Ragıp Duran
İdlib'e giderken Afrin'den olmak
Tek Adam'ın dış politikası iflas etti. Özellikle Ortadoğu'da Ankara, amiyane tabirle çarşafa dolanmış durumda. Bunu Suriye'de çok net bir şekilde görmek mümkün. Artık yandaş medya ya da kendi kendine gelin güvey olan dört Bakan'ın AB ile yakınlaşma show'u bile çıkmazı gizleyemiyor.
ABD, Rusya ve AB'nin Suriye'de halihazırdaki en sağlam müttefiki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Kürtlerin önderliğinde ülkenin yaklaşık olarak üçte birini denetliyor ve yönetiyor. SDG bir süredir Şam rejimi ile temaslarını yoğunlaştırdı.
Erdoğan ise, sanki bir ülkenin komşularını seçme hatta tayin etme yetkisi varmış gibi, IŞİD'i Suriye'nin kuzey sınır bölgelerine yerleştirmeyi düşlüyordu. YPG-YPJ, koalisyon güçlerinin desteği ile IŞİD'i bölgeden büyük ölçüde çıkarttı. Bölgenin Kürt nüfusunu, ''PYD, PKK'ye benziyor'' bahanesiyle yerinden etme ve bu bölgelere kendisinin ve yandaşlarının yerleşme planları da suya düşmüş durumda. Erdoğan'ın, Can Dündar ve Cumhuriyet gazetesine neden kin tuttuğunu da artık daha açık anlayabiliyoruz. Moskova, IŞİD'in Irak'tan Türkiye'ye Erdoğan'a yakın isimler aracılığıyla petrol sattığını, uydu görüntüleri ile kanıtlamıştı. BM belgelerinde de, Türkiye-Suriye sınır hattında kuzeyden güneye illegal cihatçı geçişleri saptanmıştı. Ama Erdoğan bu konuda Putin karşısında son derece sessiz ve efendi bir lider görünümde.
Suriye üzerinde, iki buçuğu yerli olmak üzere toplam sekiz askeri ve siyasi güç, bazen doğrudan bazen vekilleri aracılığıyla egemenlik kurmak, denetimi güçlendirmek ve yaymak amacında: Şam rejimi ve SDG iki yerli güç, yarım güç dediğim sayıları 15-20 arasında değişen Cihatçı grup ve grupçuklar ki, çok azı Suriyeli. Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Malezya, Endonezya, Türkiye ile az sayıda da olsa Batı Avrupa ülkelerinin yurttaşı olan silahlı cihatçılar söz konusu olan. Rusya, ABD, İran, İsrail ve Türkiye de diğer aktörler. Bu sekiz gücün kendi aralarındaki ilişki ve dengeler, konjonktüre bağlı olarak değişebiliyor.
Suriye'de aslında siyasi-askeri-diplomatik satranç oynanıyor. Biraz farklı bir satranç. Çünkü üst üste konmuş toplam 8 satranç tahtası ve 8 oyuncu var. Her bir oyuncunun her bir hamlesi 8 farklı tahtada eşzamanlı olarak bazen aynı bazen farklı taşların yer değiştirmesine neden oluyor. Bir tahtada Şah diyorsunuz ama o hamleniz, bir başka tahtada kalenizin kaybına yol açıyor.
Musa Özuğurlu'nun yazı ve televizyondaki değerlendirmeleri, ile Aydın Selcen, Fehim Taştekin ve Fehim Işık'ın yorumlarının yanısıra bu hafta içinde bizim sitede yayınlanan üç yazı, Suriye ve İdlib konusunda ayrıntılı bilgiler içeriyor.
2011'den, yani savaşın başladığından bu yana, sürece/gelişmelere baktığımızda tablo aslında yeteri kadar berrak:
Ankara'nın düştü düşecek dediği Esad rejimi hala ayakta hatta giderek güç kazanıyor. Artık Mehmet Barlas ve Ertuğrul Özkök bile Erdoğan'ın Esad ile uzlaşması gerektiğini yazıyor.
Eskiden Suriye'de neredeyse sembolik bir kuvveti olan Rusya, bugün tayin edici bir aktör haline geldi. ABD ise, Beyaz Saray-Dışişleri-Pentagon'un Suriye'de kalmak ya da geri çekilmek konusunda çelişkili açıklamalarına rağmen, bölgede halen en az Rusya kadar etkili bir devlet. Iran, gerek Hizbullah gerekse Kasım Süleymani sayesinde ve özellikle de Esad ile iyi ilişkileri sayesinde rejimin önemli bir destekçisi. İsrail, Moskova ile anlaşıp, Suriye'de İran etkisini kırmak için çalışıyor. Ankara ise iç politikada ''PKK'nin Suriye kolu PYD'ye karşı sınırlarımızı ve milli birlik ve beraberliğimizi korumak amacıyla ve terörizme karşı mücadele'' adı altında, Suriye topraklarının bir bölümünü denetimi ve idaresi altına almanın derdinde.
Ankara, Suriye'de Afrin dahil yaklaşık 4bin km2'lik bir alanı denetlediğini söylüyor. Bu denetim, kâh doğrudan TSK'nin denetimi kâh ÖSO adı altında toparlanan çeşitli cihatçı örgütlerin baskısı altındaki bölge ve nüfuslar üzerinde uygulanmaya çalışılıyor.
Erdoğan, son zamanlarda Mınbiç'den neredeyse hiç sözetmiyor ama Esad'ın İdlib'i geri alma girişimine karşı bir süredir yoğun bir diplomatik seferberlik başlattı. Ankara çıkmazda. Çünkü İdlib'de toplanmış olan, Esad, Rusya, ABD, İran ve İsrail tarafından terörist olarak nitelenen cihatçı örgütlerin önemli bir kısmı aslında TSK'nın askeri, siyasi ve mali olarak desteklediği gruplar. Ankara, Türkiye içinde ağzına almadığı bir görüşü İdlib için önerdi: Teröristlerle sivil halk arasında dikkatlice ayırım yapılmalı! Aslında İdlib'in sivil halkı bir süredir kenti terkediyor. Kalanlar ise cihatçı örgütlerce canlı kalkan olarak kullanılma tehlikesiyle karşı karşıya. Çavuşoğlu'nun açıklamalarından anlıyoruz ki, TSK da İdlib operasyonuna katılmak istedi. Ama bu talebi geri çevrilince bu sefer operasyonu 3 ay erteleme önerisini getirdi. Bu öneri de kabul görmedi. Rica, minnet pek etkili olmadı anlaşılan. Çünkü, Suriye'de cihatçıların son kalesi olan İdlib de, Esad'ın eline geçerken, ya burada kanlı çatışmalar olacak ve TSK'nin desteklediği gruplar imha edilecek ya da kent barışçı bir şekilde teslim olursa sayıları herhalükarda 70 binin üzerinde olduğu tahmin edilen silahlı cihatçı unsurlar Türkiye'ye sığınmak zorunda kalacak. Ankara bu iki opsiyonu da istemiyor. Bir başka ihtimal, bu cihatçı kitleyi SDG bölgelerine yerleştirmek. Ama ona da YPG-YPJ izin vermez herhalde.
Fransız Courrier İnternationale dergisinin son sayısındaki(no 1452 ) kapak ve dosya konusu, ''Orta Doğu: Yeni Düzensizlik''. Amerikan Foreign Affairs'den çevrilen makalelerin yanısıra bölgedeki aktörlerin kısa portreleri sunulmuş. Tek Adam'ın başlığı: Erdoğan'ın Başarısızlıkları. Özet: ''Ekonomik kriz, yolunu şaşırmış dış politika nedeniyle Erdoğan, Sünni dünyanın lideri olamadığı gibi, manevra alanı daraldı ve geçici müttefiklerine (Rusya ve Katar) daha çok bağımlı hale geldi. Erdoğan'ın Suriye politikası bir yenilgidir. Ankara, eskiden lanetlediği Esad rejimine, Moskova'nın baskısı ile taviz vermek zorunda kalabilir.''
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, İdlib meselesi gündeme geldiğinde ''Suriye'ye davetsiz olarak gelen tüm güçler geri çekilmeli'' demişti. Bu tanıma uyan aslında ABD ve Türkiye.
TSK, Moskova'nın hava sahasını açması ve Putin'in SDG'ni ''satması'' sayesinde Afrin'i işgal etmişti. Bugünlerde YPG-YPJ Afrin'de gerilla taktikleri ile işgalci güçleri ve yandaşlarını sürekli olarak rahatsız ediyor.
Erdoğan, şimdiye kadar Türkiye'ye ya da Türk yurttaşlarına tek bir kurşun sıkmamış olan YPG-YPJ'yi terörist olarak ilan edip yabancı bir ülkenin topraklarına girdi ve orada kalıcı olacağını ima eden edimlerde bulundu. Afrin harekatı sırasında ''Erdoğan savaşa zırhlı bir araçla gidiyor ama aracı kullanan Putin. Dolayısıyla Vladimir, Erdoğan'a 'Tamam buraya kadar, siz şimdi inebilirsiniz' dediği zaman, Erdoğan'ın itiraz etme şansı yok'' demiştik. Moskova, şimdi yavaş yavaş ortaya çıkıyor, aslında Erdoğan'ı Suriye'deki cihatçıları likide etmek için kullanmış.
İdlib, Esad rejiminin eline geçtikten sonra, Şam ve Moskova'nın TSK'yı Afrin'den de çıkmaya davet edeceğine dair işaretler var. Çünkü TSK oraya davetsiz olarak ve Moskova'nın göz yummasıyla gelmişti. Şimdi durum değişti.
Tabi meselenin bir başka boyutu daha var ki, onu da Afrin operasyonu sırasında belirtmiştik: "Türk ekonomisi, Suriye'de, Irak'ta ya da başka bir ülkede uzun hatta orta vadeli bir savaşı finanse edebilecek güce sahip değil''. Türk ekonomisi bu aralar harap, perişan. ÖSOcular bile maaşlarını TL olarak değil Suriye pound'u olarak talep etmişler. Yabancı topraklarda askeri birlik beslemek dahası bu askerlerin zaman zaman çatışmalara girmeleri büyük harcamalara yol açıyor. Ölen TSK ya da ÖSO mensuplarının yarattığı trajik sıkıntı yetmezmiş gibi... TSK ile bu besleme örgütlerin yarın öbürgün kendi aralarında sıcak çatışmaya girmeyeceklerini bugün kimse garanti edemiyor.
Dahi Dışişleri Bakanı Davudoğlu'nun başlatıp bir başka siyaset ustasının sürdürdüğü Suriye politikası, ekonominin çökmesindeki en önemli unsurlardan biri olduğu gibi, doğru dürüst yönetilemeyen göçmen krizi, laikliğin yıpranması, prestij kaybı gibi sonuçlara da yol açtı. Kürt karşıtlığını temel parametre alan Erdoğan rejimi, içeride yakıp yıkarak başarı kazandığını zannetse bile, sınır ötesinde kendisinden daha güçlü rakipler karşısında ne yapacağını bilmez durumda.
Nihayet, Batı dünyasında 2000'lerin başında takdirle karşılanan ''Islamiyetle demokrasiyi birleştiren model ülke Türkiye'' ibaresi de arşivin tozlu raflarında çoktan kayboldu gitti. Mevcut yapısal ittifaklarıyla ciddi sorunlar yaşayan, olası müttefiklerine güven vermeyen, bölgede dosttan çok düşmanı olan Ankara, fetihçi, mezhepçi ve maceracı politikalarının bedelini ağır ödüyor.
Ankara bölgede ve dünyanın diğer yörelerinde, zigzag çizen, sürekli değişen, ilkesiz politikaları nedeniyle artık ciddiye bile alınmayan, ama gerektiğinde bazı devletlerin çıkarlarına hizmet edebilecek bir güç durumuna düşüyor. Esat bir gün kanka, ertesi gün terörist. Merkel bir gün Nazi, ertesi gün AB'nin lokomotifi. Trump seçildiği gün Büyük Türk Dostu, üç gün sonra emperyalist. Putin bir gün Yeni Çar, ertesi gün müttefik. Tahran bir gün Şii belası, ertesi gün büyük dost. Böyle bir anlayışla kim uzlaşır, kim güven duyar bu omurgasızlığa?
İsterseniz canımızı sıkmayalım bu ters konularla. Bakın mesela ne güzel, ne medeni bir tartışma var süregelen: Menemen soğanlı mı olmalı soğansız mı?
Konstantinopolis düşerken de meleklerin cinsiyeti çok popüler bir tartışma konusu idi.