Yetvart Danzikyan
Karıncaların -bitmeyen- günbatımı ya da 'tutunamayan' bir Ermeni ailenin hikâyesi
Cumhuriyet sonrası Türkiye'deki Ermenice edebiyatın kuşkusuz en önde gelen isimlerinden olan Zaven Biberyan'ın başyapıtı denebilecek 'Karıncaların Günbatımı' (Mrçünneru Verçaluysı) eksiksiz haliyle Aras Yayınları tarafından basıldı. Böylece Ermenice edebiyatın bu çok önemli yapıtını tam haliyle okumak artık mümkün ve açıkçası, gerekli.
Kitabın ilginç bir yayınlanma hikâyesi var. Biberyan bu romanı 1970'te 294 gün sürecek bir tefrika olarak Jamanak gazetesinde yayınlıyor. Bu tefrika 1984 yılında roman olarak (Ermenice) basılıyor. Yani Biberyan'ın ölümünden hemen önce. 1998 yılında ise Aras Yayınları romanı "Babam Aşkale'ye Gitmedi" ismiyle Türkçe olarak basıyor. Yayınevinin notuna göre bu ismin seçiminde o dönem "Salkım Hanım'ın Taneleri" romanı ve romandan uyarlanan dizinin etkisi oluyor ve yayınevi kitapta önemli bir yer tutan Varlık Vergisi meselesinden de yola çıkarak kitaba bu ismi vermeyi uygun buluyor.
Ancak 1998'de yayınlanan bu versiyon 1984'teki Ermenice versiyonun çevirisidir ve bu Ermenice versiyonda bazı bölümler kimi siyasi kaygılarla (hasta yatağındaki yazarın da onayı alınarak) çıkarılmıştır. "Babam Aşkale'ye Gitmedi"nin 2013'teki yeni baskısına bu bölümler eklenmiştir, ancak zaman içinde tefrikada bulunan ve baskılara alınmamış birkaç bölüm daha olduğu keşfedilir. Dolayısıyla geçtiğimiz haftalarda roman hem orijinal ismiyle hem de eksiksiz haliyle (yine Sirvart Malhasyan'ın çevirisiyle) okurlarla buluşur.
Biz de bu yazıda bu son versiyonu temel alacağız ve henüz romanı okumayanlara şunu diyeceğiz: Sadece Türkiye ve Osmanlı topraklarda yazılmış Ermenice edebiyatın değil, bu toprakların toplam edebiyat tarihinin de en önemli romanlarından biri ile karşı karşıyayız.
Biberyan hem siyasi hem de edebi kişiliğiyle Cumhuriyet dönemi Ermeni toplumunun en üretken ve önemli isimlerinden biri. Nor or ve Nor lur gazetelerinde kaleme aldığı eleştirel makaleler, romanlarında işlediği toplumsal sorunlar, Ermeni toplumunun gördüğü baskıların toplumda yarattığı tahribatı romanlarında ustaca işlemesi, siyasi kişiliği, baskıların artması üzerine bir dönem Beyrut'a gidişi, tekrar ülkeye dönüşü, 1960 sonrası TİP'te görev alması gibi özellikleriyle 1923 sonrası dönemin yaratıcı, çok yönlü ve en önemli kişiliklerinden biri diyebiliriz.
1940'ların ikinci yarısı, Kadıköy
Karıncaların Günbatımı, Kadıköylü bir Ermeni ailenin 1940'lardan 1955'lere uzanan çöküşünün anlatıldığı çok güçlü bir roman. Biberyan'ın 1962'de yazdığı Meteliksiz Aşıklar (Angudi Siraharner) romanının bir başka ailedeki devamı gibi de okunabilir. (Zaten arada muzipçe göndermeler de var) Biberyan çöküş halindeki küçük burjuva bir ailenin o çöküş psikolojisini, aile babasının hayatta artık tutunamayan biri haline gelişini ve ailenin diğer üyelerinin bu süreçte -manevi- gaddarlıklarını işlemeyi iyi biliyor ve buna özel bir önem veriyor.
Bu romanda da olayları aynı Meteliksiz Aşıklar'ın genç, hedefsiz ve biraz da nihilist Sur'u gibi, yine ailenin benzer bir karaktere sahip erkek çocuğu Baret üzerinden okuyoruz.
Ancak Baret'in Sur'dan farklı özellikleri vardır. Sur'un tersine babasına belli belirsiz bir hayranlık duymaktadır ve 1940'ların Ermeni, Rum, Yahudi erkeklerinin başına gelen bir başka felaket olan "Nafıa" askerliğini yeni bitirmiş gelmiştir. Yani neredeyse tüm İkinci Dünya Savaşı boyunca Anadolu'nun çeşitli yerlerinde askerlik adı altında taş kırmışlar, soğukta çamurlarda, taşlar üzerinde yatmışlar, doğru dürüst beslenememişler üstelik diğer askerlerden (Türklerden) farklı olduklarının anlaşılması için kahverengi üniforma giymişlerdir. 3,5 yıl süren bu -bir nevi- esaretten yeni dönmüş Baret, ailesinin artık fakirleştiğini, harap bir evde yaşadığını görür. Ve kimse kendisinin başına gelenlerle ilgilenmemektedir. Anlatmak ister ama bir türlü anlatamaz
Babası artık içkiye başlamıştır, her gün kahveye gitmektedir. Annesi ise her fırsatta babasını suçlamakta, Varlık Vergisi sırasında bazı mallarını devletten kaçırmadığı için artık iyice fakirleştiklerini her tartışmada kocasının yüzüne vurmaktadır. Annesi Arus bir süre sonra bu tartışmaları öyle sık yapar ki Baret artık bunalır. Ablası Hilda'nın ise evlenme çağı gelmiştir ancak ailenin iyi zamanlarında gelen kısmetleri geri çevirmiş şimdi ise evde nakış yaparak aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışmaktadır. Ancak onun da bazı sırları vardır.
Aile bir süre sonra birbirini kemirmeye başlarken Arus'un erkek kardeşi yani Baret'in dayısı Suren almış yürümüştür. Varlık Vergisi sonrası dönemi iyi değerlendirmiş, zenginleşmiştir. Arus askerden gelen oğlunu sürekli kardeşine göndermeye çalışmakta, onun oğluna iş bulacağını düşünmektedir. Babanın ise Suren'le başı hoş değildir. Nasıl zenginleştiğini iyi bilmektedir. Arkadaşının mallarına konarak. Ancak zaman zaman Suren'den yardım da almak zorunda da kalmışlardır
Aile içi bu hırpalayıcı dengelerden bunalan Baret soluğu amcasının Büyükada'daki evinde alır. Amcası Dırtad Büyükada'da aileden kalma harap bir evde köpeği ve topal martısı ile yaşamakta, zaman zaman balığa çıkmak dışında hiçbir şey yapmamaktadır. Baret ve amcası bu ziyaretlerde iş hayatı, başarmak, başaramamak, hayatta insanın istediği şeyi yapabilmesinin koşulları üzerine konuşur. Daha doğrusu Baret amcasının bu konuda anlattıklarını dinler. Kimi zaman ilgiyle kimi zaman da bunalarak.
Bir harp zengini: Suren dayı
Romanın en kritik sahnelerinden biri Baret'in dayısı Suren'in işyerine yaptığı ziyarettir. Artık zenginleşen ve iki oğlunu yanında çalıştıran Suren, üstünlüğünü türlü jest ve imalarla Baret'e hissettirir. Baret onun yanında çalışırsa mağlup olacağını anlamıştır, üstelik sadece kendisinin değil babasının da. Suren'in savaş zamanı nasıl zenginleştiğinin ayrıntısı da öğrenen Baret dayısının yanında çalışmayı aklından çıkarır, hatta bunu katlanılmaz bir durum olarak görür, amcasının aracılığıyla iyi bir sigorta şirketinde iş bulur. Yükselir. Ancak kazandığı parayla ne yapacağını bilemez çünkü evdeki para kavgası iyice şiddetlenmiş, babası da evden iyice kopmuştur. Baret işyerinde, kendisinden çok daha farklı bir hayatı olan bir kızla (Tonietta) yakınlaşmaya çalışırken ve kendisine yeni de bir kostüm diktirirken babası ölür. Her şey alt üst olmuştur... Babasının terekesindeki evraklara bakarken onun bir zamanlar kazandıkları dışında artık hiç para kazanamadığını, ancak ailesini geçindirmek için elinden geleni yaptığını farkeder ve sessizce evden ayrılır.
Ailenin çöküşü ve Demokrat Parti
Bundan sonra Baret ve ailesi için her şeyin tepetaklak aşağı doğru gideceği bir dönemdir. Biberyan işte Tarhanyan ailesinin bu çöküş hikâyesi içinde birkaç Ermeni ailesinin bu dönemde başına neler geldiğini de ustaca işler ve derinlikli bir panorama çıkarır. Varlık Vergisi'nin mahvettiği hayatlar vardır ancak vergi sonrası dönemi ustaca değerlendiren gözü açık aileler de vardır. Bu kesim iktidarda kim olursa olsun onlarla iyi geçinmeyi ve siyasete doğrudan girmemeyi ilke edinmiştir. Etraflarında dolanan ve -muhtemelen- ağızlarını arayan siyasetçileri falso vermeden başlarından savmada usta olmuşlardır. Demokrat Parti'nin iktidara gelişiyle ise her şey değişecektir. Bu bahsedilen gözü açık aileler artık daha da palazlanacak, siyasete de ucundan kıyısından bulaşacak, 1940'ların kimi kaybedenleri de bu palazlananların yanında "iş güç" sahibi olacaktır.
Bu açıdan baktığımızda roman 1940'lardan 1950'lere geçişin Ermeni dünyasındaki yansımasını çok ustaca ve "kaybeden"lerin gözünden anlatmakla kalmaz, bu değişimi toplumsal, günlük hayata yansıyan yanlarıyla da işler. Beyoğlu'nun, Tünel'in değişen insanları, mağazaları, Büyükada'nın değişen kalabalıkları, günlük hayatı, aslında 1940'lardan 1950'lere, daha doğrusu "serbest piyasa"ya doğru yol alışın, ülkedeki hareketliliğin artmasının sonuçlarıdır.
Ancak Tarhanyan ailesi için her şey kötüye giderken bu bahsettiğimiz Ermeniler için de her şey pür-u pak değildir. Kıbrıs Sorunu baş göstermiştir. 20 Kura Askerlik'in, Nafıa'da taş kırmanın, Varlık Vergisi'nin travmasını henüz atlatamayan Ermeniler bu meseleden de başlarına bir iş açılacağından hemen hemen emindirler ve tedirginlik içinde yaşamaya başlamışlardır.
Baret'in annesi ve ablasının sığındıkları evin sahibesi ile geçen bir konuşma ve bu konuşmada Baret'in aklına takılanlar aslında Ermenilerin yakın tarihinin özeti gibidir:
"Felaket sözü Baret'i uyandırdı. Saraygil Azniv Hanım da anası gibi, Haybeden gibi bir felaket bekliyordu. Dün Varlık, bugün Kıbrıs yarın başka şey. Ama mutlaka 'Başımıza patlayacak' bir felaket. 'Altından bir şeyler çıkacak' bir şey. Onu rahatsız eden şuydu, dinledikçe sıkılıyor, bu genel psikoz küllenmiş bazı anıları yeniden canlandırıyordu. Bütün o seneler boyunca Ermeni olmanın ne anlama geldiğini unutmuştu şüphesiz. Şimdi hatırlamaya ve ilk sarsıntıyı atlatır atlatmaz bunun ne anlama geldiğini anlamaya başlıyordu. İstemeden yine Ermeni kimliğine bürünüyordu. Bu ona yeni bir rahatsızlık veriyordu ve bu durumdan hoşlanmıyordu. 'Ermeni olmamanın' daha iyi olduğunu farkediyordu. Ama Ermeni olmamak imkânsızdı.
Haybeden yazları Ermeni adasına gidiyor, Çamur süet mokasen giyor, Suren dersen 'Şirketler falan'... Günün hükümetinden memnundular, rahattılar. Belki sorun tam da buradaydı. Çok rahattılar ve bu kadar rahatlığa alışık değillerdi. Bir felaketin yakınlığı daima günlerini kemiriyordu. Kazanıyorlardı, yiyorlardı içiyorlardı, eğleniyorlardı ama sanki batan bir gemideymiş gibi bir acelecilik vardı bu yaşayışta. Her an bir şey bekliyorlardı. Bir karışıklık. Ve şimdi on sene öncesine göre daha çok korkuyorlardı. Çünkü hallerinden memnundular ve bir şeyin değişmesini istemiyorlardı. (...) Felaket olmadan rahat değillerdi. Hayatlarının bir unsuru eksikti. Bir şey bekliyorlardı. Çünkü sonsuza dek felaketsiz, tekdüze bir hayat hayal edemiyorlardı. On sene çoktu."
'Tutunamayan' bir ailenin hikâyesi
Bu pasaj, Biberyan'ın döneme dair ustaca gözlemlerinin herhalde en kristalize olmuş örneği. Şunu da vurgulamak gerekir ki Biberyan tüm bu panoramayı ustalıkla çizerken Ermeni toplumu içindeki ilişkilere "sınıf" açısından da bakmayı ihmal etmiyor. Bir anlamda fakir Ermeniler ile zengin Ermenilerin her ne kadar öyle görünse de "aynı gemide" olmadığını bir şekilde belli ediyor. Ancak romanın kuşkusuz en vurucu yönü "tutunamayan" bir Ermeni ailenin, "tutunamayan" bir Ermeni gencinin 1940'lardan 1950'lere uzanan hikâyesi, trajedisi. Bu trajedinin içinde Ermeni halkının hikâyesi de var, bireyin çıkmazları da, ailenin boğuculuğu da. Dolayısıyla Karıncaların Günbatımı bitmiş değil. Sürüyor, her zaman sürecek.
(8 Mart 2019'da Agos'ta yayınlandı)