Ümit Kardaş
Haysiyet kaybının vardığı son nokta: Yok öyle! Burası Türkiye
Nasıl da çaresizdiler
kadere teslim
o nurluydular
vahşilere yem oldular
Roboski’de savaş uçakları çocukları parçaladı. Afyon’da askerler depoda yandı. Soma’da 301 madenci ağır ihmaller zinciri sonucu hayatını kaybetti. Bartın’da 41 madenci de aynı akıbete uğradı.
Şırnak’ın Uludere (Qilaban) ilçesine bağlı Roboski köyünde 28 Aralık 2011 tarihinde savaş uçaklarının gerçekleştirdiği bombardıman sonucu çoğu çocuk 34 sivil yurttaş yaşamını yitirdi. Olayla ilgili soruşturmayı yürüten Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, görevsizlik kararı vererek dosyayı Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’na gönderdi. Askeri Savcılık kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi ve dosya kapandı.
İktidar ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bölgenin çaresizliğinin doğurduğu sonuçları illegal faaliyet kapsamına soktu ve öldürülenlere sahip çıkanları terörle özdeşleştirmeye kalktı. Bizzat başbakan, Genelkurmaya ve komuta kademesine teşekkür etti. Hukuk, vicdan sükut etti. Sorumluluk sahibi olan başbakan, milli savunma bakanı,genelkurmay başkanı istifa etmediler.
Soma’da 13 Mayıs 2014’te meydana gelen maden faciasında 301 maden işçisi öldü, aslında alabildiğine istismar edilerek adım adım ölüme gönderildiler. 301 maden işçisinin ölümünden sorumlu olanlar yargılanmadı.
Başbakanlık genelgesiyle imar müsaadeleri, ihaleler, özelleştirmeler, ruhsat vermeler, kiralamalar tek elde toplandı., Bunlar çevreye dağıtılırken çalışanın iş güvenliği, insan yaşamı ve onuru esas alınmadan sadece rant ve kar düşünüldü.
Kömür payı karşılığında kiralama (redevans) sistemiyle işletmesi devredilen madenlerin devlette iken zarar ettiği gerçeği karşısında bu madenlerin şirketin elinde nasıl kara geçeceği, bu karın nasıl elde edileceği araştırılmadı ,iş güvenliği ve işçi sağlığı konusundaki standartlar güvenceye alınmadı.
Ortada insan hayatını hiçe sayan bir vahşet durumu vardı. Yargılananlar maden sahipleri ve mühendislerle sınırlı kaldı. Bakanlık müfettişlerinin yargılanmasına bakan izin vermedi. Sorumlu olan başbakan ile ilgili iki bakan istifa etmedi.
Bartın’da göz göre göre yaşanan faciada da aynı gelişmeleri izliyoruz. Tanık anlatımlarından anlaşılıyor ki, madende gaz kaçağı olduğu hissedilmesine rağmen, müdahalede gevşek davranılmış, madenin derhal kapatılması ve sorunun giderilmesi gerekirken madenciler bile bile ( hukukta olası kast ) ölüm riski altında çalıştırılmış. Nitekim Sayıştay raporunda tehlikenin gelmekte olduğu da açıkça belirtilmiş.
Bütün bu vahim olaylar karşısında yetki ve sorumluluğun sahibi olan Recep Tayyip Erdoğan yaşananları fıtrat, kader, gibi kavramlar üzerinden doğallaştırarak, kendini, bakanlarını ve bürokratlarını sorumsuz kılma gayretine girmekte.
İktidarın sınırsız gücü İslam’ın kadim referanslarını unutturmuş gözüküyor. Hazreti Ömer’in “En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” “Dicle kenarında bir kurt bir koyunu yese, Allah’ın adaleti gelir onu Ömer’den sorar.” sözleriyle bir bağlarının kalmadığı anlaşılıyor.
Milletvekilleri gördükleri şeyleri dahi inkar edecek derecede korkuyor, danışman kadroları gazetelere, televizyonlara, ajanslara ayar veriyor. Siyaset, bürokrasi ve medyanın önemli bir bölümü hakikatin peşinde değil. Vicdanlar berhava, ahlak sükutta.
Yaşanan tüm facialarda maddi gerçeğe ulaşmanın, yönetenlerin sorumluluğunu belirlemenin yolları tıkanmakta. Nitekim son çıkan “Sansür Yasası”nın bu gibi olayların örtbas edilmesine yarayacağı halkın haber alma hakkının engelleneceği anlaşılmakta.
Oysa Batı ve Doğu siyaset kültüründe bu tür ağır sonuçları olan olaylar yaşandığında sorumluluğu kabullenerek istifa etme geleneği var.
Güney Kore Başbakanı Chung Hong-won, 16 Nisan 2014’te yaşanan 276 öğrencinin hayatını kaybettiği feribot kazası nedeniyle; “Kayıp ailelerinin çığlıkları yüzünden hala geceleri uyuyamıyorum”; diyerek görevinden istifa etti.
Bizde yaşanan bu her türlü insani facianın siyasi sorumluluğunu üstünden atarak örtbas etme ve bunu araştıranları hain ilan etme kurnazlığı ve aymazlığı nasıl bir kültürden ve dini referanstan neşet ediyor. Bu nasıl ahlaki ve etik bir standarttır ki hiçbir değeri barındırmıyor.
Letonya Başbakanı Valdis Dombrovskis, 2013 yılı Kasım ayında bir alışveriş merkezinin çatısının çökmesi sonucu 54 kişinin ölümüne neden olan faciadan bir hafta sonra siyasi sorumluluğu üstlendiğini belirterek görevinden istifa etti.
Norveç Adalet Bakanı Knut Storberget,77 kişinin hayatını kaybettiği Oslo’daki çifte saldırıda yetersiz kaldığı özeleştirisiyle istifa etti..
Makedonya Ulaştırma ve İletişim Bakanı Mile Janakieski, gölde tekne faciası sonucu 15 turist ölmesi üzerine etik sebeplere dayanarak istifa etti..
Donanma üssünde meydana gelen patlamada 13 kişi ölünce Güney Kıbrıs Rum yönetiminden Savunma Bakanı Costas Papacostas, Genelkurmay Başkanı Petros Tsalikidis ve Dışişleri Bakanı Marcos Kipriyanu istifa etti.
Mısır Ulaştırma Bakanı Rashad al-Mateeni, 49 kişinin öldüğü tren kazası sonucu istifa etti.
Kosta Rika Ulaştırma Bakanı Karla Gonzales, köprü çökmesi sonucu 5 kişinin ölmesi üzerine istifa etti.
Japonya Başbakanı Naoto Kan, Mart 2011’deki büyük deprem sonrası hükümetin kriz yönetiminin yetersiz olduğu eleştirileri üzerine, Ağustos 2011’de istifa etti
Tarım, Orman ve Su İşleri Bakanı Toshikatsu Matsuoka, 2005’te ofis giderlerinin 48.000 dolar oluşu nedeniyle Japon medyasında eleştirilmeye başlandı. Kendisi, bu paranın ofiste çalışanların ve kendisinin musluk suyu değil de arıtılmış su içtiği için harcandığını söyledi. Mayıs 2007’de, Parlamento’nun sorgusuna saatler kala, kendini asarak intihar etti. Yerine geçen Norihiko Akagi, benzer şekilde suçlandı; gider faturalarını gösteremeyince, 1 Ağustos 2007’de görevinden istifa etti.
Japonya Başbakanı Yukio Hatoyama, 2010’da iki gerekçeyle istifa etti. Biri, partinin önemli adamlarından biri olan Ichiro Ozawa’nın yolsuzluk skandalına karışması, diğeriyse Okinawa’daki Amerikan üssünü kapatma sözünü gerçekleştirememesiydi. İstifasında “Eksiklerim çoktu, böyle güzel bir ülkeye liderlik yapma şansı tanıdığınız için teşekkür ederim” dedi.
Bizim siyasetçilerimiz dünyadaki siyasetçilere benzemiyorlardı. Onlar için iktidar ne olursa olsun yapışılacak ve asla terk edilmeyecek bir güç ve rant yeriydi. Hakikat, adalet, özgürlük, eşitlik, insaniyet, insan onuru, haysiyet gibi değerlerin hiçbir önemi yoktu. “Yok öyle ! burası Türkiye”ydi.