Ümit Kardaş
KHK giyotini
Ulus-devletin ve ülke kavramının yapı taşı dışlama olup ; İtalyan filozof Giorgio Agamben’e göre dışlama, çıplaklaştırılmış yaşam ( vita nuda ) ile hayat arasındaki sınırları belirler.
Dışlama bir istisna değil, düzenli bir uygulamadır. Dışlanması gerekenler çırılçıplak bir hayatın içinde tutulurlar. Hayat, içeride tutulan yurttaşların devletin kendilerine sağladığı nimet ve imtiyazlarının bedelini ödememesi üzerine kuruludur.
Cumhuriyet; siyasetçisi, asker-sivil bürokratı, yazarı, akademisyeni, gazetecisi, yaratılan ekonomik sınıfı ve tek partisiyle çoğunluğu “inkar edilmiş yurttaş- dışlanmış” olarak ötekileştirdi.
Çevreden gelen AKP de , kendi yurttaşlarını yarattı. Elde ettiği güçle sınırda birikmiş olanların hayata dahil olmalarını engelledi. Hayatın içinde kalmak için mücadele edenleri de hayatın dışına itti.
AKP iktidarı 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden yararlanarak rejimi 1876 Anayasası öncesine dönercesine fiili bir anayasasızlık ve hukuksuzluk girdabına soktu. Bu zemin üzerinden de Türk tipi partili cumhurbaşkanlığı otokratik rejimine geçildi.
Otokratik gelişmeye ve dışlanmaya itirazı olan her kesimden ve kurumdan yurttaş, hukuk denetimi olmayan OHAL Kararnameleri ile keyfi ve indi bir şekilde görevlerinden uzaklaştırılıp dışlandı, aileleriyle birlikte sivil ölüme mahkum edildi. İçinde bürokratların, hakimlerin, askerlerin, akademisyenlerin, öğretmenlerin bulunduğu kesimlere yönelik bu dışlamayla birlikte muazzam bir beyin göçü ve kaybı yaşandı.
Şu anda siyaset dahil her alanda yaşanan kalitesizliğin, niteliksizliğin, çürümenin, çöküşün, geleceksizliğin ve umutsuzluğun nedenleri bu gelişmeler oldu. Beynine kurşun sıkılan bir bedenin istemsiz hareketleriyle karşı karşıyayız.
Diken’deki köşesinde “demokrat muhalif” kesime açık mektup yazan, kendisi de mağdur olan Murat Sevinç, KHK’lilerin bütünü açısından var olan hukuksuzlukların ve haksızlıkların “imzacı” ya da “barış' akademisyeni olarak bilinen ve KHK’li olmuş akademisyenler bakımından da yaratıldığını, kendileri bakımından yaratılan mağduriyetlerin ve usulsüzlüklerin de genel olarak KHK’liler bakımından geçerli olduğunu belirtip destek istemekte.
Sevinç şu tespitleri yapmakta : “Sorgusuz sualsiz, OHAL koşulları fırsat bilinerek işinden edilen onca akademisyeni, yalnızca, demokratik bir ‘kurum’ olarak akademi hakkıyla savunabilirdi. Türkiye akademisi ihraç edilen meslektaşlarına destek olmadı. Bireysel tutumlardan değil, kurumsal refleksten söz ediyorum. Akademi sessiz kaldığı için, ihraç edilen akademisyenlere yaklaşık sekiz yıldır türlü eziyet yapılabildi.
Bundan sonrası için de, yine ‘bir kurum olarak’ akademiden umut beslemek için makul gerekçe yok. Tek bir ‘kurul’ bile, “Bunu nasıl yaparsınız?” sorusunu yöneltmeyecek. Ezcümle, ihraç edilen akademisyenlerin akademiden bir ses duyma ihtimali, hayal. Zor koşullarda çaba harcayan az sayıda meslektaşımız, kendi okullarında çaresiz. Çünkü bu, birkaç kişinin dert edinmesiyle çözülebilecek bir sorun değil. O birkaç kişi, suskunlaşan kurumların dişlileri arasında işini yapmaya çalışıyor.”
Sevinç, akademisyenlere reva görülenleri net ve anlaşılır bir şekilde özetlemiş. Aynen aktarmak istiyorum.
“1.Barış imzacılarının sayısı, ilk imzacılar ve onlara destek olanlarla birlikte 2 binin üzerinde.
2.15 Temmuz ardından başlayan OHAL hukuku döneminde ‘yetkilendirilen’ idareciler, KHK’leri kendileri açısından bir fırsata çevirdi ve OHAL konusuyla ilgisiz çok sayıda yurttaş işinden gücünden edildi. Barış akademisyenlerinden bir kısmı bu kapsamda.
3.2 binin üzerinde imzacıdan, yalnızca 400 küsuru ihraç edildi. Hadi rakamları yuvarlayalım: 2000-400=1600. Demek ki 1600 civarında imzacı ihraç edilmedi. İtibarına düşkün hiçbir üniversite böyle bir skandala imza atmadı. Yalnızca en paçoz idareciler ve en büyük korkusu olanlar, o dönemde göze girmek için pek hevesli davrandı.
4.İhraç edilmeyen akademisyenlerin bir kısmı, istifaya ve emekliliğe zorlandı.
5.Atılanlar OHAL komisyonuna başvurmak zorundaydı, idari yargıdan önce.
6.OHAL komisyonu, hepimizi ‘beş yıl’ oyaladı ve sonunda ‘topluca’ reddetti. Ancak beş yılın ardından idare mahkemelerine başvurulabildi.
7.Dosyalar idari yargı yerleri arasında paylaştırıldı. İlk aylarda çok sayıda meslektaşımız toplu olarak ‘ret’ aldı. Ardından, bazı idare mahkemeleri ‘iade’ kararı verince, hepsi durdu. Bir süre sonra parça başı kararlar yayınlanmaya başladı. İki iade, bir ret, bir iade, iki ret…
8.İdare mahkemelerinin bir kısmı üç-dört ayda, bir kısmı iki yılda karar verdi. Örneğin ben, iki yılın sonunda ‘iade’ edildim. Yani, yedi yılın ardından. Neden bu kadar zaman beklediler bilmiyoruz. Yargı ‘bağımsız’ olduğu için soramıyorsunuz haliyle.
9.Diyelim iade edildiniz. Üniversiteler iade kararına itiraz ederek hemen istinafa, yani bölge idare mahkemelerine (BİM) gidiyor. Bazı üniversiteler yürütmeyi durdurma (yd) talep ediyor ki, meslektaşları bir an önce yeniden görevden alınabilsin.
10.İdare mahkemelerinin kararları 13, 14 ve 15 BİM’ler arasında bölüştürüldü.
11.13. Bölge İdare Mahkemesi, istisnasız tüm meslektaşlarımız hakkında olumsuz karar vererek, bir yandan ‘retleri’ onaylarken, diğer yandan ‘iade edilenlerin’ ‘tümünün’ bir kez daha görevden alınmasını sağladı. Yeniden görevden alınanlar başa dönüyor, tüm haklarına yeniden ‘çökülüyor’, eğer ödendiyse tazminatlarına bir kez daha el konuluyor vs.
12.Dolayısıyla, göreve iade edilenler ne yapacağını tam olarak bilmiyor. Örneğin, iki hafta önce derse başlamama karşın, dönemi tamamlayıp tamamlayamayacağımı bilmiyorum. Herkes aynı durumda.
13.Bir üniversite ise (Marmara) bir meslektaşımızın iadesi istinafta da onaylanmasına karşın henüz göreve başlatılmadı. Tam bir bilim yuvası.
14.Tüm bunlar, AYM’nin Füsun Üstel kararı ve birkaç yıl önce verilmiş bir Danıştay (AYM kararını bağlayıcı kabul eden) kararına ‘karşı’ yapılabiliyor.”
Bu yazıyı yazmadan önce editörlüğünü Kemal İnal, Efe Beşler ve Raif Batur Talu’nun yaptığı “Ohal’de Hayat- KHK’liler Konuşuyor” isimli kitap değerli insan hakları aktivisti Raif Batur Talu tarafından bana armağan edildi. Düşünsel çabaları, mesleki ve içsel donanımlarından başka hiçbir şeyleri olmayan, içlerinde Barış Akademisyenleri’nin de bulunduğu hakim, doktor, öğretmen gibi pek çok kamu çalışanının KHK giyotininde nasıl kıyıldıklarını, bu hukuksuzluğa olan itirazlarını okudukça ve direnme güçlerine tanık oldukça insan onuruna saygının değerini daha çok anladım.
Attila Taygun arka kapak yazısında durumun vahametini özetliyor : “Birilerinin ‘ Allah’ın lütfu’ olarak değerlendirdiği darbe girişimini gerekçe göstererek adaletten, barıştan ve kardeşlikten yana olan herkesi hedef haline getiren erk, OHAL hukuksuzluğu temelinde ülkedeki her türlü muhalefeti yok edip tek sesli bir toplum yaratma amacıyla KHK’lere sarıldı.Ve kah dedikodan öteye geçmeyen ve doğru dürüst bilgi kırınıtısı içermeyen ihbarlara itibar ederek, kah “gözlerinin üstünde kaş bulunduğu” gibi gerekçelere başvurarak bu ülkenin aydınlık, dayanışmacı yüzünü temsil eden on binlerce insanı da işsizliğe ; pek çoğunu sürgüne hatta vatansızlığa ; bazılarını intihara mahkum ettiler. İhraç edilenler arasında Türkiye’nin önde gelen bilim insanlarının da olduğu akademisyenler var. Bu yolda, akademik özgürlüğü ortadan kaldırmanın adını ‘ cemaatla/ terörle mücadele’ koydular. Üniversiteleri, “ cahil insanların ferasetine güveniyoruz’ deme cehaletini gösterenlerin yürüttükleri ‘ cadı avı’na ve ‘ akan kanlarınızla duş alacağız’ deme küstahlığını gösteren yeraltı dünyası ünlülerinin tehditlerine teslim ettiler.”
KHK’ler ile adil yargılanma hakkı çiğnendiği gibi yargısız infaz sonucu doğuracak işlemler yapılmış durumda. Yurttaşların kesinleşmiş yargı kararı olsa dahi işlerine iade edilmemesi, noterde şahitliklerinin dahi kabul edilmemesi, tapuda işlem yapamamaları insan hakları ihlallerinin artarak devam ettiğini göstermekte.
KHK’lilerin karşılaştığı kanser vakaları, kronik hastalıklar, psikolojik ve fizyolojik sorunlar, öldükten sonra göreve iadeler, toplumsal ilişkilerin dışına düşmeleri, intiharlar yaşananların çok boyutlu zararlar doğurduğunu göstermekte.
İvedilikle siyasal suçlarla ilgili bir genel affın çıkarılması, mağdurların görevlerine iade edilip, maddi- manevi zararlarının giderilmesi adaletin ve toplumsal barışın sağlanması bakımından hayati önemde.
Ümit Kardaş: 1971'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1975 yılında askeri hakim, 1985 yılında hukuk doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995 yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yazıları yayınlandı. Halen internet gazeteleri Artı Gerçek ve Son Medya’da yazmaya devam ediyor. Bülent Tanör eser yarışmasında birincilik ödülü alan "Türkiye'nin Demokratikleşmesinde Öncelikler" isimli çalışması 2004 yılında yayınlandı. "Hukuk Devlete Sızabilir mi?", "Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi", "Demokrasi ve Hukuk Krizi, "Zulüm Özür Uzlaşı", Kardaş’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları.