Akın Olgun
İyilerin zaferidir Gezi
“Hitler’in en korkunç suçu, yalanı ve aldatmayı saygın bir konuma getirmiş olması ve binlerce yıldır suç olarak görülen şeylerin devlet sanatı ve yaşam sanatı olarak kabul edilmesidir” diyordu Stefan Zweig Günlükler’de. Bu çarpıcı tanımı bugün, iktidar, muhalefet ve toplumun devletle olan ilişkisine bakarak bile günümüz Türkiye’si için ifade etmemiz mümkün.
S. Zweig’i buhrana sürükleyen ve 1942 yılında kendi canına kıymasına sebep olan şeyde de “Hitler’in suçu” vardır.
O, “yalanı ve aldatmayı saygın bir konuma” çıkararak, insanlığın evrensel değerlerini yok etmekle kalmamış, aynı zamanda aldatılmaya gönüllü milyonların zalimliklere nasıl göz yumduğunu, görmezden gelmeyi nasıl tercih ettiğini de bize göstermişti. İşte bu “tercih” günümüz dünyasında dahi Filistinlinin, Yemenlinin, Kürdün, Ermeninin, Afrikalının felaketi olmaya devam ediyor.
1994 yılında Ruanda’da yaşanan soykırımda 800 bin insanın yok edilişini kimler hatırlıyor ki? Kimdi suçlular? Zweig’in tanımıyla söylersek, yalanı ve aldatmayı saygın bir konuma getirenlerdi.
Irak’ın işgalinde de aynı “saygın yalan” devreye girmişti.
Şimdi binlerce Ermeni Karabağ’dan canını kurtarmak için kaçışıyor.
Gücü eline geçirince hegemonyasını büyütüp, genişletenlerin hızla kendi yalanlarına saygınlık kazandırma telaşına kapılmalarına hiç mi tanıklık etmedik?
Eğer suça ortak olmak istemiyorsanız görmeniz mümkün ama onun parçası olmak istiyorsanız “Hitler’in suçu” artık sizin de suçunuzdur. Bu bir sonuçtur elbette ve hiçbir sonuç birdenbire, aniden gerçekleşmez.
Misal, Nietzche bir atın uğradığı şiddeti görünce mi çıldırdı gerçekten yoksa bu bir sonuç muydu? Görmese çıldırmayacak mıydı?
Kişisel hayatlarımız, tercihlerimiz açısından da bu böyle ve görünen o ki siyaset yapma biçimimizi, söylemlerimizi bile etkiliyor bu hal. “Saygın yalanlar”a duyulan ihtiyaç ve o yalanlara sıkı sıkı sarılmanın yarattığı lümpenlik, nobranlık ve kibir, hayatlarımızı öyle işgal ediyor ki, çoğu kez gerçekle, manipüle edileni ayırmamız imkânsızlaşıyor. Çıldırma çizgisidir belki de bu.
Tek kare fotoğrafı vicdan ayracı haline getirip, “duygusal linç” zeminine sunmamız gibi. Birbirimizi boğazlayacak öfkeler yaratmaktan keyiflenenler ile gerçeği bilip susanlar arasında ince, ipince bir çizgi var sadece oysa.
Meczuplukla entelektüellik arasındaki o incecik çizgi gibi. Öyle olmasa koca koca entelektüeller bu iktidarın arkasına dizilmezlerdi bir dönem.
İşte o üzerinden herkesin atlayıp geçtiği bu çizgiyi yeniden kalın kalın çizemezsek, iktidarın kendi sınırlarına çektiği tel örgülere takılıp durmaktan kurtulamayacağız ve birbirimizi boğazlamak için kurulan duygusal linç pusularında telef olacağız.
Öfkelerimiz var hem de çok. Çaresizlik içinde kahroluyoruz çoğu kez evet bu da doğru. Her şeyden ve herkesten uzaklaşma duygusu içimizi sürekli gıdıklıyor hiç kuşkusuz. Çok yenildik, hayallerimiz, umutlarımız çalındı ellerimizden, iyi niyetlerimizin üstünde tepiniyorlar evet bu da doğru. Ancak bu sadece iktidarın başarısı değil ki. Aynı zamanda bizlerin de o ince çizgiyi küçümsememizden, değersizleştirmemizden ve buna izin vermemizden…
'ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ'
Zweig’in “Satranç” adlı kitabının önsözünde Şebnem Sunar, Zweig’in 27 Şubat 1933 yılındaki Reichstag yangınından hemen sonra konuştuğu yayıncısına kitaplarının artık Almanya’da yayınlanamayacağına dair kuşkusunu dile getirdiğinde, yayıncısının “sizin kitaplarınızı kim yasaklayabilir ki?” Cevabını verdiğini yazar. Ne de olsa Almanya aleyhine tek kelime etmemiş, politik sayılabilecek hiçbir davranışta bulunmamıştır. Oysa kitapları bundan yalnızca birkaç ay sonra, 10 Mayıs 1933 tarihinde yakılanlar arasında yer alacaktır.
Ve tekrar başa dönersek, birbirimizi tüketmeyi, nefret öznesi haline getirip duygusal kırılmalar yaratmayı değil, siyaset yapmanın ortak zeminini inşa etmemiz gerektiğini anlarız.
“Hatta kimse yokken orada olmanın” kıymetini hatırlarız yeniden. Bir fotoğrafa bakarak mücadelelerin, eylemlerin ve direnişlerin önüne geçecek hırsi duygulara kapılanmamız gerektiğinin de ayarını içimizde yapmamız gerektiğini görürüz.
Ne demişti Çiğdem Mater ; “Bizler hiçbir suça karışmamış olmanın verdiği iç huzurla, iyiyiz”
Tek adam rejimlerinin suçuna ortak olmamanın, yalanlarına saygınlık kazandırmamanın zaferidir işte bu.
“Özgürlük yürüyüşü” bu nedenle bir iç huzurun karşılığıdır diyebiliriz. O huzura sahip olanları çağırıyor özgürlük!
Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü