Erdoğan, İngiltere'nin arabuluculuğuna hazır mı?

AKP ve Erdoğan Kürt hareketini güçten düşürebilseydi bugün tamamen farklı şeyler konuşuyor olabilirdik. PKK, bizzat Erdoğan’ın da ikrar ettiği gibi güçten düşmedi.

Democratic Progress Institute (DPI), Türkçe adıyla Demokrasi Geliştirme Enstitüsü’nün 11 Nisan’da AKP’nin Erdoğan’dan bağımsız hareket etmeyeceği çok açık olan 3 eski bakanına Londra’da ev sahipliği yapması, AKP’nin üst düzey yönetimindeki görevlerini sürdüren bu bakanlar ile ‘Çatışma Çözümleri’ alanında uluslararası girişimlerde bulunmuş, arabuluculuk üstlenmiş Tony Blair’in eski danışmanlarından Jonathan Powell, arabuluculuk konusunda uzman Jonathan Cohen, İngiltere’nin Kuzey İrlanda Ofisi’nin eski siyasi direktörlerinden Sir Bill Jefrey, eski İrlanda Dışişleri Bakanlarından Dermot Ahern gibi uzmanları bir araya getirmesi, medyada tartışma konusu oldu. Konu aslında DPI’ın kendi sitesinde fotoğraflarını ve ‘bilgilerini’ paylaştığı ‘açık’ bir toplantıyı, Yeniçağ gazetesi yazarı Ahmet Takan’ın köşesinde yazması ile tartışılmaya başlandı.

Bu toplantının bunca dikkat çekmesinin bir nedeni de yeni bir seçim dönemine girilmesi.

DPI’ın 18-20 Kasım 2016’da İsviçre’nin başkenti Cenevre’de yaptığı "Çatışma, Kriz ve Medyanın Rolü" başlıklı yuvarlak masa toplantısına katılan gazetecilerden biriyim. Öncesini de bildiğim bu kurumla direkt olarak ilk kez bu toplantıda karşılaştım. DPI’ın internet sitesinde katıldığım bu toplantının fotoğrafları var.

Bu toplantının hemen akabinde, 4 Mart 2017’de Ankara’da yapılan "Zor Zamanlarda Diyalog: Kuzey İrlanda ve Filipinler Örneği" başlıklı yuvarlak masa toplantısına da davet edildim, ancak koşullarım elvermediği için bu toplantıya katılamadım.

İsviçre’deki toplantıya da, Ankara’dakine de, farklı düşünen çokça insan katıldı.

DPI esasen adını farklı zamanlarda yaptığı diyalog toplantıları ve gezileri ile duyurdu. Türkiye’de basının ilgi gösterdiği söz konusu toplantılara Meclis’te temsil edilen tüm partiler katılmış, bu partilerin temsilcileri özellikle çatışma çözümlerinde rol alan birçok şahsiyetle bir araya gelerek görüş alışverişinde bulunmuştu.

Söz konusu gezilerin, diyalog geliştirme toplantılarının yapıldığı dönemlerde, bu toplantılara katılanları ulusalcı medyanın yanı sıra en çok Cemaat medyası ile MHP’ye yakın medya diline dolamıştı. AKP’ye yakın medyadan ise daha çok Akit gibi radikal İslam’ın temsilciliğine soyunan medya katılanlara verip veriştirmişti. Diğerleri genellikle haberlerin vermeyle veya görmezden gelmeyle yetinmişti.

Türkiye medyasında olumlu olumsuz ses getiren bu toplantılara katılan meslektaşlarla, siyasetçilerle, akademisyenlerle zamanında konuşmuştum. Katılımcılar, toplantılar süresince önemli görüşmeler yaptıklarını, ciddi deneyimler paylaştıklarını söylüyorlardı.

DPI’ın yürütücülüğünü yaptığı toplantılar altını çizmek gerekir ki özellikle Oslo’daki çözüm süreci bozulduktan sonra başladı.

Oslo Süreci’ni bilenlerimiz vardır. 2008’in sonlarına doğru İngiltere’nin girişimiyle başlayan ve PKK yöneticileri ile devlet görevlilerinin aynı masa etrafında buluşarak yürüttüğü süreçti. Nihayetinde 2011’de Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde yaşanan bir çatışma ile son buldu ve başlayan ağır çatışmalar, 2012’nin son aylarına kadar sürdü.

2013’te başlayan Çözüm Süreci sırasında, DPI da çalışmalarına hız verdi. DPI’ın bu dönemde öne çıkardığı nokta, ‘hiçbir çözüm arabulucusuz sonuca ulaşmadı’ biçiminde özetlenebilir. Bu nedenle olacak DPI’ın neredeyse tüm girişimlerinde arabuluculu çözümlerin örneklemeleri vardı. Katılımcılara, çatışmalı sorunların çözümünde sorumluluk üstlenmiş resmi arabulucular üzerinden sonuca taşınan veya sekteye uğrayan süreçlerin deneyimleri aktarılıyordu.

DPI bu çalışmaları yaparken 2013 Çözüm Süreci’nde dikkat çeken nokta, bir arabulucunun olmaması, HDP-PKK-Devlet-AKP ekseninde yürütülen görüşmelerle sonuç alınmak istenmesiydi. Görünen o DPI taraflara kendi bakışını dolaylı girişimlerle aktarıyor, ‘arabulucusuz çözüm olmaz’ üzerinden çalışmalar yürüterek 2013’te başlayan Çözüm Süreci’ni etkilemek istiyordu. Hiç kuşku yok bu bakışın aynı zamanda İngiliz devletinin bakışı olduğunu da biliyoruz.

2015’te Çözüm Süreci resmen sona erdi. Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinden önce masayı devirdi, sonrasında ise çatışmalar yeniden şiddetlenerek başladı. Ancak ilginçtir, DPI hiçbir zaman devreden çıkmadı. Hatta belki daha da rahatladı. Öncesinde Cemaat ile sorunlu olduğu görünen DPI, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra devlet içinde kümelenmiş Cemaat eksenindeki güçlerin aleyhlerine hazırladığı binlerce sayfalık raporlara da ulaştı. Bu raporların, AKP’ye yakın isimler tarafından bu kuruma ulaştırıldığını tahmin ediyoruz dersek, yanılmayız.

Cemaat’in olumsuz raporları AKP ile diyalogu güçlendirmiş olmalı ki hiç kimsenin diyaloga girmediği, düşmanlaşmanın en üst noktada ifade edildiği bir dönemde DPI, hükümet ile Kürt çevrelerini bir araya getirmeyi başarabildi. Hatta bu bir araya gelişlerin tümünden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bilgisinin olduğu ve AKP’lilerin bizzat Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde DPI toplantılarına katıldığını da söylemek mümkün. Örneğin 2017’nin Mart ayında Ankara’da yapılan toplantı, böyle bir toplantı. Sorun "Kuzey İrlanda ve Filipinler Örneği" de olsa, nihayetinde hem HDP’nin, hem de AKP’nin önde gelenleri ile bu çevrelere yakın şahsiyetler bir araya gelerek çatışmalı süreçlerde çözüm örneklerini tartışabildiler.

Şimdi tekrar başa dönüp, ne oluyor sorusunu tartışalım...

2008’de başlatılan sondan bir önceki çözüm girişimi, 3 yıl sürdü ve son sürecin bozulmasından sonraki kadar olmasa da bu dönemde de ağır çatışmalar yaşandı. 2012’nin son günlerine gelindiğinde TSK, Şemdinli, Uludere, Beytüşşebap, Yüksekova kırsalına giremiyordu.

2013 süreci, 3. taraf olarak tabir edebileceğimiz devlet tandanslı aracıların devre dışı bırakıldığı bir süreçti. Önceki süreçte İngiltere’nin devrede olması Erdoğan’ın istediği çözümü yaşama geçirmesini engelliyordu. Oslo’nun bozulmasının bir nedeni de bu olabilir. Erdoğan, aracısız, esasen de Suriye’de kendi elini güçlendirecek bir yakınlaşma istiyordu. Bunun için de Kürt hareketini, PKK’yi kendine payanda yapmak istedi. 2013’te başlayan süreci bu biçimde özetlemek mümkün.

Ancak niyetin anlaşılması çok uzun sürmedi. Bu yönüyle baktığımızda 2013’te başlayan süreç aslında çok uzun sürmedi; Haziran ayından itibaren, yani neredeyse sadece 6 ay sonra uzatmalar oynanmaya başlandı. PKK, Mayıs ayında ilan ettiği geri çekilmeyi fiilen durdurdu, Eylül ayından itibaren ise geri çekilme kararını askıya aldığını resmen duyurdu. 2014’ün ortalarında, Rojava’daki tablo somutlaşıp Rojava Kürt hareketinin kırmızıçizgisi olarak ilan edilince, savaş önce Rojava’da başladı, akabinde Türkiye'ye taşındı. Sürecin bitmesi, 7 Haziran’da Erdoğan’ın iktidarı kaybetmesiyle resmileşti.

Esasen süreç bitmeyebilirdi. Türkiye’nin CHP başta olmak üzere kendini sol olarak tanımlayan muhalefeti ile diğer liberal, demokrat, ilerici kesimleri bir araya gelerek parlamentoyu güçlendirecek formülleri devreye sokabilseydiler, Erdoğan iktidardan gider, yeni gelenler Türkiye’nin tümden değişimini sağlayacak demokratik adımları birlikte atabilirlerdi. Bunun alt yapısı da vardı, çünkü Kürtler tüm baskılara rağmen etkin bir kesim olarak parlamentoda yerlerini alabilmişlerdi.

Açık demek gerekirse CHP buna yanaşmadı. Kürt hareketinin parlamentoda zayıflamasını, baskı altına alınmasını, giderek savaşın şiddetlenmesini ve böylece statükonun korunmasını öncelikle kendi ikbali, akabinde Kemalist Cumhuriyet’in devamı için doğru buldu. AKP’nin bunca güç bulmasının bir nedeni de budur, kanaatinde olanlardanım.

Şunu da belirtmekte yarar var. Kürt hareketi her şeye rağmen çözümden yana oldu. Belki savaşın şiddetlenmesini konuşurken hendeklerden şehir savaşlarına, Rojava’dan Şengal’e tartışılacak çok şey var. Ancak kendisine teslimiyet dayatılan bir hareketin ne olacağı belirsiz bir çözüm adına yok oluşu göze almayacağını da herkes bilir. Nihayetinde öyle oldu ve Kürt hareketi, ‘bedeli ağır da olsa teslim olmam’ dedi.

Bugün ortaya çıkan tablo, bize şunu da gösteriyor. Artık Kürt meselesi, sadece Türkiye’yi yönetenler ile Kürtler arasında yaşanan bir sorun olmaktan çıkmıştır. Rojava ile bölgeselleşen Kürt sorunu, kabul etmek gerekir ki Afrin’in TSK ve ÖSO'cuların kontrolüne geçtikten sonra tüm güçlerin devreye girdiği uluslararası bir karaktere büründü.

Tüm bu gelişmeler göz önündeyken klasik düşünmek gerekmiyor. Gelinen durumda ne milliyetçilerin Kürtler üzerinden AKP’yi vurmaya kalkmasının, ne ulusalcıların ve CHP yönetimine egemen olan bakışın yaşananlardan nemalanarak statükoyu koruma istemlerinin, ne de üstten bakma alışkanlığından vazgeçmeyip AKP’yle çözüm olmaz diyenlerin dedikleri değil, güç dengeleri içinde kendini ispat edenlerin dedikleri geçerli olacak.

İşin özü şu: AKP ve Erdoğan Kürt hareketini güçten düşürebilseydi bugün tamamen farklı şeyler konuşuyor olabilirdik. PKK, bizzat Erdoğan’ın da ikrar ettiği gibi güçten düşmedi. Evet, darbe yedi, ancak siyasi zemini terk etmedi, Erdoğan'ın çok istediği noktaya gelmedi yani marjinalleşmedi, oyun içindeki yerini her şeye rağmen etkin bir biçimde korudu. Üçüncü tarafların arayışlarını sürdürmesinde, AKP ve Erdoğan’ın 3. taraflarla diyalogunu kesmemesinde bu realitenin payı yadsınamaz. Erdoğan bu nedenle, 3. tarafların dolaylı girişimlerine, temsilcilerinin bu tarafların toplantılarına katılmasına –sessiz de olsa– onay veriyor.

Her şeye rağmen şunu unutmamak lazım: Erdoğan’ın aklından geçen hala kendi çözümüdür. Sessiz onayın bir anlamı budur. Güç yettirebilirse, PKK’yi tamamen etkisizleştirip kendi çözüm hesaplarını, yani kendine payanda olacak kesimlerle adım atmayı, böylece Kürtlerin de tek hakimi olabileceği muhatapsız çözüm hesaplarını terk etmiş değil.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi