Ragıp Duran
Jambon Müzesi, Prado, Sofia ve İnebahtı…
Pazartesi akşamı evde ‘’Emotions de Journalistes- Sel et sens du métier’’ (Gazetecilerin Duyguları – Mesleğin Tuzu ve Anlamı) kitabını okuyordum.
İspanya’da faşist Franko’ya karşı direnişte cephede öldürülen gazeteciler Louis Delaprée ve Gerda Taro’nun öyküsünü anlatan bölümü bitirdim. Salı akşamı Madrid’deydim. Cumartesi’ye kadar İspanya başkentinde kaldım.
Mektepten 50 yıllık arkadaşlarımdan biri oğluyla Amerika’dan, bir diğeri eşiyle Fransa’dan gelmişti. 30 yıldır Madrid’de yaşayan bir başka sınıf arkadaşımız da bizi çok güzel ağırladı, gezdirdi.
Kentin merkezi semtlerinden birinde bir ev kiraladık. Hava hep güneşli, sokaklar hep şen şakraktı. Saydım, bu mahalledeki 10 dükkandan 7’si yeme-içmeyle ilgili, biri kitapçı, geri kalan ikisi de küçük esnaf. Seyyar ayakkabı boyacısına bile rastladık. Başkentin içinde AVM saçmalığına yenik düşmedikleri için küçük esnaf hala ayakta. Bu arada azımsanmayacak sayıda Roman dilenciye rastladık. Türkçe konuşuyorlardı! Belki de Türkçe Olimpiyatlarına katılmışlardır…
Gariptir, İngilizce ya da Fransızca konuşan Madridliler tatile çıkmış galiba. İspanyolca aslında zaten global bir dil. Ya da Franko dönemindeki içe kapanıklık henüz tam olarak sona ermemiş belki de.
Ben daha önce Barcelona, Mayorka, Valencia, Sevilla’ya gitmiştim. Ama Madrid farklı.
Adım başı cafe, bar, lokanta. Gelmişken tapas, paella ve sangria ziyafetleri çektik. Nefisti.
"Aziz Istanbul" dönercisinin adı kıyak ama müşterisi nadirdi. Biz daha çok Jambon Müzesine takıldık ki, yüzbir çeşit sucuk, salam, pastırma ve şarküteri zenginliğiyle ağız sulandırıyordu.
İkişer yarım günümüz de Prado ve Kraliçe Sofia müzesinde geçti.
İşte o zaman daha iyi anladık İspanya’nın neden büyük bir uygarlık olduğunu. Ortaçağ’dan 20. yüzyıla kadar sadece İspanyol değil, bütün Avrupa’nın en önemli ressam ve heykeltraşlarının eserleri göz kamaştırıyor: Rubens, Rembrandt, Bruegel, Velazquez ve tabi ki Goya!
Prado müzesi bu yıl 200. yılını kutluyor.
Gerçi ben Prado’daki tabloları fazla dini buldum. Çok fazla İsa, çok fazla Kilise var. Krallar, Kraliçeler, Papalar, Dük, Baron, Kontlar geçidi adeta. Sıradan insan manzaraları tek tük. Ben, Marie-José Mondzain okuru olarak ( İmaj, İkon, Ekonomi/ İmaj Öldürebilir mi?/ Bakışların Ticareti/ Homo Spectator…) tabloların ideolojik, ekonomi-politik anlamlarına dalmışken, yanımdaki turist, haç çıkara çıkara geziyordu müzeyi. Egemen resim, egemenlerin resmi haliyle.
Kraliçe Sofia Sanat Merkezi /Ulusal Müzesi ise 20 yıl önceki kocaman bir hastane binasının devasa bir sergi salonuna dönüştürülmüş hali. Sanat tedavi eder.
Ağırlıklı olarak çağdaş ressamlar, heykeltraşlar hatta yazarların eserleri var: Picasso’nun Guernica’sı orada! Dali var, sevmem, Miro var, bayılırım.
Sergi ya müze gezmek külfetli iştir. Tadını çıkarabilmek için hem öncesinde hazırlık yapacaksın, yetmez, hem de sonra bol bol okuyup, reproduction’ları inceleyeceksin.
Bir ara Plaza de Santa Ana’da gezinirken Federico Garcia Lorca’nın heykelinin önünden geçtik. Hürmetlerimizi sunduk. Madrid’te başta Cervantes olmak üzere, kentte yaşamış yerli yabancı önemli bilim, sanat, politika insanlarının evlerinin duvarlarına birer plaket çakmışlar. Yahya Kemal’inkini aradım, bulamadım. Bu arada Çarşamba akşamı Santiago Barnabeu’da ikinci devre oyuncu değişikliğinde bizde Ömer Bayram, onlarda Luka Modric oyuna girdi. Böylelikle ‘’Madrid’e ne yapmaya gittin?’’ sorusunun cevabını da vermiş oldum.
Fransızlar, ağır yenilgi/hezimet için Napolyon’un savaşlarına gönderme yapan Berezina (1812) ya da Waterloo (1815) sözcüklerini kullanır. Bir Türk Dünyaya Bedel olduğu ve Türk hiçbir şart altında yenilmediği için bizim tarihimizdeki ağır yenilgiler genellikle ya binbir bahane ile geçiştirilir ya da görmezden gelinir.
Oysa ki mesela Batılıların Lepanto dediği İnebahtı (1571-Sarı Selim ya da 2. Selim) yenilgisi Osmanlı’nın Batı ile ilişkilerinde önemli bir tarih.
Neyse, olan oldu. Bernabeu stadının çimlerine 6 defa fena bir şekilde gömüldük. Benim mektepten, mahalleden ve tribünden 50 yıllık arkadaşım MM. Ahmet, Mithatpaşa ya da Ali Sami Yen’den yenilgiyle çıkmışsak, gayet olgun bir şekilde ve hafif gülümseyerek ‘’Tüh! Keşke sinemaya gitseydik!’’ derdi.