Kadınlara savaşta verilen özel anlamlar

Savaş çığırtkanlığı yapanlar ulusal gurur incinmesini sıkça kullanırlar ve Führer bu onuru yeniden edinmeyi vaat eder. “Eyy Amerika!” ve “Eyy Esed!”, böyle söylemlerdir.

Kadınlara savaşta yüklenen başka anlamlar da vardır. Bir yandan kadınlar özel bir yere konularak korunuyormuş gibi yapılsa da bu kadına düşman bir eylemdir. Patolojik bölünme kadına da yapılır.

Düşman askerler “kadın gibi korkak” olarak görülüp dişileştirir; bu, düşman erkek askerleri aşağılama amaçlıdır. Aynı insanlar başka bir kontekstte kadına saygılıymışçasına davranırlar. Savaş aslında “düşmanın anasını ağlatmak” için yapılır. Bu sapıklık cinsellikle de çeşitlendirilir.

Savaş kirlidir. İşte bu gerçek, dilde kendini gizler. Kir, pislik ve temizlik metaforlarının amacı budur. Düşmanlar “pislik”tir, yurt düşmanlardan “temizlenmeli”dir. İşgal ve istila edilen yerlerde kadınlara taciz ve tecavüzde bulunulması ve işgal edilen yerlere dişi muamelesi yapılması da savaşın, şiddetin ve intikamın erkeklerce cinselleştirilmesi ve sapkınlaştırılmasıdır.

Savaş çığırtkanlığı yapanlar ulusal gurur incinmesini sıkça kullanırlar ve Führer bu onuru yeniden edinmeyi vaat eder. Askerlerin kafasına çuval geçirilmesi böyle bir meseledir, “One minute!” de böyle bir hikâyedir. “Eyy Amerika!” ve “Eyy Esed!”, böyle söylemlerdir. ​​​​​​Führer kırılan onurun intikamını alacaktır ve ulusa yapılan haksızlığın telafi edilmesini sağlayacaktır...

Osmanlı’nın yüceltilmesi, Osmanlı’nın yüceliğiyle ilişkili değildir. Yüce bir geçmişe sahip olma gereksinimi, psikolojik yetersizlik duygusu yaşayan grupların bir gereksinimidir. Yüceliğe ve yücelik geleneğine, yücelik ve mutlak güçlülük fantezisinden ötürü gereksinim vardır.

KÜLTÜREL HAFIZANIN YOK EDİLMESİ

Savaş ayrıca, tarihin akışında ve hayatın devamlılığında bir kırılma demektir. Savaşan taraflar "düşman" saydıklarının kültürlerine ve kültürel hafızalarına da saldırırlar. Sanki hayat yenenlerin yendikleri gün başlamıştır. Geçmişin izleri silinerek yenilenlerin geçmişle bağları koparılır. Bu tutum yenenlerin kendi iktidarlarını sağlamlaştırmalarında çok işe yarar. Savaşlarda bu bağlamda kültüre, kültürün izlerine saldırı söz konusudur. Mesela Muhammed peygamber, Kabe’deki putları indirirken geçmişi anımsatacak objeleri, dolayısıyla da toplumun anımsamasını yok etmek istiyordu. Böylece toplumun var oluşu bu olaydan sonra başlar. Gelecek kuşaklar yok edilen kültürel hafızadan ötürü geçmişle bağ kuramazlar.

Jan Assmann, Taliban’ın Buda heykelini yok etmesini kültürel hafızaya bir saldırı olarak nitelendirir (Mnemoklasmus: Über Destrukrivität und Identität in den monotheistischen Religionen, 2009, s. 853). Yenenler, savaş sonrasında geçmişin izlerini silerler. Türkiye’de sokak ve yer adlarının değiştirilmesi de böyle bir çabanın ürünüdür. Bu değişiklikle gelecek kuşakların tarihle bağlarını koparmak ve yeni bir anlatı yaratmak hedeflenir. Savaşta bazı kutsal ya da toplum için sembolik önemi olan yerlere saldırıların da amacı budur. Ayrıca düşmanın kutsalına saldırmak moral bozmaya, düşmanı incitmeye ve aşağılamaya da hizmet eder.

Türkiye’de yer, bölge, kent ve sokak isimlerinin değiştirilmesi toplumsal hafızaya yönelik bir saldırıdır ve bu şiddet içerir. Bu hafıza yok edildikten sonra, yeni oluşan hafızaya uygun bir geçmiş yazılır. Hafıza yıkımı bugünden geçmişe yönelik bir tarih yazımıdır. Tarih, geçmişteki olaylar ve bu olaylara yapılan yorumların bütünüdür. Bu yeni resmi tarih yazımı ise hem olayların hem de yorumların çarpıtılmasını amaçlar.

SAVAŞIN PSİKOSOSYAL İŞLEVİ

Savaşın en önemli işlevlerinden biri, savaşan (saldırgan tarafın) psikososyal ve patolojik gereksinimlerinin de giderilmesine vesile olmasıdır. Doğada insanlar arasındaki savaşa benzer bir yok etme biçimine rastlanmıyor; hiçbir tür kendi içinde bu türden bir saldırganlık, yani savaş yapmıyor. Savaş insana özgü ve insan uygarlığının bir sonucu...

Stavroz Mentzos, 1993 yılında Der Krieg [Savaş] adlı bir kitap yayımladı. Mentzos’u ilgilendiren soru, savaşın psikososyal işlevi. Savaşı düşündüğümüzde, daha doğrusu barışı aramaya başladığımız birçok çabada savaşa yönelir, onu anlamayı deneriz. Bu esnada yanıtlanması gereken birçok soru vardır. Mesela devlet organizasyonu olmayan toplumlarda da çatışmalar ve öldürmeler var ama savaş yok. İlkel denilen bu toplumlar 190.000 yıl boyunca öldürücü silahlar yapabilme bilgisine sahipken bu silahları üretmiyorlar (s. 39). Savaşma hevesi uygarlığın gelişimine paralel olarak artıyor...

Savaşla ilgili bir yaklaşım da savaşın bir epidemiye benzetilmesidir (s. 44). Savaşlar 20-30 yıllık ritimlerde gerçekleşiyor. Savaşın ardından bir bağışıklık ve savaş yorgunluğu yaşanıyor ve gelecek ritimde yeniden ortaya çıkıyor. Savaşın vahşetinin unutulmaya başlamasıyla birlikte savaş arzuları baş gösteriyor.

Mentzos, Freud’un da dahil olduğu bazı psikanalistlerin aksine, savaşın agresyon dürtüsünün ürünü olduğunu reddeder ve agresyonun savaşın aracı olarak kullanıldığını söyler (s. 78). Bombalar atan savaş uçağı pilotunun yaşadığı duygunun yangın söndürme uçağı pilotunun yaşadığı başarı duygusundan farkı yoktur. Savaş uçağı pilotunun hissettiği şey yıkıcılıktan çok bir işi yerine getirmekten ve başarıdan ötürü bir güç yaşama hazzı ve narsistik olarak başarı sonrası yücelik duygusudur (s. 100).

SAVAŞARAK ERKEK OLMAK

Savaşın bir başka önemli işlevi, erkeklerin kendilerini erkek olarak hissetmelerini sağlamasıdır. Pierre Bourdieu, erkeklerin spektaküler, gösterişli ama nadiren işler yaptığını, bu işlerden birinin de gerektiğinde savaş yapmak olduğunu yazar (Bourdieu, Die männliche Herrschaft, 2012, s 57).

Kadının her gün sürekli işler yapmasına karşın erkek bu ender yapılan işlerin ardına sığınarak üretimi kadının üzerine yükler. Mentzos, F. Fornai’yi alıntılayarak, Okyanusya’daki bazı “ilkel” toplulukların Batılıların gelmesiyle birlikte ellerinden savaşın alındığını ve böylece erkeklerin bir erkeklik krizi yaşadıklarını, çünkü bu grupların erkekliği savaşabilmek üzerinden tanımladığını anlatır (Mentzos, 1993, s. 135).

Savaş olmadığından dolayı erkeklerin depresif ağır bir karmaşa yaşadıklarından, kendilerini işe yaramaz ve lüzumsuz hissettiklerinden ve bunun onlarda tembellik ve alkolizme yol açtığından bahseder.

Mentzos, Drewermann’ın Hırıstiyanlık ve savaş tezlerini de inceler: Ona göre savaş, birini izleme ve onu öldürme biçiminde avcılıkla başlamış. Hayvanları avlamakla başlayan hikâye bir dönem sonra insanları avlamaya (öldürmeye) evrilmiş. Günümüzde duyarlı insanlar gelişmiş hayvanları, mesela bir köpeği öldürmeyi insan öldürmekten ayırmamakta, bir kediyi öldüreni de katil saymakta. İbrahimî dinlerin bir özelliği de hayvan hakları ve doğa haklarını tanımıyor olmasıdır. Bu dinlerin insanı en üstün yaratık sayması ve Tanrı’nın da doğayı ve canlıları insanlar için yarattığı fikri doğa ve hayvan korumacılığıyla çelişiyor. Drewermann, doğa üzerindeki mutlak hakimiyet fikrinin insanların insanlar üzerindeki hakimiyetinin de önünü açtığını vurguluyor. Bir teolog olarak ayrıca Drewermann, İbrahimî dinlerin revize edilerek insanı doğanın bir parçası saymak gerektiğini söylüyor.

Travma geçirmiş, incinmiş, aşağılanmış bireylerin ve ulusların narsistik öfkelerini azaltmanın da ötesinde narsistik gereksinimlerinin giderilmesidir (Mentzos, s. 157). Narsistik incinme yaşayan kişileri biraz şişirerek geçici olarak stabilize etmek mümkün. Benzer tutumları uluslar da yapar ve kolay mağlup edileceği düşünülen ülkelere savaş ilan edilerek narsistik dengeler kurulmaya çalışılır. “Emevi Camii’nde Cuma namazı kılmak” söylemi de buna bir örnektir. Çabucak bir başarı elde ederek ulusun narsistik dengesini sağlamak ve ulusa kahraman ve yüce olduğunu kanıtlamak! Bu tür durumlarda kaçınılmaz bir gerçek vardır: Ne yaparsanız yapın belki acınızı azaltabileceğinizi umabilirsiniz ama narsistik incinmeyi ortadan kaldıramazsınız. Yani savaşlar, bazen çabuk ve kolay narsistik incinmeleri onarmak için de çıkarılabilir.

ÖLDÜRME SANATI

Angst, Hass und Gewalt başlıklı makalesinde Psikanalist Thomas Auchter, cani olabilmek için iki zorluğun geçilmesinden söz eder: öldürme tabusu ve insanın varlığını sürdürme güdüsü. Öldürme tabusu tüm kültürlerde merkezi bir tabudur. Bu tabunun engeli aşağıya çekilir. Sıradan cinayetlerde ve zulümlerde ciddi sorun olan bu durum askerlikte eğitim boyunca öğretilir. Yani askerlik ve savaş, olağandışı bir durumdur ve normalin dışında yaşanır.

Başka bir psikanalist, Werner Bohleber terörü incelerken, ellerindeki silahlarla dünyayı cehenneme çeviren "dava" savaşçılarının cennete gitmeyi umduklarını ve bunun ancak kişilikteki bir parçalanmayla mümkün olacağını yazar.

Sembolik kavramlar sisteminde toplum, millet büyük bir aile gibi kurgulanır. Vatan da bu durumda milletin/ailenin kutsal evidir. Askerler işte soyut vatan ve milleti savunurken aslında kendi evlerini ve ailelerini savunduklarına inanırlar. Zaten askerler için vatan “ana”, devlet de “baba”dır. Millet bir beden gibi metaforlaştırılır. Devletin bir “başı” vardır, halk ve devlet "et ve tırnak" gibidir. Mesela başkent o ülkenin “kalbi”dir. Devletin “aklı” vardır (“devlet aklı”), milletin “ruhu” vardır. Böylece sembolik kurgular olan vatan ve millet kavramları bu tür metaforlar üzerinden somutlanır ve bir vücut gibi gerçek olarak algılanır. Soyut bir yapı, tanıdık ve somut vücut üzerinden canlandırılır. Bu somut vücut (millet/devlet) reeldir; duygusal bir bağ kurulur ve düşünselleştirilir. Bu tür semboller gücünü ayrıca uzun yıllardır benimsenen ön kabullerden alır. Birçok insan her insanın bir ailesinin, vatanının ve cinsiyetinin olduğunu kabul eder.

Devam edecek…


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi