Irkçılık yazıları - III: Ruanda ve Yugoslavya'da soykırım

Öldürmek radikal özgürlük sanılıyor. Yani öldürebilen biri artık hiçbir etik ve ahlaki engeli tanımıyor. Çünkü öldürmek bir uç deneyim ve yasak. Hiçbir toplum öldürmeyi onaylamıyor. İşte böyle radikal bir deneyimi özgürlük sanıyorlar.

Ruanda’da yaşananlar süresince insanları soykırıma yönlendiren radyo yayınlarını baz alarak bir tiyatro oyunu çerçevesinde anlatmayı deneyen Milo Rau iki tür soykırımdan söz eder: Totaliter soykırımda çoğunluk ve üstenci grup (mesela Ruanda’da Hutular) azınlık ve kendisinden aşağıda gördüğü grubu (Tutsiler) bütünüyle yok etmeyi deniyor.[1] Burada kuşkusuz kolonyal dönemde biriken etnik gerilimler de rol oynuyor. Bir başka soykırım örneği de Yugoslavya demokratikleşme ve parçalanma sürecinde yapılan soykırım. Rau ayrıca soykırım için üç ön koşuldan söz eder:[2]

a) Önce normal dönemlerde yasak, ayıp olan davranışların normalleştirilme süreci. Örneğin önce kardeşiz, bir milletiz anlatısından “soylarını kazıyalım ve sorunu çözelim” diskuruna geçiş gibi. Mesela Almanya’da soykırımın inkârı suç ve ayıpken bu konunun “bilimsel” tartışılması. Mesela bir grubun “kökünün kazınması” fikri çok absürdken bunu tartışmanın normalleşmesi gibi. On yıl önce aklıdan geçirilmesi bile mümkün olmayan ve geçtiğimiz haftalarda Alman Neonazilerin Türkleri ülkelerine göndermeyi tartışmaya açmaları gibi.

b) Resmi kurumların soykırım söylemine destek vermesi, katilleri korumaya çalışması, suçları suç olmaktan çıkarması. Madımak caniliğinin hazırlanması ve devletin bu durumu görmezden gelerek, yani engellemeyerek dolaylı destek vermesi. Olay anında da devletin kolluk güçlerinin olayı seyretmeleri gibi. Yani devletin dolaylı veya dolaysız (direkt katliam emri vermesi gibi) katkısı olmadan soykırım yapmak imkânsızdır. Raul Hilberg kapsamlı çalışmasında soykırımda sadece devletin göz yumması ve aktif katılımının yanı sıra soykırıma onay veren sessiz bir kalabalıktan söz eder.[3] Bu seyirciyle sadece Alman halkını değil de aynı zamanda komşu ülkelerin, seyirci olan komşu halklar, soykırımdan kurtulmak için Nazilere yardım eden Yahudiler (yaşamalarına karşılık savaş endüstrisinde çalışan Yahudiler), dini otoriteden de seyirci olarak söz eder. Ayrıca Nazilerin başarısında hayatını başarmayanların kendilerine Nazilikte sembolik bir yurt bulduklarını anlatır.[4]

c) Soykırım yapanların soykırımdan çıkarları, kârları vardır. Ülkemizde Ermeni mallarının talan edilmesi, el konulması, soykırım yapanlara miras kalması ya da verilmesi gibi. Maraş ve Sivas Katliamları sonrası Alevi nüfusunun kenti kısa sürede terk etmesinden ötürü Alevilerin mallarının değerinin çok altında satılması da bunun bir örneğidir. Tarihçi Götz Aly, Almanların “talan arzusu”ndan söz eder ve Nazi rejiminin Yahudi mallarına nasıl çöktüğünü, Avrupa ve Afrika’da işgal edilen toprakları nasıl talan ettiklerinin dökümünü çıkarır.[5] Almanlar bu çaldıklarıyla bir yandan savaşı finanse ederken diğer yandan halkın refahını düzeltmek istemektedir. Kısacası, soykırım birilerini mal, mülk sahibi zenginlere dönüştürür.

Götz Aly ayrıca savaşlarda, soykırımlarda sadece bir grup yok edilemez nüfus kaydırması da olduğundan bahseder.[6] Savaş boyunca o coğrafyada yaşayanlar türlü bölgelere göçe zorlanır. Osmanlı’nın son dönemlerindeki göçler, zorunlu göçler ve nüfus mübadeleleri bu bağlamda düşünülmelidir. Tehcir Kanunu’nun amacı nüfus kaydırmadır ve Anadolu’nun ‘Ermenisizleştirilme‘sidir. Benzer bir durum 90'lı yıllarda Kürtlerin göçe zorlanmaları, köy boşaltmalar şeklinde gerçekleşmiştir. Sivas’ın, Maraş’ın Alevisizleştirilmesi de örnek verilebilir. Son yıllarda da insanların elinden geleceğini alarak göçe zorlanmaları durumu gerçekleşiyor. Yüzbinlerce akademisyenin ülkenin dışına gitmesi, yani sembolik yok olmaları.

Kuşkusuz tarihte ya da günümüzde gruplar, sülaleler arasında çıkan çatışmalar vahşete dönüşebiliyor ve bu gruplar birbirlerini bütünüyle yok etmeyi de isteyebilirler/yok edebilirler.[7] Bu gruplar arasında genelde çatışmayı gerektiren bir neden de bulunabilir ama Yahudilerin yok edilmesinde herhangi bir çatışma ve bu vahşetin hiçbir gerekçesi yoktur. Ayrıca bu katliamı soykırımı olarak adlandırmamızın nedeni de insanların suçu olmamasına rağmen o insanları negatif özelliklerle tanımlayarak katletmeleri.

Hermann Düringer, Nazi dönemi anımsamasının dinsel bağlam dışlanarak mümkün olamayacağını yazar.[8] Dinlerdeki ahiret tasarımında faillerin ve mağdurların ölüm sonrası karşılaşacağı/buluşacağı fikri vardır. İbrahimi dinlere göre katil Nazilerle onların kurbanı Yahudiler ahirette yeniden karşılaşacaklardır ve yüce divanda yeniden yargılanacaklardır. İşte soykırımda inanca dair bu anlatı görmezden gelinir de.

SOYKIRIM VE PROPAGANDA ARACI OLARAK RADYO

Nazi rejimi radyo propagandasıyla yaygınlaştı, stabilize oldu ve radyoda anlatılanlar bir gerçeklik olarak sorgulanmadan ve eleştirilmeden kabul edildi. Yani Nazizm ve faşizm o dönemki “başarısını” biraz radyoya da borçlu. Aslında propaganda (inandırmaya/kandırmaya/ikna etmeye yönelik anlatı) yoluyla insanlar bir şeye inandırırlar ve bu inandıkları o insanların sorgulanmaz gerçeği olur.

Din insanları masalsı ve gerçeklikle ilişkisi olmayan anlatılara insanları inandırırlar. İnsanlar yağmur tanrısı olduğuna ve bu tanrının yağmuru yağdırdığına ve tanrıları kızdırırlarsa da tanrıların kendilerini yoğun yağmur yağışıyla cezalandıracaklarını inanıyorlardı. Tanrılarına kurbanlar sundular. Aztekler gibi bazı topluluklar, dinleri doğrultusunda tanrılarına insan kurban ettiler. Bu inançlar duygusallaştırıldı da.

Ritüeller ve yoğun duygularla insanlar bu anlatıları gerçeklik sanki reelmiş gibi hissetiler ve bu onların sahiden gerçeklikleri oldu. Cine inananları gerçekten cin çarptı. Fala inananların da falı çıktı. Kısacası tarih boyunca en etkili propaganda en yaygın biçimde dinler üzerinden etkili oldu. Bu bağlamda propagandanın böyle insanlara tanıdık gelen dinsel bir yanı da var.

Propaganda inanmakla ve duygusallaştırılan anlatıyla ilgili. Nazi döneminde de Führer ve radyonun büyüleyici bir etkisi vardı. Radyoda anlatılanlar tartışma götürmez birer gerçek gibiydi. İnsanlar arasındaki genel kanının kötü insanlar varlığı ve bu kötü insanların masum insanları kandırdıkları yönünde olduğunu yazar Jacques Ellul.[9] İnanmak, karmaşık sorunlara basit açıklama bulmak insanın arzusudur. Bilmek, karmaşık ve uzun çaba isteyen yorucu bir çalışma gerektirir. İnanmak ise daha basit bir yoldur.

Ayrıca insanın en temel gereksinimlerinden biri, birisine güvenmektir. Bu gereksinim dünyaya geldiğimizde oluşan ilk gereksinimidir de. Annemizle aramamızda güven ilişkisi olmadığında gelişim sağlıklı olmaz ya da insan yaşayamaz. İşte propaganda bu temel gereksinimi kullanır. Şunu söylemek istiyorum: İnsanın güvenme, birilerine inanma gereksinimi vardır ve propaganda bu gereksinimi sonuna kadar kullanır. Kısacası inandıran kadar inanan da propagandanın sorumlusudur. Propagandanın sadece kötü/manipülasyona dayandığını sanmak da aslında bir yanılgıdır zira insanlar propaganda yoluyla iyi ve güzele de ikna edilebilir ve yönlendirilebilir.

İMHA POLİTİKALARI VE NEFRET

Ruanda’daki soykırıma katılanların çoğu ya ergenlik döneminde ya da ilk gençlik yaşlarındadır (yani 15 ila 30 yaş arası) ve çoğunluğunu erkekler oluşturur.[10] Bu insanlar soykırımı biraz da bir festival/şölen havasında gerçekleştirdiler; sanki gençlik gruplarının eğlence ritüeli gibi. Ordu ise gençlik gruplarından insanları kazanarak ve silahlandırarak soykırımı gerçekleştirdi. Burada askeri bir şekilde düşman öldürmenin suç sayılmaması ve düşman öldürmenin kahramanlık ve kutsal olarak sunulmasını neticesinde öldürmenin teşvik edilmesi ve suç olmaktan çıkarıldı.

Nazilerin yaptığı soykırımda da katiller ile mağdurlar arasında direkt bir ilişki yok. Ahrendt’in sözünü ettiği "kötülüğün sıradanlığı" Ruanda’da çok geçerli değil, çünkü bu soykırımda insanlar komşularını katlettiler: "Burada bir genç kızına tecavüz ettiği komşusunun, kızın babasının gözünün içine bakarak adamın kollarını kesiyor, sonra da bira içmeye gidiyordu."[11] Yani bu katil komşusunun kızına, tanıdığı kişiye, babasının gözünün önünde tecavüz ediyordu.

Burada soykırımcı bir nefret/öfke/hıncın yanı sıra failler ile mağdurlar arasında soykırım öncesi tanışıklık var. Arendt’in söylediği “kötülüğün sıradanlığı”nda kötülük anında fail tarafından yoğun negatif duygular yaşanmasa da failde “temel soykırımcı nefret” var. Irkçılık zaten nefret duygusu oluşturarak ve bunun üzerine inşa edilen soykırımcı nefretle üretiliyor. Mesela önce kötü, kalleş, hain, iğrenç, itici bir Yahudi resmi çiziliyor. Sonra bu resim negatif duygularla yoğun bir biçimde işleniyor. Bu negatif resim böylece stabilize ediliyor.

Negatif duygular duygu sahibine yük olur. Yani ben Yahudi’den nefret ediyorsam bu benim duygum olduğundan bana yük olur, benim ruh halime negatif etki yapar. Bundan kurtulmak amacıyla kişi bu duyguyu Yahudi’ye yansıtarak dışa vurur. Hakaret, tutuklama, aşağılama. Oysa bu duygu bir Yahudi’den kaynaklı olmadığından, benim kurgumla üretildiğinden bu negatif duygudan bütünüyle kurtulmak için duygunun kanyağı saydığım kişileri yok ederek bütünüyle bu duygudan kurtulmayı denerim. Yani Yahudilerin kökü kazınırsa ben de bu nefretten kurtulurum durumu yani.

Soykırımcı nefretle insanların düşman gördükleri gruba yaptıkları zulmü teknik bir iş olarak gördükleri ve zulüm anında da nefret duygusunu çok yoğun yaşamasalar da temelde var olan bir duygu durumunu kastediyorum. Mesela Naziler mağdurlarını kişisel tanımadıkları için onları katlederken yaptıklarını teknik bir iş olarak görüyorlar ve o anda yoğun nefret duygusu yaşamıyorlardı.

Ama temel soykırımcı nefret ve öfke onlarda da vardı ve bu duygular başka kontekstlerde uyarıldıklarında hissedilebiliyordu, mesela Yahudi karşıtı bir toplantıda ya da Hitler’in düzenlediği kitlesel gösterilerde. Beklenenden öte halkın gösterdiği coşku ve hayranlıkta bu soykırımcı duygular açığa çıkıyordu. Bu duygular bir tiyatro izlerken veya bir kahramanlık anlatısında kendisini coşku olarak gösteren duygununun diğer yanı da soykırımcı nefret.

Bir örnek olarak, Ermenilere hümanistçe yaklaşan biri olduğunu söyleyen İzmirli bir genç, gerilim anında tartıştığı kişinin “Ermeni dölü” olduğunu söyleyebiliyor. Normal hayatında Ermenilere karşı düşmanca bir tutumu ve negatif yoğun duyguları olmayan bu kişi başka bir ortamda farkında olmadan kendisinde açıkça görülmeyen bir tarafı dışa vuruyor. Bir yüzü sevinç, coşku ama diğer yanı nefret olabiliyor. Ulusal bayramlardaki kahramanlık anlatısındaki düşman imgesini düşünelim burada. Ulusal bayramlardaki yoğun pozitif duyguların (coşku, sevinç) diğer yanı ne peki?

FAİL PROFİLİ

Kötülük organize edildiğinde ve sistematik hale geldiğinde kötülüğü yapanların kendilerinin çok kötü olmaları, daha doğrusu kendilerini kötü sanmamaları bilinen bir olgu. İşkencenin yaygın olduğu dönemlerde işkenceci işkenceyi sadece iş olarak görüyor, sıradan, normal bir eyleme dönüştürüyor. Ama bazı terör eylemlerinin videoya alınması, bilgisayar yardımıyla yeniden kurgulanıp bir gösteriye dönüştürülmesi bazı insanların sıradan değil de patolojik anlamda da kötü olduklarını gösteriyor. Naziler yarattıkları Nazi ahlâkı çerçevesinde Yahudileri katletmeyi kendi ahlaklarının gereği sayıyorlardı. Sıradanlık biraz da bununla ilişkili.

Rau, Ruanda’da soykırıma katılan gençliğin kendisini geleceksiz görmesinin eylemleri üzerindeki belirleyiciliğinden söz eder.[12] Bir önceki kuşak kolonyalizme karşı bir savaş verir, sonraki kuşak ülkeyi kurar. Soykırım kuşağı kendine anlamlı gelecek bir hedef koyamaz. Bir sınırı ihlal etmek, bir tabuyu çiğnemek bazen o suçu işleme anında yaşanan bir haz var.[13] Bu haz sadistik bir haz ama cinsel sadistik hazdan öte ahlaki bir haz.

Sınırları ihlal edebilme özgürlüğü. Bu “özgürlüğün” hazzı gizlice değil de açıktan ve kitle içinde yapılıyorsa narsistik teşhirci bir haz boyutu da ekleniyor. Ayrıca mağdur aşağılanıyor, acı çekiyor ve faile yalvarıyorsa, katil tanrısal bir gücü elinde bulundurmanın narsistik heyecanını da yaşıyor. Yani ne zaman öldüreceğine bir tanrı gibi karar vermenin dışında mağdur tanrıya yalvarırcasına yaşamak için katile yalvarıyor.

Öldürmek radikal özgürlük sanılıyor. Özgürlüğün olumlu anlamının olması ve öldürmek gibi uç bir olumsuzluğun aynı cümlede kullanılıyor olmanın irrite (şaşırtıcı) olduğunu biliyorum. Öldürmek bir uç deneyim ve bir yasak. Hiçbir toplum öldürmeyi onaylamıyor. İşte böyle radikal bir deneyimi özgürlük sanıyorlar. Yani öldürebilen biri artık hiçbir etik ve ahlaki engeli tanımıyor. “Her istediğimi yaparım” halini özgürlük sanıyor. Hiçbir yasağın anlamlı olmadığı durum.

Ruanda örneğinde bir yandan modern propaganda teknikleri, manipülasyonlar ve arkaik şiddetle buluşuyor. Daha sonra da bu bir özgürlük olarak algılanıyor. Öldürmek, öldürmeye karar vermek kendini tanrı gibi hissetmektir. Birçok inanca göre tanrı insanın ölüp ölmeyeceğine ve ne zaman öleceğine karar verir. “Allah’ın verdiği canı Allah alır.” Eğer biri elinde silahla birini öldürmeye ya da öldürmemeye karar verebiliyorsa, o an kendisini tanrı yerine koyuyordur.

İşte bu karışım canicedir: Modern bir tanım olan özgürlük, propaganda, arkaik şiddet, tanrısal güce sahip olma ve gelecek beklentisi olmayan, hayatına anlam bulamayan bir gençlik… Bu karışımın olduğu her grup ciddi sorunlar yaşayabilir. Kısacası bir dönem sonra zulüm gönüllü, kimseyi şaşırtmayan bir eğlenceye dönüşür. Psikanalist Klaus Theweleit bu bağlamda Elias Canetti’yi alıntılar: İstemeden yapılan her emir tendeki bir dikendir.[14] Theweleit ayrıca insanların bir idealle bütünleşme biçimlerine dikkat çeker: Bu tür milleti, devleti, dini kendilerinin bir parçası, uzantısı gibi görürler.[15] Yani vatanı, dini, milleti kendilerinin devamı gibi gördüklerinden dine, millette söylenen her laf kendilerine söylenmiş gibidir ve çoğu kez olumsuz söylem şiddet doğurur. Zaten ırkçı düşünce milleti, vatanı insan gibi de tasarlar. Milletin, vatanın onuru vardır. Milletin bir başı, kalbi vardır.

Bu kaotik ruh hali yine de tek başına soykırıma neden olmaz. Soykırım bir projedir ve uzun bir ön hazırlık gerektirir. Rau, soykırım öncesi şifreli bir dil oluşturulduğunu, dilin imalı bir hale evirildiğini yazar.[16] Şiddet bu dilde normalleştirilir ve insanlar bu dille olacaklara alıştırılır. Yani en vahşi fotoğraflar komikleştirilerek, espriyle dinselleştirilir.[17] Burada güldürme ve eğlence, dalga geçme vahşetin dozunu azaltmaya yöneliktir.

Nazi rejimi öncesi Yahudileri aşağılayan karikatürlerin yaygınlığı bilinir.[18] Bu dönemde soykırım uygulanacak grup sistematik olarak insandışılaştırılır. İnsandışılaştırmada o grubun değiştirilemeyecek biyolojik bir kaderinin olduğu anlatılır. Mesela “İnsanlar tanrının kullarıdır ama Yahudiler insan değil” dediğinizde durum değişiyor (ya da siyahlar insan değil ve bu durum değiştirilemez). Bu tür anlatılar suçluluk duymadan o insanları yok etme eğilimini hızlandırır. Bir dönem sonra en vahşi anlatının bile şaşırtıcı veya şok edici etkisi kalmıyor. Vahşet günlük rutine dönüşüyor.

İnsanlar yaşanmış ya da uydurulmuş haksızlıkları kabul etmemeye eğilimliler. Leipzig’de bir araştırmacı bir tiyatroda bazı kuklaları kötü ve bazılarını da iyi olarak oyununa entegre eder. Sonra da oyun içinde bu kuklalar cezalandırılır. “İyi” kuklaların cezalandırılmasına izleyici çocuklar üzülürken kötü kuklaların cezalandırılmasına sevinirler.[19] İnsanlara düşmanlaştırılan öteki “kötü” olarak anlatıldığında ve bu anlatı kabul edildikten sonra kötü bilinenlerin/kötülerin cezalandırılmasına tepkileri olumlu oluyor.

Yani ırkçılar, faşistler ötekilerin hakkında kötü oldukları kanısını yaygınlaştırdıktan sonra taraftarları ırkçıların yaptıkları vahşeti kötünün cezalandırılması ve bu anlamda adil buluyorlar ve zulme taraf oluyorlar.

Psikanalist Bohleber, tarihçi Langmuir’i alıntılayarak iki tür antisemitizmden söz eder.[20] Bu iki türü ırkçılığın oluşması genelde ırkçılıklarda da gözlemleriz. İlki ötekilerle yaşanan deneylere ve ötekilere duyulan kıskançlık, özenme ve ötekiyle rekabet etme konusundaki zorluklar. Başarılı ötekilere duyulan haset. Neonazilerin Türkiyelilerin başarılarını kıskanmaları. Suriyelilerin ticari başarılarına duyulan haset. İkincisi ise kurgulanan, fanteziye dayalı ötekine duyulan öfke. Bohleber burada psikolojik bir sorunun ötekine yansıtıldığına vurgu yapar. Yani psikolojik bir sorun ötekinin üzerine atılır. Bu düşmanlıklar ötekini dışlarken biz’in kendi arasındaki bağları ve düşmanlık üzerinden oluşan dayanışmayı güçlendirir. Bir Arap atasözünde dile gelendir: Düşmanımın düşmanı dostumdur.

Soykırım hazırlık döneminde çok bariz bir yansıtılmış suçlama vardır: Ruanda’da Hutular, Tutsilerin bir komplo hazırlığı içinde olduklarını, ülkeyi bütünüyle ele geçirip herkesi öldürecekleri yalanını yaymışlardır. Oysa bu soykırımda yapmak istedikleriydi ve Tutsilere yansıttıkları bir yalandı. Kendi niyetlerini düşman olarak adlandırdıkları grubun üzerine yıktılar. Yani soykırım yapanlar bir varoluş mücadelesi veren kahramanlar rolündeydiler.[21] Böyle bir şey gruplar arasına düşmanca ve canice bir duvar örüyor ve grupların birbirine güvenini alt üst ediyor.

Soykırımda, soykırım kurbanları da sınırlı sayılmakla birlikte soykırım yapanları katlederler. Mesela Tutsilerin çoğunlukta olduğu köylerde Hutular da soykırımın kurbanı oldular. Bir başka soykırım kurbanları da soykırıma karşı çıkan Hutulardı.[22] Bu dönemde devletin de yardımıyla soykırım yapacaklar silahlandırıldı. Soykırım sürecinde biz’in yapısı değiştirilir. Sembolik dışlama yapılır ve aidiyet yeniden düzenlenir. Mesela Sivas Katliamı’ndan önce Sivaslılar "biz" dediklerinde Sivas’ta oturan herkes kastediliyordu. Sivas olayları sırasında Aleviler bu "biz Sivaslılar"ın dışına atıldı, yani Sünni Türkler yeni bir “biz” oluşturdular.

Ruanda’daki soykırımı (1994) ve nedenlerini düşünürken Afrika’daki “ilkel kabileler arası” bir çatışma olduğunu sanabiliriz. Ama bu soykırımın geçmişine baktığımızda soykırımın tohumlarının Alman ve Belçika’nın kolonyal tutumlarıyla atıldığını görürüz. Belçikalılar 1930’larda bu ülkede yaşayan grupları düşmanca kutuplaştırmayı başardılar. İnsanları boylarının uzunluğuna göre kategorize ederken daha sonra soykırımın hedefi olacak Tutsileri korudular. Azınlıkta olan Tutsiler Belçikalılarla ortak çalışarak (bu onları kolonyalistlerle işbirlikçi de yapıyordu) avantajlı duruma getiriyordu.[23] Burada başlayan düşmanlıklar, daha sonra gruplar arasında yer yer silahlı çatışmalara da dönüşerek sürdü.

Yugoslavya’da (1991) olanları unutarak Avrupa’da günümüzde bu vahşetin olmayacağını söyleyebiliriz. Ruanda ve Yugoslavya soykırımları zamansal olarak da birbirine çok yakın. Vahşet de çok benzer. Yugoslavya’daki soykırımda Nazi soykırım kavramlarına ve anlatılarına çok benzer anlatılara rastlarız. Batılıların görmezden gelmesi ve kolektif inkârı (soykırımdan çıkarı) olmasa bu kadar vahşet yaşanmazdı.

Bazen soykırım sonrası travma yaşayanlara yardım etmek de yeni bir travmaya sebep olabiliyor. Avrupa’da bazı ülkeler savaştan kaçanlara yardım etmek için sığınma hakkı tanıdılar. Bu hakkı edinebilmek için insanlar savaşta yaşadıkları travmayı anlatmak ve belgelemek gibi absürt ve ikincil bir travma da yaşadılar. Savaştan kaçan ve tecavüze uğramış bir Boşnak binlerce kilometre ötede ve aylar sonra travmasını belgelemeliydi.

Terapistler de bu "şımarık", "cahil" sığınmacıları anlamakta zorlandılar. Travmalarını atlatabilmeleri için terapi sunuyorlar ve bu sığınmacılar bu “iyiliği” kabul etmiyorlardı. Yugoslavya’da savaş suçları işlemekten yargılanan ve mahkûm olan Radovan Karadziç’i düşünelim. Boşnakların psikoterapiden uzak durmalarının nedeni kendi zalimlerinin, bu zulmü yaratanın Karadiç’in de ünlü bir psikoterapist olmasıydı.[24]

Yugoslavya’daki savaş hakkında bir kitap yayımlayan Renata Salecl, savaş esnasında savaşın anlamını yitirdiğini, savaşı belirleyen şeyin savaşın hedefine dönüştüğünü yazar.[25] Bu anlamda ölüm savaşlarda yan üründür. Soykırımlarda da amaç insanları bütünüyle ortadan kaldırmak onların kimliğini, varlığını yeryüzünden silmektir.Yani düşman olarak adlandırılan grubun kendisini tanımlama, var etme biçimine total bir saldırıdır.

Ulus kurgusu ulusal düşmanlar yaratılarak oluşturuluyor. İşte bu düşman var olduğu sürece de o ulus kendisini güvende hissedemiyor. Bazen zulme uğrayan azınlıkları düşündüğünde neden asimle olup da zulümden kurtulmadıkları(!) da sorulmadan edilemiyor. Mesela Aleviler Sünnileşip, Kürtler Türkleşerek yani asimile olarak, yani kendilerinden vazgeçerek zulümden kurtulabilirler. Bu kolay gibi görünen çok zor bir yol ve çözüm değil, çünkü ırkçı grup düşman gördüğü grubun kendisi gibi olmasını da içine sindiremiyor.[26] Yani Yahudi adi, iğrenç, hain ise ve Alman olmak istediğinde adiliği, hainliği, iğrençliği de arı/temiz/üstün saydıkları Almanlığa getirecekler.

İşte bu nedenle aşağılık olanların üstün olmasını kabul etmek zor ve kabul edilmez oluyor. Ayrıca asimile olmak isteyenler için de temel bir sorun var: Negatif tanımlananlar bu negatif üzerine pozitif olanı sorunsuz ve sağlam inşa edemezler. Devşirmelerden bunu biliyoruz. “Adi Yahudi” olarak negatif tanımlanan kişi iyi Alman olmakta zaten zorlanır. Nefret ve haset negatif duygulardır ve rahat ifade edilmez. Ayrıca bu duygular hissedende olumsuz ruh hali yaratır. Irkçılık nefret hazzı diyebileceğimiz bir ruh hali yaratıyor. Ermenilerden/Kürtlerden/Alevilerden söz eden ırkçıların nefretlerini dile getirirken bu nefretlerinde haz aldıklarını da gözlemlersiniz. Irkçı grup üyeleri bazen kendi arlarında konuşurken adeta nefret yarışına/rekabetine girerler. Kürtler ve terör aynı kontekstte konuşulurken bu davranışlar çok bariz şekilde dışa vurulur.

'KİM İNSAN SAYILIR?'

Ödipus, anlatıya göre babasını kim olduğunu bilmeden öldürür ve Ödipus’un karısı İakoste’yle annesi olduğunu bilmeden evlenir. Bu evlilikten olan iki kızı Antigone ve İsmene’dir. Kızları aynı zamanda Ödipus ağabeyidir de. Sofokles’in Antigone oyununda Antigone ve İsmene’nin yaşadıkları anlatılır. Erkek kardeşler iktidar savaşında birbirlerini öldürürler. Çocukların dayısı olan Kreon yeğenlerinden birinin gömülmesine izin vermez: “Kreon ağabeylerimizden birini törenle defnederken, aşağılamak için diğerinin gömülmesini yasakladı.” Antigone bu törene karşı çıkar ve kardeşini gömerken yakalanır.

Luce İrigaray kan bağındaki en önemli görevin ölüleri gömmek olduğuna vurgu yapar.[27] Antigone otoriteye, devlete, babanın yasasına karşı çıkan önemli bir kadın figürü. Judith Butler da Antigone’yi örnek almanın ve ona özenmenin kolay olmadığını söyler.[28]

“Kim insan sayılır? Kimin yaşamı yaşam sayılır?” sorularını da soruyor Judith Butler.[29] Yası tutulanlar insan sayılıyor. Ölmeleri bir eksiklik bırakıyor geride. Ölmeleriyle yaşamaları arasında hiçbir fark olamayan, hatta ölmelerinin daha hayırlı sayıldığı insanlar insan sayılmayanlar. Dünyaya yük sayılanlar. Yası tutulamayanlar. Mezarları, mezar taşları, mezar taşlarında isimleri olmayanlar. Kokup da kalanları rahatsız etmesinler diye üzeri örtülenler. Gazetelerde ölüm ilanı olmayanlar. Boşluk bırakmadığı düşünülenler. Meçhuller. Hiç önemli olmadıklarını düşündüklerimiz ama böyle hiçleştirilmeye çalışıldıkları için de bir ayrıma dikkat çekenler.

Yasları tutulmaz çünkü “hep kayıptırlar ya da daha ziyade hiç olmamışlardır ve öldürülmelidirler, çünkü ölülük halinde inatla yaşamayı sürdürüyor gibidirler.”[30] Soykırımda işte bu kategoriye konulan insanlar hiçbir şey hissedilmeden katlediliyorlar. “Kaybetmek var, onu biliyoruz, ama bir de kaybın dönüştürücü etkisi var.”[31] Soykırımda bu dönüşme soykırımcılarda başka türlü oluyor. Soykırımla çatışılmayınca fail geleneği ve kültürü oluşturuluyor.

SON SÖZ

Soykırımın hazırlık aşamasında devlet ve kurumlar düşman öldürmeye toleranslı bakarak, katilleri koruyarak katilleri cesaretlendirir ve teşvik eder. Soykırıma katılanlar cezalandırılmayacaklarını bilirler. Yani yabancı reddi, yabancı düşmanlığına, ırkçılığa ve soykırımcılığa evrilir. Bu süreçte düşmanı inandışılaştıranlar, zulmün cezasız kalacağını bilir ve bunu mutlak özgürlük addederler. Ülkesi için varoluşsal bir kavganın kahramanı sayar kendisini soykırımcı ve kategorik olarak da zalim, katil olarak adlandırılmayı reddeder.

Tarihin bir yerinde zulüm olmuşsa fail bu zulmü "unutarak/unutturarak", "yok sayarak" "inkar ederek’ yaşanmamışa, hiç olmamışa dönüştürmeye çalışır. Zulüm, soykırım, travma unutulamayandır. Ayrıca soykırımı oluşturan anlatıyı kendisine anlatarak kendisini ve gelecek kuşakları zulmü haklı nedenlerle yaptığına ikna etmeye çalışır. Çoğu kez de bu zulüm onun kahramanlık anlatısına dönüşür.

Zulüm kahramanlıksa, böyle kurgulanıyorsa bu zulümle de utanılmadan, suçluluk duymadan övünülür. Zulümle övünme ve gururlanma gerçekleşir. Failin kendisini farkına varmadan yitirdiği nokta. Bu fail kültürü demektir. Çok önemli bulduğum ve yer yer sözü ettiğim bir şey var; fail travması. Failin kendi zulmünün farkına varması.

Soykırımlar, toplu katliamlar fail için kârlı bir iştir. Fail neden pişman olsun, yaptığı zulmü itiraf etsin? Fail de soykırımda çok önemli şeyler yitirir. İnsan olmayı, dürüstlüğü yitirir. Zalim olabilmek için paranoyak bir dünya yaratmak ve bu dünyayı biz ve düşmanlar olarak kutuplaştırmak gerekir. Bir yerlerde beni yok etmek isteyen düşmanlarımın olduğu korkusu o halkın sürekli huzursuzluğu da demektir.

İşte bu paranoyak durum ve huzursuzluk soykırım sonrası da sürer. Belki de bilinçötesinde bir yerlerde zulmün suçluluk duygusu huzursuzluk yoluyla kişiyi/halkı huzursuz ederek cezalandırır. Zulüm geleneğinin sonucu oluşan sürekli huzursuzluk, mutsuzluk failin itiraf edemediği cezadır. Zulüm kültürü o kişinin/halkın duygusal dünyasında bir kaos demektir. Fail duygularını manipüle edebildiği sürece zulüm yapabilir. Zulüm sonrası ama bu manipüle duygularla huzurlu bir dünya kurmak imkânsızdır. Yani durum psikotikleşir. Sürekli ateş üstünde durarak, sürekli komplo teorileriyle yaşanır. Korku koruyucu işlevini yitirir ve paranoyaklaşır.

Utanma… Zulümde arlanma yok sayılır. Utanma sosyal bir duygudur ve insanlar arasındaki mesafeyi ve ilişkiyi regüle eder. Utanma sen ve ben arasına bir sınır çizer.[32] Bu sınırın ortadan kalmasıdır psikotik olan. Zulümle övünmenin duygusal karşılığını düşünelim. Failin de farkına varmadığı çok önemli yitikler var. İşte anımsamak, yaşattığı travmayı mağdurlarla özdeşleşerek kendi travmasına dönüştürmek faile yeniden dürüst olma, yeniden insan olma şansı verir. Yani failin bu anımsamayı sadece mağdura borçlu olduğu için değil, kendisi için de yapması gerekir. Bunun için de zulmü anımsamak ve yüzleşmek gerek. Fail ama anımsamayı zulmünü haklı çıkaracak biçimde yaptığında yeni zulümlerin yolunu açmış ve failliği gelenek haline getirmiş olur…

Kötü ve kötülük… Kötü acıyı barındırır ama her acı kötü değildir. Yani bir cerrahın bir insanı neşterle kanatması kötü değildir. Bir suça verilen ceza kötülüktür ama bu kötülük olarak algılanmaz. Kötü’yü belirleyen masumiyet, mazlumluktur.[33]

Yas tutma yeteneğinin yitirilmesiyle oluşuyor zulüm kültürü ve fail geleneği. Ne çok birikmiş yasımız var. Acılarımız ve yitirdikleriminiz yasını yoldaş yapmadan yoldaş, arkadaş olunamıyor. Yas tutmayanlar maalesef mutlu ve huzurlu olma yeteneğini de yitiriyorlar.


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

KAYNAKÇA

[1] Hate Radio (Verbrecher Verlag, 2014), s. 17.

[2] age, s. 20-21.

[3] Täter. Opfer, Zuschauer. Die Vernichtung der Juden [Failler, Mağdurlar, Seyirciler. Yahudilerin Katledilmesi] (Fischer Verlag, 1997), s. 215-295.

[4] age, s. 53.

[5] Hitlers Volksstaat. Raub, Rassenkrieg und nationaler Sozialismus [Hitler’in Halk Devleti, Soygun, Irk Savaşı ve Nasyonal Sosyalizm] (Fischer Verlag, 2005), 4. baskı, s. 311.

[6] ‘Endlösunng’ Völkerverschiebung und Mord an den europäischen Juden (Fischer Verlag, 3. baskı, s. 36-37.

[7] Werner Konitzer, “Opferorientierung und Opferidentifizierung”, Das Unbehagen an der Erinnerung içinde, ed. M. Fröhlich, Ulrike Jureit, Christian Schneider (Brandes Apsel Verlag, 2012), s. 122.

[8] “Die Vergangenheit ist nicht Abgeschlossen. Religiöse Aspekte des Erinnerns” [Geçmiş Bitmedi. Anımsamanın Dini Boyutu], Das Unbehagen an der Erinnerung içinde, s. 55.

[9] Propaganda (Westend Verlag, 2021), s. 163.

[10] Rau, age, s. 21.

[11] age, s. 22.

[12] age, s. 26.

[13] Gudrun Brockhaus, “Hasspolitik-Anstekungstangst und Abwehr”, Psyche (Sayı: 7, 2022), s. 623.

[14] Klaus Theweleit, Männerkörper. Zur Psychoanalyse des weißen Terrors [Erkek Bedenleri. Beyaz Terörün Psikanalizi] (Dtv Verlag, 1995), 2. Cilt, s. 30.

[15] age, s. 86.

[16] Rau, s. 112

[17] Brockhaus, agy, s. 613.

[18] Klaus Theweleit, Männerkörper. Zur Psychoanalyse des weißen Terrors [Erkek vücutları. Beyaz terörün psikanalizi], Dtv. Verlag, 1995, 2. Cilt.

[19] Tiffany Watt Smith, Schadenfreude, Başkasının talihsizliğinden duyulan keyif, çeviren: Nüvit Bingöl, Kolektif Kitap, 2022, 3. Basım, s. 71.

[20] Was Psychoanalyse heute leistet [Günümüzde psikanaliz neyi başarıyor?] Klett-Cotta Verlag, 2012, s. 191.

[21] Welzer, s. 237.

[22] Welzer, s. 229.

[23] Klaus Ottomeyer, Angst und Politik [Korku ve Politika], Psychosozial Verlag, 2022, s. 59.

[24] age, s. 49.

[25] Poltik des Phantasmas, Turia+Kant, 1993, s. 13.

[26] age, s. 25.

[27] Speculem-Spiegel des anderen Geschlechts, Surkamp Verlag, 1980, s. 266.

[28] Antigones Verlangen, Suhkamp Verlag, 2001, s. 12.

[29] Kırılgan Hayat, Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, Metis Kitap, 2018, 3. Basım, s. 35.

[30] age, s. 48.

[31] age, s. 37.

[32] Amalia Luise Lambrecht, Mythos, Narzissmus und MAcht=Mit Narsizm ve iktidar, 2020, Kitap içinde: Facetten der Gewalt=Şiddetin çeşitli yüzleri, editör: Gabriele Heinemann, Psychosozial Verlag, s. 199.

[33] Paul Ricœur, Das Böse, 2006, Theologischer Verlag, s. 55.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi