Ragıp Zarakolu
Kim barıştan yana kim değil?
Baskın Hoca’nın deyimiyle, Mahşerin 4 Atlısı Türkiye yeniden sırat köprüsüne sürüklüyor.
Türkiye’de 1984’den bu yana devam eden fiili bir savaş durumu var. Adını koymak gerekiyorsa bu, Kürt Savaşı.
Bu sadece Türk milliyetçiliğinin değil, Arap ve Fars milliyetçilğinin de Kürt halkının evrensel hukuk içinde tanınmasına karşı yürütülen haksız bir savaş.
Geçmişte birbiri ile yiyişen bu milliyetçilikler, Kürt mevzusu gündeme geldiğinde bir araya gelmştir tarih boyunca.
Komşusun Kürdüne de, ancak komşuyu taciz edecek düzeyde, ama asla bunun ötesine geçmesine izin vermez. Bir bölüm özgürlüğe yaklaştığında hemen mahşerin 4 atlısı gibi birleşiverirler.
Türkiye’de dönem dönem yükselen sözde liberal dönemlerdeki farklı yaklaşımlar ise, daha çok yayılma hırsları ile bağlantılıdır.
Örneğin, hemen Körfez Savaşı öncesi Özal’ın iştahı kabarmıştı, bir parça kapabilir miyiz bizim yükselen sermaye için diye. Aslında Erdoğan’ın yaklaşımları da, büyüyen Türkiye kapitalizminin bölgeye yönelik iştahı ile bağlantılı idi. Irak’tan kopmaması koşulu ile Irak Kürt federe devletine yönelik aşklarının maddi zemini de bu.
Hatta, "federasyon" dan bile bahsetmişti de, lafı ağzına tıkılmıştı.
Ne olur olmaz, bu adam bizi bu savaşa sürükler, statüko altüst olur diye.
Bizim milliyetçiliğin içinde bir derttir, misak-ı milli sınırları içinde gördükleri Musul’u kaptırdıkları için.
Bir parça Lozan’da Türkiye’ye bırakıldı Türkiye’ye. Ama niçin? Bir defa kendilerinin başı Suriye ve Irak’ta ayaklanmalar nedeniyle yeterince dertteydi.
İkinci olarak da, nasıl Filistin’i, Hindistan’ı, Kıbrıs’ı terk ederken, peşlerinde hâlâ açık yanan yaralar bıraktılarsa, bir ulus devlet olma peşinde olan Türkiye’nin de başına 90 küsür yıldır çözümsüz kalan bir Kürt sorunu hediye etmişlerdi.
Cumhuriyetin çelik çekirdeği için Kürt sorunu bir "beka" sorunudur.
Menderes’den başlayıp bugüne kadar gelen sözde liberal siyasetler Kürt sorununda, biraz da Kürt oylarına ihtiyaçları olduğu için sınırlı açılımlar yapsalar, çelik çekirdek her zaman homurdanmış ve tavrını koymuştur.
Az siyasetçi çalmadı Kürdistan İşçi Partisi başkanının kapısını. Özal çaldı, arkasından Demirel, arkasından Erbakan, arkasından Erdoğan.
Hatta kısmi adımlar da atıldı.
Ama her defasında, çelik çekirdeğin vetosu ile karşılaştılar.
Ve bunu kabullendiler. Buna rağmen bedel de ödediler.
Özal’ın barış sürecinin geliştiği bir süreçte ölüverdi. Ve yangın her yanı sarıverdi. Bir anda barış hemen elimizin altında derken, korkunç bir kirli savaş yaşandı, liberal/sosyal demokrat bir hükümetin yönetimin başta olduğu bir dönemde.
Kürdistan İşçi Partisi her zaman barış çağrılarına yanıt verdi. Taleplerinde kendi kaderini talep hakkını bir yana koydu.
Barış konusunda ciddi olduklarını göstermek için, İmralı’dan önderlerinin çağrısı üzerine, kimi gerillalar sınırdan silahsız girerek teslim oldular. Avrupa’dan hareketin temsilcileri gelip teslim oldular. Hatta sınırda subaylar tarafından, eşit statüde saygıyla karşılandılar. Hepsi zindana kondu, yıllarını orada geçirdiler. Hatta unutulanlar oldu.
Erdoğan döneminde birinci barış süreci, sınırdan geçip teslim olan gerillaları Kürt halkı coşkuyla karşılaması bahane edilerek çökertildi.
İkinci barış süreci ise, bizzat başbakanın taraf olduğu Dolmabahçe mutabakatı sağlandıktan sonra çökertildi.
Erdoğan’ın başkanlığını çelik çekirdeğin onaylaması, ancak masayı devirdikten sonra mümkün oldu.
Bunu en iyi KİP başkanı bilir. Kaç başbakan geçti elinden! Kaç başbakandan mesaj aldı, hadi barışalım diye. Onlara Başkan’ın yanıtı şu olmuştu. "İyi tamam hoş da, devlet ne diyor?"
Devlet ise hala Osmanlı sendronumundan muzdarip. "Özerklik verdik, ama verdiklerimizin hepsi elimizden gitti. Şimdi bunlara verirsek, burası da gider!"
Barış için önce devletin bu sendromu aşması gerek. Ama 35 yıldır devam eden bir savaşın sebep olduğu kayıpların güçlendirdiği özellikle savaşa Karadeniz, Anadolu çocukları yollandığı için ciddiye alınması gereken güçlü bir şövenizm de var. Karşı tarafın kayıplarının yarattığı travma ve acı ise kimsenin umurunda değil. Belki de ikinci sınıf yurttaş statüsünde oldukları için.
Aslında TC’nin 72 yıllık yakın müttefiki olan ABD nin de sözde liberal politikacılara da tavsiyesi de her zaman bu doğrultuda olmuştur: "Bir şeyler yapın". 1965 yılında "acemi" bir politikacı olan Demirel, MGK’da saf saf bu tavsiyeyi dile getirince, zılgıtı yemiş, bir daha bu bahsi açmamıştı. DP devrinde ilk kez Kürtler adam yerine koyulduğunda, 33 kurşun soruşturması yapıldığında, bir süre sonra Çankaya’nın Bayar’ı, Dersim faili Bayar, 1959 yılında ilk toplu Kürt aydınları tevkifatının düğmesine basmış, "özgürlükçü" 27 Mayıs cuntası da bunu sürdürmüş, İnönü koalisyon hükümetine devretmişti.
ABD akademik eğitiminden geçen Bayan Çiller de, "İspanya’nın özerklik alternatifi de bir çıkış olabilir" demez mi, "acemilik" döneminde. Dersini anında almıştı çatık kaşlı paşalardan.
Ecevit de, "ABD, bize teslim etti ama niye biz de anlamadık" diyecekti. İdam edilmeme koşuluyla! Artık "acemilik" tanımlamasını hak kazandıracak yaşı çoktan geçmişti. Yahu, adamla "oturun uzlaşın anlaşın!" demek istemiş, bir yandan Filistin’de bir çözüm sağlamağa çalışırken. Ama ne Israil zabitlerinin ne bizim zabitlerin kapasitesi bu mesajı almaya müsait değildi! (Şimdi zabit de kalmadı, bahane göstermek için. Asıl mesele sivil yada asker, kafa mevzuu!)
Erdoğan da "acemilik" döneminde, aydınların barış çağrısına uyup, Diyarbakır’a gidecekti, boş bir alana seslenip.
Şimdi, İmralı’dan yine bir barış mümkün çağrısı geldi. Umut ederim bu kere yanıt bulur diyeceğim, barış çağrısına katılacağım ama…