fransızcasını yayınlamamış.   

Nazi Almanya’sından kurtulduktan sonra ABD’ye sığınıp akademik hayatını orada sürdüren Arendt’in, İsrail ve Yahudilikle ilişkisi de önemli. Özellikle son dönemlerinde Yahudiliğin Siyonizmle vazgeçilemez nikahının ardından bu akımdaki milliyetçiliği saptayıp Yahudilikten uzak durmaya başlaması takdire şayan.   

Arendt, feminizm konusuna zamanında pek eğilmemiş. Belki de kasıtlı olarak ilgilenmemiş diyebiliriz ama 45 yıl önce bile kadın meselesi, vücut gibi konuların mahremiyete girmediğini, bu konuların da siyasi meseleler olduğunu yazmış.

Bilmiyordum, Hannah ABD’de son yıllarda fotoğrafçılığa  merak salmış. Kendisine hediye edilen küçük bir fotoğraf makinesi ile özellikle yakınlarının, arkadaşlarının portrelerini çekmiş. Profesyonel fotografçı kadar mahir ve usta işi eserler de vardı sergide. Arthur Rimbaud (1854-1891) da, son yıllarında fotoğrafçılığa merak salmıştı. Dahilerin ortak yanı… 

Arendt, çok güncel bir filozof. Her ne kadar o kendisini sadece bir siyaset bilimcisi olarak görse de. Bugün, uluslararası güncel sorunlara ilişkin değerlendirmelerin çoğunda Almanya 1933-45 göndermesi/hatırlatması var. Totalitarizm, Trump’tan Putin’e, Erdoğan’dan Bolsonaro’ya kadar bir çok liderin önemli bir boyutu. Xi Ping’i de unutmayalım.

Bugünkü Tek Adam ya da genel olarak İstibdat rejimlerinin altyapısını, geçmişini anlayabilmek için ablamın eserlerini okumak, incelemek şart. Tabi ki tartışmalı yanları da yok değil. Stalin döneminde yaşadığı için olsa gerek, sosyalizme, sola oldukça uzak bir kadın. Ciddi bir kapitalizm eleştirisi de yok kendisinde. Olsun, her siyaset düşünüründen yüreğimizdeki ve aklımızdaki ideal meziyetleri arayıp bulamazsak, onu dışlamanın, onu hor görmenin alemi yok. Hele ablam gibi totalitarizmi güzelce ayıklamış bir kadının yapıp yazdıklarından esinlensek bile yeter.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi