Doğan Özgüden
Karizmalar savaşının iki ası…
Millet İttifakı’nın da ötesinde, başta HDP olmak üzere muhalefet partilerinin çoğunluğunun desteklediği CHP adayının rakibine büyük fark atarak kazandığı son İstanbul belediye başkanı seçimi iktidar blokuna büyük darbe vurmanın ötesinde bir sonuç daha getirdi.
17 yıldır sadece Türkiye siyasetinde değil, aynı zamanda Avrupa’daki göçmenlerimiz de dahil Türk ve İslam dünyasında süper star oynayan Tayyip Erdoğan’ın karizması son seçimde onarılamayacak biçimde çizildi.
Buna karşılık daha 31 Mart seçimlerinde siyasetin yeni starı olarak yükselen Ekrem İmamoğlu’nun karizması, büyük bir hata yapmadığı takdirde, kolay kolay çizilemeyecek şekilde güçlendi.
Türkiye’nin yüzyıllık tarihi hep yükselen ve çizilen karizmalar tarihi…
Osmanlı’nın çöküş döneminde bir Enver karizması yaşanmıştı. Ülkeye "Enverland" adı veren Alman emperyalizminin hizmetinde Türk fütuhatı çılgınlığının bedelini ülkenin tüm insanlarına acı şekilde yaşatan, Sarıkamış’ta askeri kırdıran, Talat Paşa’yla birlikte 20. Yüzyılın ilk soykırımında Ermeni ulusunu katledip, katledemediklerini Suriye çöllerine sürdüren Enver Paşa… Savaşta yenik düşüp bir Alman torpidosuyla kaçtığı gün karizması ilk çiziği yemiş, karizmanın kalanını da İttihad-ı İslam kurma hırsıyla Orta Asya’da Kızıl Ordu’ya karşı savaşta yenik düşerek yitirmişti.
Tarihimizin ikinci karizması, hiç kuşku yok, Çanakkale’de ünlendikten sonra 2. Dünya Savaşı’nın ardından 1919’da Samsun’a çıkarak Anadolu ve Trakya’nın direniş güçlerini merkezi şekilde örgütlemeyi başaran, askeri zaferlerden sonra da padişahlık rejimine son verip Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak 15 yıl süreyle onun cumhurbaşkanlığını yapan Mustafa Kemal… Kurduğu tek parti rejiminde sola, Kürt ulusuna ve müslüman olmayan halklara, hattâ müslümanların bir kesimine uyguladığı devlet terörü nedeniyle hayattayken karizması çizikler yemişse de, 57 gibi erken bir yaşta dünyaya veda etmiş olması itibarının daha büyük ölçüde sarsılmasına olanak vermemiş, karizması geniş bir kesimde yaşamaya devam etmiştir.
Üçüncü karizma, 1950-60 yıllarındaki DP iktidarının başbakanı Adnan Menderes… Gazeteciliğimin ilk sekiz yılında kişi olarak tanıdığım, birçok seçim gezilerini ve mitinglerini izlediğim, ama muhalif olarak hep karşısında yer aldığım Menderes, aslında Enver Paşa ya da Mustafa Kemal gibi iktidar olmadan önce karizma kazanmış siyasetçilerden değildi. Aydın’daki 30 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin ağası olarak önce kısa süreli Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın saflarında yer almış, daha sonra CHP’ye biat etmiş, ismini kamuoyunda ilk kez "çiftçiyi topraklandırma yasası"na karşı muhalefetin başını çekenler arasında yer alarak duyurmuştu.
Savaş sonu çok partili döneme geçilirken Demokrat Parti’yi kuran, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde iktidara taşıyan dört kurucu arasında karizmatik olan tek kişi bir zamanlar Atatürk’ün başbakanlığını da yapmış olan Celal Bayar idi. Seçimden sonra herkes başbakanlığı onun üstlenmesini beklerken, Bayar Çankaya köşkü saltanatını tercih edince, Menderes başbakan olmuş, hitabet gücüyle ve despotik yönetim tarzına rağmen "her daim yalnız ve mahzun" imajıyla karizmalanmıştı.
Ne ki, ABD emperyalizminin dayatmalarına kayıtsız şartsız teslim olması, basın özgürlüğünü sürekli çiğnemesi, 6-7 Eylül olayları, hatalı politikalarıyla neden olduğu ekonomik kriz onun da karizmasında derin çizikler açmıştı. 27 Mayıs darbesinden sonra Yassıada’da yargılanırken ve idam edildiğinde bu çizikli karizma DP yandaşı kitlelerin protesto için sokağa dökülmesini sağlamaya yetmemişti. Menderes karizmasının rantını yemek her darbe sonrası parlamenter düzene yeniden geçişte DP mirasına sahip çıkan AP, YTP, ANAP, DYP ve de en sonunda AKP gibi partilere nasip olmuştu.
12 Mart döneminin nevzuhur karizmatiği ise hiç kuşkusuz Bülent Ecevit’ti. Kendisiyle ilk kez 50’li yılların sonlarına doğru Ankara’da yedek subaylığımı yaparken sık sık uğradığım Ulus Gazetesi’nde karşılaşmıştım. Eğitim gördüğü ABD’den yeni dönmüştü.
CHP organı Ulus Gazetesi’nde çalışırken iki kez ABD’de gazetecilik eğitiminden geçmişti. 1955 yılında Kuzey Karolina eyaletinin Winston-Salem kentinde, The Journal and Sentinel'de konuk gazeteci olarak çalışmış, 1957'de de Rockefeller Foundation Fellowship Bursu ile yeniden ABD'ye giderek Henry A. Kissinger’in rektör olduğu Harvard Üniversitesi’nde sekiz ay sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yapmış, anti-komünizm seminerlerine katılmıştı.
ABD’den gönderdiği ve 28 Haziran 1957 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayınlanan bir yazısında anti-komünist tavrını açıkça ortaya koyuyordu: "Demokrat Parti iktidarının, komünizm tehlikesi bahanesiyle aldığı tedbirler, bir yandan Türkiye'de demokrasinin yerleşmesini güçleştirip huzursuzluk yarattığı gibi, bir yandan da, tarihimizde ilk defa olarak, Türk toplumu için komünizm tehlikesinin ciddileşmesine yol açmış olmaktadır."
Ardından da, CHP’nin tek parti diktası zamanında yapılmış komünist tutuklamalarından, parti ve sendika yasaklamalarından tek kelime söz etmeden, komünizm tehlikesinin ancak bir CHP iktidarıyla önlenebileceğini vurguluyordu: "Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı sırasında sanayileşmek ve ulusal ekonomiyi sağlamlaştırmak için faaliyete geçildiği zaman, Batıdaki sanayileşmiş memleketlerin komünist tehlikesine karşı kendi sosyal ve ekonomik düzenlerinde yapmak zorunda kaldıkları değişiklikler bir hareket noktası olarak alınmıştı."
Ecevit’in o yıllarda sol’la uzaktan yakından ilgisi yoktu, Amerikan eğitimli bir gazeteci olarak komünizmle mücadele ana konularından biriydi.
ABD’den bu fikirleri pekişmiş olarak döndükten kısa bir süre sonra yapılan genel seçimlerde CHP listesinden aday gösterilmiş ve milletvekili seçilmişti. İzmir’de Milliyet’in temsilciliğini üstlendiğim günlerde düzenlediği bir basın toplantısında Ecevit’le tekrar karşılaşmıştık. Anti-komünist MTTB’nin kuruluşunda başkan yardımcılığında bulunmuş olan Adana milletvekili Suphi Baykam’la beraberdiler… Her ikisi de partinin "umut kuşağı"ndandı. Ama bu karizmatik olmaya yeterli değildi.
Ecevit’in karizması, 1960 darbesinden sonra İnönü’nün başbakanlığında kurulan ilk koalisyon hükümetinde çalışma bakanı olduktan sonra, hiç hak etmediği halde, adının "işçi babası"na çıkartılmasıyla başladı.
Darbe sonrası Kurucu Meclis’in onayladığı 1961 Anayasası, birçok eksikliklerine rağmen, sosyal planda ileri bir adım atarak işçilerin sendika, toplu sözleşme ve grev haklarını tanımıştı. Üstelik anayasada işverenlerin "lokavt" yetkisinden de hiç bahsedilmiyordu.
Çalışma Bakanı Ecevit, o sırada Türkiye İşçi Partisi’ni kurmuş olan ve Amerikan sendikacılığının temsilcisi Türk-İş’ten ayrılmaya hazırlanan devrimci sendikacıların itirazlarını hiçe sayarak 275 sayılı kanuna grev hakkının yanı sıra anayasada adı geçmeyen lokavtı da koymuş ve yasayı AP ve CHP’li milletvekillerinin oylarıyla Meclis’ten geçirmişti.
Oyun o denli çirkindi ki, tüm dünya işçilerinin dayanışma günü olan 1 Mayıs üzerindeki yasak sürdürülürken, Türk-İş büyük bir yüzsüzlükle 274-275 sayılı kanunların Meclis’te kabul edildiği 24 Temmuz’u "İşçi Bayramı" ilan etmiş ve Ecevit’e "İşçi babası" payesi vermişti!
Karizma tırmanıyordu… 1965 seçimlerinde Demirel’in AP’si karşısında büyük yenilgiye uğrayan ve Türkiye İşçi Partisi’nin sosyalist bir programla Meclis’te 15 kişilik bir grup kurduğunu gören 40 yılın anti-komünist CHP’si kan kaybını durdurmak için tek çare olarak artık "Ortanın Solu"nda olduğunu ilan ediyor, partinin ilk kongresinde genel sekreterliğe yükseltilen Ecevit‘in karizması bu yeni iğreti etiketle biraz daha güçleniyordu.
Karizmanın tavan yaptığı dönem, 12 Mart faşist darbesinden sonra "Karaoğlan" imajının Türkiye siyasetine damgasını vurduğu, bazı radikal sol grupları dahi peşinden sürükleyerek 1973 genel seçiminden muzaffer çıktığı, barış güvercinliğinin 1974 Kıbrıs harekâtıyla şahinliğe dönüştüğü, 1977 seçimlerine kadar süren dört yıllık dönemdi. Ne ki o 1977 seçiminden iktidarı AKP’ye teslim ettiği 2002 yılına kadar süren 25 yıllık dönem Ecevit karizmasının yok oluş dönemi olacaktı.
Ecevit olayını ayrıntılı nakletmemin nedeni, son belediye seçimleri sürecinde inkar kabul etmez hale gelen İmamoğlu karizmasının kırk yıl önceki Ecevit karizmasının oluşumuyla benzerlikler taşıması, ve en azından bende benzeri hayal kırıklıklarıyla yeniden karşılaşma endişesi uyandırıyor olmasıdır.
Bu arada tarih sayfalarına gömülmüş karizmacıklar da var… Örneğin, ABD Morisson firmasının müteahhitliğinden Türkiye başbakanlığına ve cumhurbaşkanlığına yükselmiş bir Demirel… Ve de 12 Eylül faşist cuntasına iki yıl sadakatle hizmet edip tüm devlet terörü uygulamalarına Başbakan yardımcısı olarak imza verdikten sonra "demokrat" maskesiyle sahneye çıkıp Türkiye başbakanlığına ve cumhurbaşkanlığına tırmanmış bir Özal…
Çoktandır nisyandalar…
Kuşkusuz şu anda Türkiye yeni bir karizmanın doğuş şenliğini yaşıyor: İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu…
Görünüş o ki, bir yol kazası olmazsa, gelecek cumhurbaşkanı ve parlamento seçimlerinin yapılacağı 2023’e, belki de erken bir seçime kadar, Türkiye’nin siyaset arenasında iki karizma çarpışacak.
Tüm sorun, böyle bir karizmanın öznesi olan İmamoğlu’nun ve de bu oluşuma büyük bir özveriyle destek veren tüm siyasal partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının bu hesaplaşmanın lojistiğini ve kadrolarını ne denli ustalıkla hazırlayabilecekleridir.
İmamoğlu’nun önlenemez yükselişi nedeniyle patronluğunun tehlikeye düştüğünü gören CHP lideri Kılıçdaroğlu ya da kendilerini liderliğe aday gören benzerleri bir takım ayak oyunlarına girip İmamoğlu’nun hızını kesmekten ya da alenen kösteklemekten kendilerini alabilecek midir?
Kaldı ki sorun sadece İmamoğlu’nun karizmasına çizik düşürüp düşürmeme de değil.
Karizmanın öznesi olan İmamoğlu, son seçim başarısından sonra kendisini destekleyen tüm siyasal güçlere, özellikle de ayrı aday çıkartmamak suretiyle başarıya en büyük katkıyı sağlamış olan HDP’ye karşı teşekkürle dile getirdiği hak tanırlığı sürdürebilecek, ondan gelecek önerileri gerektiğince değerlendirebilecek midir?
Karizmadan söz açılınca akla gelen bir diğer isim, hiç tartışmasız, halen Tayyip’in zindanında çile çektirilen HDP’nin eski eşbaşkanı ve cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’tır.
Tayyip takımının son anda Kürt oylarını kısmen de olsa AKP adayına yönlendirmek için Öcalan’ın adının da kullanıldığı kirli bir manevraya başvurması karşısında Demirtaş baştan ortaya koyduğu net tavrını bir daha vurgulayarak bu son seçimde tüm HDP’lilerin İmamoğlu’na oy vermesini sağlamıştır.
Bugünkü mahpusluk günleri geçtiğinde, hattâ mahpusluğu sürdüğü sürece de Demirtaş sadece Kürt halkının, sadece HDP’ye oy verenlerin değil, gerçek bir demokratikleşmeden yana olan tüm güçlerin sesi olmaya devam edecektir.
İmamoğlu bu sese sürekli kulak verebilecek, eleştirilerini ve önerilerini dikkate alacak mıdır?
Dahası, içtenlikle soruyorum, partisinin genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun "Adalet Yürüyüşü" sırasında dahi göze alamadığı jesti yaparak, Edirne zindanındaki Demirtaş’ı İstanbul Belediye Başkanı olarak ziyaret edebilecek midir?
Unutmaması gerek…
Demirtaş karizması, kapıdan sokmazsa bacadan girerek ziyaret edeceğini söylediği Tayyip’in karizması gibi bir hasım karizma değil, Türkiye halklarının özgürlüğüne baş koymuş, her daim güvenilir, dost bir karizmadır.