Kabak çiçeği gibi ama aciz…

S400/F35 konusunda şark kurnazlığı beceriksiz akrobatı yere çakar. Dans etmesini bilmeden tango yapmaya kalkışırsan, çarşafa dolanırsın. Özgüven, haddini bilmemek değildir.

Rus S400 karadan havaya füze savunma sistemi ile F35 Amerikan savaş uçakları artık neredeyse günlük konuşmaların bir parçası haline geldi. Belki asil ve yalaka Türk medyasında bu konuda dişe dokunur bir makale, inceleme-araştırma filan çıkmıyor ama global medyada her gün onlarca haber yorum yayınlanıyor. Aslında önemli hatta tayin edici bir mesele. Çünkü, sorun sıradan bir silah alım-satımının çok ötesinde. Konu sadece ABD, Türkiye ve Rusya’yı da ilgilendirmiyor. Bütün NATO bloku ve Ortadoğu gelişmeleri kaygıyla izliyor.

Çok boyutlu ve karmaşık meseleyi basitleştirerek aktarmaya çalışacağım:

İlk başlarda Ankara açısından olumlu ve umutlu bir bekleyişle karşılanan Trump idaresi, tıpkı Obama gibi, Suriye’de IŞİD’e karşı savaşta kendisine ortak olarak TSK yerine Kürtleri tercih etti. Bu seçimin Washington açısından iki önemli gerekçesi vardı: Kürtler, hem laik bir güç olarak etkiliydi hem de sahada askerî açıdan IŞİD’i altedebilecek tek alternatifti. Çünkü Erdoğan rejimi Suriye’de, hem gizli-açık bir şekilde Cihatçı cepheyi destekliyordu hem de ülke içinde gerek laiklik gerekse demokrasi ve İnsan Hakları alanlarında olumsuzluğunu her geçen gün derinleştiriyordu.

Ankara’nın aşil topuğu Kürt meselesi. Stratejik müttefiğin Türk devletinin bekasını (Kih kih kih!) tehdit eden bir güce siyasi ve askerî olarak destek vermesi, Erdoğan’ın kabul edebileceği bir tutum değildi. Kuşkusuz Ankara-Washington hattındaki bir tek bu ihtilaf yok. Rahip Brunson olayından İsrail ile ilişkilere, Zarrab/Halk Bankası skandalından Tahran yönetimi ile münasebetlere kadar bir dizi konuda Erdoğan ile Trump zıt kutuplarda. Türkiye’deki ABD diplomatik misyonlarında çalışan Türk yurttaşları da hapse atılıyordu. Gülen Cemaati konusu da bir başka anlaşmazlık kaynağı.

Erdoğan, ‘’Dünya beşten büyüktür’’ gibi parlak ama boş sloganlar atan ve kendisini dünya lideri sanan bir Başkan olarak ABD ile kapışmaya karar verir gibi oldu. Böylece, özellikle İslam dünyasında ve hatta Venezüella’dan Burma’ya kadar mazlum halkların ABD emperyalizmine karşı mücadelesinin kahramanı olacaktı. İçeride de NATO'cu askerî vesayeti tasfiye edip, Türkiye’yi Amerikan boyunduruğundan kurtaran superman olma hevesindeydi. Ne var ki, Erdoğan, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin Eşbaşkanı olarak, İstanbul’daki Amerikan 6. filosunu kıble belleyip namaz kılan Kanlı Pazar’ın organizatörlerinin torunu olarak, nihayet demokrasiden nasibini alamamış dindar görünümlü neo-liberal bir bezirgan olarak bu payeyi hak edecek bir siyasetçi değil. İsrail’e ‘’One Minute’’ fırçasını atarken, Ankara ile Tel-Aviv arasındaki ticaret hacmi rekorlara koşuyordu. Ayrıca kendi ülkesindeki Kürtlere her türlü zulmü reva gören birinin, Filistinlileri desteklediğini söylemesi hiç inandırıcı olmuyor. Zaten Erdoğan’ın ideolojisi de anti-emperyalist olmaya müsait değil ki… Fikriyatı ve uygulamaları Putin’e çok daha yakın. Ve iki de bir Şanghay Beşlisine meylediyor. Ayrıca ABD’ye karşı çıkan herkes otomatik olarak anti-emperyalist olmuyor ki…

Erdoğan, geçmişte Menderes tarafından denenmiş olan ve büyük bir hüsranla idam sehpasında son bulan maceraya girişti: ABD’ye karşı Rusya’ya yanaştı. Aslında biraz da liseli aşık taktiği idi yaptığı. Washington’a naz yapıyor, pazarlık kızıştırmaya çalışıyordu. Suriye’de Kürtleri destekleyen Trump’a büyük ve acı bir ders vermeliydi. Gerekçesi de hazırdı: Her ülke istediği savunma sistemini alabilirdi. Ankara, silah kaynaklarını çeşitlendirmeliydi. İlk bakışta mantıklı ve doğru gibi görünen bu yaklaşımın önemli bir zaafı var: Türkiye NATO üyesi idi, bir dizi askerî ve siyasi anlaşmalarla bağımlı. Batı blokunun ‘’Komünist Tehdide’’ karşı kapısı konumundaki Türkiye, bugünkü Rus saldırganlığının/yayılmacılığının bir aracı hatta destekleyicisi konumuna düştü.

S400 aslında Rus blokunun, F35 de NATO blokunun simgeleri. Soğuk Savaşın bitiminden bu yana ılık savaş devam ederken Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı türden bir konum değişikliği, Washington ve Batı bloku tarafından kabul edilemeyecek bir tutum. Ayrıca bu yerküre üzerinde hem NATO üyesi hem de Putinci bir tek devlet yok!

Türkiye, kendine ait yani bağımsız ve güçlü bir savunma sanayiine sahip olsa ve özellikle Ortadoğu’da gerilemekte olan ABD ile ipleri koparacak cesareti olsa, NATO’dan çıkmayı göze alabilecek bir siyaset geliştirebilse Amerikancılar hariç herhalde kimse buna karşı çıkmaz.

Ne var ki Erdoğan, NATO üyesi kalıp Rus askerî sistemine dahil olma anlamına gelen S400'leri satın almak istiyor. ABD ve NATO’nun temel itiraz noktası da zaten bu. Türkiye, S400’leri topraklarına yerleştirirse, Rusya, ABD ve NATO’nun tüm askerî bilgi ve sırlarına ulaşabilecek. S400’ler aslında F35'lere karşı bir savunma sistemi.

Bu olası konum değişikliğinden ilk aşamada en çok etkilenecek olan TSK. Kore’de dökülen kanların karşılığında, 1952’de NATO’ya üye olan Türkiye, tüm askerî yapısını Amerikan modeline göre oluşturmuş durumda. Savunduğum anlamına gelmesin. Bu bir olgu. Kendini, rejimini korumak için, pat diye bir bloktan rakip tarafa geçmek büyük bir depreme yol açar. NATO'cu kanadın beklenmedik ya da bilinen operasyonları gündeme gelebilir. Bundan da memleketin yanı sıra en çok bugünkü iktidar zarar görür.

Erdoğan, aslında kendisini belki de Beştepe’yi korumak için S400’leri istiyor. Çünkü bu iki konuma bugün olası bir askerî harekât Amerikan menşeili silahlardan gelebilir. NATO üyesi bir devlet, kendini NATO silahlarına karşı korumak amacında! En azından garip değil mi?

Putin kendi çıkarları açısından son derece temkinli ve akıllı bir politika izliyor. S400’ler sayesinde Ankara’yı ABD ve NATO’dan uzaklaştırırken Suriye’de elini kolunu bağladığı TSK’nın manevra alanını daraltmış durumda.

Ankara kulisi, iktidarın S400 ısrarını yorumlarken milyonlarca dolarlık komisyondan da söz ediyor. Ama Türkiye’nin blok değiştirmesi anlamına gelecek bu alım-satımın esas olarak siyasi, askerî ve ideolojik etkileri nedense pek gündeme gelmiyor.

15 Temmuz darbe girişimindeki rol ve konumu hâlâ aydınlığa kavuşmamış Milli Savunma Bakanı ise geçenlerde ‘’Biz S400’leri F35’lerin uçmadığı alanlara yerleştireceğiz’’ mealinde bir açıklama yaptı ki, Pentagon ve global medya uzmanları ‘’Bu açıklamada olsa olsa tercüme hatası vardır’’ diyerek geçiştirmiş olsalar gerek.

Ankara öyle bir çıkmaza girdi ki, ABD’den tehdit mektupları alıyor ve karar vermesi için mühlet tanınacak duruma düştü. Bu arada ana muhalefet partisi de S400’lerin neden alınacağını sorgulamadan Amerikan mektubuna cansiperane bir şekilde karşı çıktı. Türkiye’de çakma anti-emperyalizm çok rağbet görüyor anlaşılan. 1964’deki Johnson mektubu ve İnönü’nün vatanperver tutumu hatırlatıldı: ‘’Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır‘’. Doğru söze ne denir? 55 yıl sonra Yeni Dünya kuruldu, Türkiye de orada yerini aldı: IŞİD’in yanında İslam soslu diktatoryal bir rejim olarak!

Ankara’da Son Tango, Erdoğan’ın Türkiye’yi sürüklediği açmazdan kolay kolay kurtaramaz. Pes edip S400’lerden vazgeçse ‘’Değerli kardeşim Putin’’ önce Suriye’de cezasını keser, arkası da gelebilir. ‘’Dik durup eğilmese’’ NATO sistemine casus S400’ü dahil etse sadece Trump değil, ki bu olasılıkta ‘’Ekonominizi mahvederim’’ demişti, Damat’ın varlığından habersizce-NATO’nun ve Batı blokunun da hışmını çekecek.

Erdoğan ve dâhilerden oluştuğu kesin olan diplomasi ekibi bu aralar, kendi deyimi ile orta sahada top çevirip taca filan atıyor topu. Aklınca zaman kazanacak. Halbuki geçen zaman aleyhine. Üstelik geçen zaman boyunca yeni bir kurtuluş yolu bulma ihtimali çok zayıf. Bu arada ABD’nin, 31 Temmuz olarak saptadığı mühlet bitim tarihini 23 Haziran seçimi öncesinde medyaya sızdırması da manidar.

Washington, Ankara’yı uzun bir süre SDG ile uzlaştırmaya çalıştı. Haliyle olmadı. Ama bu ihtimal gerçekleşirse, Binali Yıldırım Diyarbekir’den sonra İmralı ya da Kandil’e gidip Kürtçe konuşur mu?

Artı TV ve Artı Gerçek’in spor uzmanı Asena Özkan, bu S400 meselesini çok veciz bir şekilde anlatmıştı: ‘’Abi adam balık lokantasına gidiyor. Garsonun sunduğu mönüyü inceledikten sonra ‘Kardeşim sen bir zahmet bana yandaki kebapçıdan bir porsiyon İskender söyle!’ diyor’’.

Hadise biraz da bu. Sonucu da az çok belli: Söz konusu müşteri ne kebap yiyebilir ne de balık ama garsondan temiz bir dayak yer. Balıkçıyla kebapçının arası da iyice açılır.


*Yazının sunumunda kullanılan görsel Ressam Paul Klee'nin 1939 yılına ait resminden alınmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi