Aydın Selcen
Kılıçdaroğlu’nun ABD gezisi
Güncel gelişmelerin baskıcı cehennem kuyusunda kısa bir tur atalım dilerseniz önce. Dezenformasyon Yasası adı altında yurttaşın, hepimizin ses telleri kesiliyor. Aile yapısını nasıl olacaksa yasayla korumak kisvesiyle LGBTI-Q yurttaşlara ayrımcılık yapılıyor. Alevi “realitesini tanımak” pozunda bir inanca topyekûn kayyum atanıyor. İçişleri Bakanı polise yakaladığı şüphelinin ayaklarını kırma talimatı veriyor, nitekim ertesi gün Hakkâri’de milletvekili Habip Eksik’in ayağı kırılıyor.
Kanıksadıklarımız cabası. Laik cumhuriyetin başkanı Mevlit Kandili’nde konuşup sözü LGBTI-Q’ya getiriyor. İBB, Mevlit Kandili gerekçesiyle konser erteliyor. İçişleri Bakan Yardımcısı Muhterem İnce şöyle bir kısa Sayıştay durağından sonra, soluğu AYM’de alıyor. Liste uzar gider, işte bu ortamda 2023 seçimine doğru gidiyoruz. Seçim kampanyasında cumhurbaşkanının kendi propagandası için devletin tüm olanaklarını kullanmasını da yasal kılarak.
Eskiden tek kanal siyah-beyaz TRT devrinde İstiklâl Marşı ve kapanış olurdu gece yarısı yayın sonunda. Evin salonunda ayağa kalkar, hazır ola geçerdik. Bu gidişle yakında bizzat cumhurbaşkanının kıldıracağı Cuma namazlarının devlet televizyon kanallarından eşanlı naklen yayınlandığını görüp, doyasıya sivilleşme, vesayetten kurtuluş ve “özgürlükçü laiklik yorumu” coşkusu yaşayabileceğiz sanırım.
Tüm bunlara şunu da ekleyelim: Güvenilir kamuoyu yoklamalarında Erdoğan’ın kemik oyu 32% ve desteği 40% düzeylerinde ölçülüyor. CHP 25%’te sabit. İYİP’de yükseliş durdu hatta düşüş başladı. HDP 10% üzerinde geziniyor. Diğer muhalif partiler ise pek kayda değer bir varlık gösteremiyor kamuoyu nezdinde. Başka deyişle, korkarım yaygın ve güçlü bir “edi bese” tepkisinden söz etmek güç.
Kendimce hep söylerim bu ülkede herhangi bir konuda diz refleksi tepkiyle “devlet nerdeaaa?” diye bağırarak yakınırsanız, devlet de gelir yatak odanıza dek girer; orada da durmaz, yatak odanızın kapısının iç tarafına talimatname asar diye. Herhalde “cumhuriyeti yüzüncü yılında demokrasiyle taçlandırmak” şiarıyla davranan muhaliflerdenseniz hedefiniz devlet aygıtını “ele geçirmek” olamaz, olmamalı.
Kalın fırça darbeleriyle ana hatlarını betimlemeye çabaladığım bu serpme kahvaltı ortamında CHP Genel Başkanı ve Altılı Masa’nın olası ortak adayı Kemal Kılıçdaroğlu başörtüsü çıkışı yaptı. “Zamanlama yanlış olsa da…” diye söze girenlere, “zamanlama yanlışsa gerisini anlatma” denilebilir belki. Ayrıca ortaya çıkan durumdan Sayın Kılıçdaroğlu’nun söz konusu çıkışını partisi içinde herhangi bir danışma sürecine gereksinim duymadan yaptığı da anlaşıldı.
Ardından yine Sayın Kılıçdaroğlu yine CHP içinde pek kimseye danışmadığı anlaşılan biçimde ABD gezisine çıktı. “ABD gezisi” Boston ve civarındaki birinci sınıf yükseköğrenim kurumlarıyla mı kısıtlı kalacak göreceğiz. Kılıçdaroğlu bu yöndeki eleştirileri, “muhalefetteyken iktidarla konuşmanın icazet istemek anlamına geleceği” yollu ifadelerle geçiştirmeyi yeğledi. Yanıt böyle olunca iktidara amiyane tabirle “abdestinden kuşkun mu var ki…” diye üste çıkma olanağı tanınmış oluyor bence.
Ancak işin o kısmını Sayın Kılıçdaroğlu kendi takdir edecektir. Benim aklıma takılan boyut değindiğim danışma eksikliği. Sayın Kılıçdaroğlu kendine “gençlerin demokrat amcası” unvanını yakıştırıyor. İlk kez oy kullanacak genç seçmene bu yaklaşımını pek çok kez dile getirdi. Bence demokratlık ve amcalık kavramları çelişkili hatta bir dönemin zırva ama popüler “ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur” parçasını da çağrıştırmıyor değil ama orası da kuşkusuz keza kendinin ve kurmaylarının bileceği iştir.
Buna karşılık Sayın Kılıçdaroğlu kendi partisine ve Altılı Masa’ya ise artık desteklerini hissetmek istediği çağrısında bulundu. Genel olarak muhalifler arasında da Kılıçdaroğlu’nun “ama’sız fakat’sız” desteklenmesi gerektiği görüşü baskın. Muhalefete ilişkin herhangi bir eleştirel görüş belirtmeye cüret edenler derhal “fikir değil, oy ver” yahut “çok memnunsan sen git Erdoğan’a oy ver” yollu uyarılarla karşılaşıyor.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye, Altılı Masa’ya ve bizlere seslenişinin altyazısı belki “beni desteklemeye mecbur olduğunuzu, kaldığınızı biliyorum” olabilir. “Helâlleşme” diye kurguladığı da belki Lübnan’da iç savaş öncesi çatışmalardan birini 1958’de önleyen Org. Chehab’ın (daha sonra cumhurbaşkanı) uzlaştırıcı “ne galip, ne mağlup”, başka deyişle “hepimiz kazandık” anlamına gelen çıkışını anımsatıyor.
Esin vererek ardında sürüklemek ve gönüllü destek ile razı olmak veya mecbur kalmak, kılınmak herhalde farklı. Ancak iki turlu seçimli başkanlık sisteminin de özelliği zaten bu. O zaman da akla 2002’de sosyalist Jospin’in beklenmedik biçimde ilk turda elenmesiyle, topu topu 19.8% oyla ikinci tura ilk sırada giren Chirac’ın ırkçı J.M. LePen’e karşı 82.2% oyla cumhurbaşkanı seçilişi geliyor. Chirac zafer konuşmasında yaptığı sıçramanın hangi gerekçelere dayandığının bilincinde olduğunu açıkça ifade etmiş ve gerçekten o duruma uygun bir yönetim tarzı sergilemişti. Chehab gibi Chirac’ın bugün de hayırla anılması bundan.
Öte yandan Rusya’daki duruma ilişkin olarak Timothy Snyder’in açıkladığı gibi, bizde de televiz üel olanın reelden, dış politika ve ulusal güvenlik-savunma konularının içeride yaşanan karanlık baskıdan önde geldiği bir seçim dönemi yaşayacağımız öngörülebilir. Bu bakımdan şurada son paragrafta kaydettiğim üzere bence şuur ve tasavvur, entelektüel fantezi değil aklın gereği zorunluluklar olarak öne çıkıyor.
Uluslararası ilişkilerde realizm denilen Ukrayna’nın işgaliyle birlikte sanki artık şuur ve vizyon yani gelecek tasavvuru yoksunluğunun amuda kalkıp söylenişine dönüştü. Bizim hariciye öğretisindeyse realizm dışında her ne varsa tümü anatema addedilir. Bugün dış politikada “liyakat” denince akla doğrudan “vesayet” gelmesi gibi. Bir de içe kapanmacı, taşracı ve egemenci olmayı kâh özerk, kâh anti-emperyalist, kâh muhayyel direniş ekseninin solcası sanmak var.
Bu iri iri iddialı sözleri çok daha basitleştirelim: 70 yıldır müttefiki olduğumuz NATO’yu bırakıp ŞİÖ ile mi; ABD ve AB’yi bırakıp Putin’in Rusya’sı, Şi’nin Çin’i ve Hameney’in İran’ı ile mi işbirliği yapalım? Laiklik deyince sert yorumdu, yumuşak yorumdu diye uğraşmaktansa, düz hesap çıkaralım mı anayasadan bu ilkeyi? AB’ye tam üyelik paylaşılan bir hedefse, bunun kısmi de olsa bir egemenlik devri demek olduğunun ve buna gönüllü ve istekli olmamız gerektiğinin bilincinde miyiz?
Günümüzde artık uzun toplarla savunmadan çıkmak demode. Örnekse Abdülkerim Durmaz’ın dile getirdiği üzere son 5-4’lük Karagümrük maçında Fenerbahçe’nin beşinci golünde Szalai’nin 30 metrelik vuruşu esasen top şişirme. Ancak bıçak kemiğe dayanınca denenecek o vuruşu alıp gol pasına çevirense Batshuayi’nin yeteneği, becerisi. Vuruşun istatistiklere “asist” olarak geçmesi bu gerçeği değiştirmiyor. Dört yiyip beş attıransa Jesus’un kurgusu. Ancak aynı Jesus, Ümraniye’den üç yiyip dört atamamış, üçte kalmıştı.
2023 seçimi ufkunda herhalde bunların tümünden çıkarılacak dersler vardır. Üzerimize gelen tüm kabusvari olup bitenlerle birlikte düşünüldüğünde Sayın Kılıçdaroğlu’nun ön hazırlık, istişare ve eşgüdüm eksiğiyle gerçekleştirildiği anlaşılan ABD gezisi bende bu çağrışımları yaptı.