Savaş Kılıç

Savaş Kılıç

Kelimelerin milliyeti

Bugün dil üstüne düşünürken önceliğimizin kelimelerin milliyeti olmaması gerektiğini daha iyi görebiliyoruz. Bir kelimenin bir dilden bir başkasına geçmesi ve sonra o dilden yine kaynak dile dönmesi dilbilimcilerin yabancısı olduğu bir durum değil.

Dil Reformu ya da Öztürkçecilik akımı dolayısıyla kelimelerin kökeni konusunda muhtemelen başka dillerden, kültürlerden daha duyarlıyız. Sıradan insanlar olarak daha ortaöğretimde kelimelerin Türkçe kökenli olup olmadığını anlamak için bakacağımız ipuçlarını öğreniriz (ya da en azından öğrenirdik), konuşurken yazarken Türkçe kökenlileri tercih etme eğiliminde olanlar eskisi kadar olmasa da hâlâ vardır. Bu konuda titizlenmek eski/yeni (“çağdaş”) ayrımına dikkat etmenin bir biçimi olduğu kadar, –adı başka türlü konsa da– milliyetçiliğe, Atatürkçülüğe bağlı kalmanın yollarından biridir aynı zamanda.

Kelimelerin kökeni meselesi çoğu durumda az çok nettir. Örneğin içmek fiilinin Türkçe olup olmadığını düşünmeyiz bile. Buna karşılık isimlerin durumu bazen karmaşıklık gösterir, Türkçe diye bildiğimiz birtakım kelimeler çok eski çağlarda başka dillerden alınmış çıkar: Etimoloji uzmanlarından inci kelimesinin veya altın’ın ikinci hecesinin Çinceden geçmiş olduğunu öğrenmek şaşırtır bizi sözgelimi. Dillerde en eski çağların saflığın altın çağı olduğunu zannedenler için küçük bir soğuk duş etkisi yaratıyor olabilir bu tür bilgiler.

JİLE VE YELEK

Öte yandan köken meselesinin biraz daha karmaşık olduğu durumlar da vardır. Buna örnek olarak jile kelimesi üstünde durmak istiyorum. Sesinden ve kıyafetle, modayla ilgisinden tahmin ederiz ki bu kelime Türkçeye Fransızcadan geçmiştir. Doğrudur da bu tahmin. Gelin görün ki kökenini merak edip Fransızca bir tarihsel sözlüğü açtığınızda, onun da Türkçe yelek kelimesinden geldiğini görürsünüz. 17. yüzyılda bir seyyah, seyahatnamesi Türkçeye de çevrilmiş olan J. de Thévenot kullanmış ilk olarak Fransızcada. Thévenot Tunus’ta karşılaştığı Berberilerin kıyafetini anlatırken şöyle diyor: “Berberiler Türklerle tamamen aynı biçimde giyinmezler, çünkü dolman ve cepken yerine gillet adını verdikleri bir yelek giyip üzerine kalın bir kuşak sararlar; başlarına, ucu çan gibi sivri bir Fez başlığı takıp çevresine kalın bir sarık dolarlar” (çev. Ali Berktay, Kitap Yayınevi, 2009, s. 272).

Kelime önce Arapçaya oradan da İspanyolca ve Fransızcaya geçtiği için ses bakımından epey değişmiştir. Ama tarihsel ve dilbilimsel veriler açısından jile’nin Türkçe yelek’ten geldiği kesindir. Zaten Türkçe tanıklar epey geriye gider. Kelime öncelikle “kuş tüyü, telek” anlamında kullanılır. 17. yüzyılda büyük tüylü kaleme de yelek dendiğine dair bir tanık var (Nazmü’l-Le’âl). Derken şu örnekte görülebileceği üzere okun iki yanına takılan kuş tüyü anlamında kullanılır: “Kayın oklar atup yelek koyan elde, ben Kazan-ıdum” (Topkapı Sarayı Oğuznamesi). “Gömleğin üstüne giyilen kolsuz giysi” anlamının tanıklarınaysa 15. yüzyılın sonundan itibaren rastlanır: “Köŋleking berk-i gül ü üstide gül-renk yilek” (“Gömleğin gül yaprağı, üstünde de gül renkli yelek var”, Ali Şir Nevai). Şu da 16. yüzyılın sonundan: “Bir hizmetkâruñ ki gerçekliği ve her kılığı dürüst olmıya, iliği düğmesi ve çahşırı ve yırtmacı ömrinde sökükden kurtulmıya, ol makûlenüñ müddet-i ömri mübtezellikle geçer. (…) Kezâlik sarığı kirden, yeleği çirk ü vesahdan (…) berî olmayan huddâm…” (Gelibolulu M. Ali, Mevaidü’n-Nefâis, haz. Mehmet Şeker, TTK, s. 396).

Belki iki yandan kollar geçirildiği için giysiye bu ad yakıştırılmıştır, belki de hızlı yürüyen ya da at binen kişinin üstünde uçuşuyor gibi göründüğünden, kimbilir.

HİKAYENİN DEVAMI

Bu hikâyenin ikinci kısmı da ilginç: Tamam Türkçe yelek kelimesi Fransızcaya geçmiş ama Fransızcadan da dönüp gelmiş Türkçede kullanılmaya başlamış. Nişanyan, ilk tanık olarak Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’ndan şu cümleyi (1896) vermiş: “Jilesinin cebinden bir altın çıkardı, garsona doğru attı.” Kelime Fransızcada da Türkçedeki gibi “gömleğin üstüne giyilen kolsuz giysi” anlamına geldiğinden bu örnekte aslında düpedüz Türkçe kelimenin yerine kullanılmıştır. Bu nedenle Recaizade’nin bunu gayet kasıtlı biçimde bir züppelik göstergesi olarak devreye soktuğunu düşünebiliriz.

Bu aşamada jile Türkçede henüz erkek giysisidir. Fransızcada kadınların giydiği aynı giysiye de jile deniyordu. Türkçede anlaşılan bir süre bu anlama hasredilmiştir: Dil Derneği ve Kubbealtı’nın sözlüklerine baktığımızda jile “kadın/hanım yeleği” diye tanımlanıyor. Ama bugün bu anlamda kullanılmıyor bildiğim kadarıyla. Epey bir süredir, “kadınların giydiği dize ya da topuğa kadar uzanabilen kolsuz elbise” anlamına geliyor. Sözlüklerin bu anlamı kaydetmemesi ilginç ve daha önce bir yazımda sözünü ettiğim türden sıkıntılı bir durum (meğerki kasıtları tam da bu elbise olsun). Ama Fransızcada bu tarif ettiğim elbiseyi anlatmak için “robe gilet” (yelek elbise) deniyor gördüğüm kadarıyla. Dolayısıyla jile’nin tek başına bu anlamı ifade etmesi Türkçeye özgü.

JİLE’NİN MİLLİYETİ

Bir kelimenin bir dilden bir başkasına geçmesi ve sonra o dilden yine kaynak dile dönmesi dilbilimcilerin yabancısı olduğu bir durum değil, buna kendi lisanlarınca “geri ödünçleme” diyorlar (şahsen “geri devşirme” demeyi tercih ediyorum). Türkçeden Moğolcaya ya da Farsçaya geçmiş, sonra araya zaman ve coğrafyaya bağlı etkenler girince, bu dillerden az çok farklı biçimlerle geri alınıp Türkçede farklı (ya da aynı) anlamlarda kullanılmaya başlamış epey bir kelime var.

Erbabı biliyor bunları. Aynı şekilde artık Türkçede dahi otomat benzeri birtakım elektronik cihazların bulunduğu kürsüleri anlatmak için kullanılan kiosk da aslında Türkçe köşk kelimesinin Batı dillerinde aldığı biçimlerden biri; Türkçede kullanılınca da bir “geri devşirme” örneği oluşturuyor yine.

Benim takıldığım noktaysa bu kelimelerin “milliyet”inin nasıl tanımlandığı ya da tanımlanacağı. Sözgelimi jile Türkçe midir Fransızca mı? Öztürkçecilik bugün yaşasaydı bu kelimeyi atmak mı isterdi, tutmak mı? Atacaksa neye, tutacaksa neye bakacaktı? Bugünkü kullanımıyla jile yerine yelek demeyi mi önereceklerdi mesela? Bu durumda iletişim zora sokulmuş olmayacak mıydı? Yoksa jile’yi soy bakımından sapkın, dejenere, yoz mu sayacaklardı? Paris’e gidip dönmüş, o esnada konuşması, hali tavrı değişmiş bir Türk gibi? Bu nedenle de, bir nevi örtük (ama bu örnekte gerçek temeli olan) Güneş-Dil Teorisi ile istemeye istemeye kucak mı açacaklardı? Bu tür bilgilerin onların tutumu üstünde bir değişikliği olmuş mudur, olur muydu bilinmez, ama biz jile’ye bakarak bugün dil üstüne düşünürken önceliğimizin kelimelerin milliyeti olmaması gerektiğini daha iyi görebiliyoruz.


Savaş Kılıç: 1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Savaş Kılıç Arşivi