Ragıp Zarakolu

Ragıp Zarakolu

İbret-i alem olmanın sırrı

Öyle ya, bu ülkenin “yerli” diye tanımlanabilecek halkları, önce azınlık durumuna düşürülüp, sonra hiçlendirildiği için...

Modern Degbej diye tanımladığım İskan Tolun’un son kitabı "İbret"i de keyifle bir çırpıda okudum, Türkiye’de geleneksel ağalık sisteminden moderniteye geçiş dönemi olan 50’li yılların havasını soludum, Antep ve kırsalında. Doğayı kutsayışını ve mitolojik unsurları kullanışını sevdim. Dersim, 1915, 6/7 Eylül pogromu da, arka planda abartmadan yansır. Sosyalizme yönelmeye başlayan 40’lı yıllar üniversite gençliğinin bir yansımadır "ağaoğlu" Mehmet Ali. Sola yönelen az ağa çocuğu çıkmadı. Sevgiyi yüceltiyor İskan Tolun, Çoban İsmail/Ayşecik karakterleri ile, kötünün karşısında iyinin direnişini ve sonunda galebe çalmasını da. Ayşecik birazcık da yaz açık sinemalarında Anadolu’yu silkeliyen Ayşeciğin yansımasıdır. Arka planda ise Anuş teyzenin Hay yalı kadın bilgeliği ile yansır. Yaşar Kemal deseniz trende karşılaşılan genç bir gazeteci/yazar olarak selam çalar size. Ne de olsa İskan Tolun da aynı ekolden diyebiliriz.

Ve kitabın kötü karakteri, acımasız, canavarlaşmış Yavuz ise, aslında ülkedeki militarizmin, vatani görev diye dayatılan zorunlu askerlik sisteminin bir kurbanıdır.  Ama 12 yaşındaki Esma da onun kurbanı olacaktır. Genç kadın Ayşecik ise direngenliği temsil eder. Tam da kadına yönelik şiddeti engellemeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesinin, 12 yaşındaki kızların evlendirilmesinin şer’i olarak caiz olduğunun tartışıldığı günlerde okunacak bir kitap.

Bu arada İskan Tolun’un anlatısının, film yapmaya müsait olduğunu anımsatmak isterim.

Bu arada elimde yine İHD’nin asi ruhlu miltanı diye tanımlayabileceğim, Yelda’nın "İstanbul’da ve Diyarbakır’da Azalırken adlı kitabı verdi. Yakın bir dost çifte armağan etmeden hızlıca okudum yeniden. Ben 2013 yılında elveda dedim ülkeye, Yelda 1998’de. Uzak görüşlülük diye buna derim.

1998 yılında Paris’te Taner Akçam ve Yelda ile ilk "Diyalog" toplantısına katılmıştık. CRDA (Ermeni Diyasporası Araştırma Merkezi) Başkanı Jean Claude Kebapçıyan’ın yönetici olduğu "Kopuştan Diyaloğa" başlıklı toplantının Kürt ayağını ise Paris Kürt Enstitüsü başkanı Kendal Nezan temsil ediyordu.  Aynı günlerde Kültür Bakanı Jac, Sorbonne Üniversitesi'nde akademik bir konferans düzenlenmişti  

pastedGraphic.png

Yelda, İstanbul İHD Şubesinin Azınlık Hakları Komisyonu'nun kurucu üyelerinden biriydi. 6-7 Eylül Pogronu'na ilişkin ilk sergiyi bu komisyon hazırlamıştı. Ardından Tuzla Ermeni Yetimhanesi sergisini. Daha sonra komisyonun adı Irkçılığa karşı komisyon olarak değiştirilecekti. "Azınlık" kavramı tartışmalı olduğu için.

Öyle ya, bu ülkenin "yerli" diye tanımlanabilecek halkları, önce azınlık durumuna düşürülüp, sonra hiçlendirildiği için, 1. Dünya Savaşı sonrası çok uluslu imparatorlukların dağılmasından sonra Orta ve Doğu Avrupa ve yükselen yeni ulus devletlerde, çoğunluk konumunda olmayan halkların haklarını korumak için icat edilmiş bir kavramdı.

Ama hangi ulus devlet taktı ki azınlık haklarını? Tam tersine daha bir hedef haline geldiler. Ve onların haklarını sözde savunma misyonu üstlenen büyük devletlerin kılı bile kıpırdamadı.

Ermeni Reformu da sözde uluslararası 1878 Uluslararası Barış Antlaşmasının güvencesi altındaydı. Hatta 1914 yılında İttihat Darbe hükümetine bu kabul ettirildi. Ama bir yıl sonra 1915 soykırımını önleme açısından hiçbir işe yaramadı.

Öte yandan gerek çiçeği burnunda Sovyet devriminin de benimsediği, "kendi kaderini tayin hakkı" da biraz, yükselen Alman emperyalizminin kuyruğuna takılan Avusturya Macaristan İmparatorluğunu cezalandırmak için, dağılmasını meşrulaştırmak için kullanılmamış mıydı?

İlginçtir, ilk yükseliş döneminde Kuvayi Milliye hareketi de, "ya bizim, Türklerin kendi kaderini tayin etme hakkı ne olacak" diye feryat etmemiş miydi? 

1929 büyük ekonomik krizi nedeniyle kendi dertlerine düşmüşlerdi büyük güçler ve azınlık haklarının çiğnenmesi, pogromların başlaması ve nihayet bunun holokost düzeyine varmasını engellemede hiçbir işe yaramadılar.

Pıtrak başı gibi ortalığı Führerler kaplamıştı 30’ların dünyasında. Sahi biz de Milli Şef vardı değil mi?

Şimdi aynı coğrafya, Macaristan, Polonya, Avusturya 30’ların iklimine dönüverdi.

Onun için bizim o iklime dönüşümüz şaşırtıcı değil.

Yükselen yeni Sovyet klaturasının çocukları kendi kaderini tayin hakkını kullanan eski Sovyet Cumhuriyetlerinin yeni "Başkanları" oldular ömür boyu.

Eski Çeka/NKVD/KGB elemanları ise yükselen oligarkların korumaları!

Biz de ne oligarklar türedi ya, devlet şemsiyesi altında!

Ve onlardan biri de Yeni Çar olmaz mı? Korona günlerinde, Putin’in yükselişini anlatan harika bir dizi izledik. Putin, 2038’e kadar Başkanlığı garantiledi, anayasal değişiklik ile.

Neymiş ya bu Anayasal değişiklik. Biz de bu filmi gördük daha önce.

Zaten Trump başkan seçilince, şimdi ne olacak sorusunu yöneltenlere, Türkiye’ye bakın dememişler miydi, yarı şaka.

Başkanlık sistemi tartışmaya açıldığında, ben de eğer başkanlık kurulunca ne olacağını merak ediyorsanız, Türki Cumhuriyetlere bakın demiştim bende. Maşaallah Sovyet nomenklaturasının elemanları onar yılları deviriverdi. Bizim neyimiz eksik, Kemalist devlet erkanı içinden mütedeyyin klatura yükselmesine şaşırmamak lazım. 

Bu arada Revanna gibi harika mozaiklerin sergilendiği Kariye Müzesi de sessizce cami yapılıverdi.

Ama kimse de tepki verecek takat kalmadı. Artık gazetecilik açısından eski kiliseyi cami yapmanın haber değeri kalmadı. Aynı adamın ısırılmasının bir haber niteliği olmadığı gibi... Ancak tersi olursa haber olabilir. Ama bir kilisenin onarılması haberi de değer taşımıyor, binlerce harabe ortada iken. Ve onarılan kilisenin cami olmayacağının bir garantisi yok çünkü.

Hatta, insanın bazen bu harabeleri onarın yeter ki, ister cami ister ne istiyorsanız onu yapın demesi geliyor. Anadolu’nun engin tarihi kültür mirası 100 yıldır acımasızca yok edilirken. 

Reklamın iyisi kötüsü olmaz. Önemli olan hep ekranı işgal etmek! Bazen müjde vererek mesela!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Zarakolu Arşivi