Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Kıssadan hisse: Deprem, seçim ve popülizm
Seçime bir hafta kala iyice unutulmak üzere olan depremi unutmamayı ve unutturmamayı önemli buluyorum. Bu nedenle bu yazıya, şimdiye kadar sunduğum tarihsel kıssadan (özellikle beklenen deprem ve önümüzdeki seçim bağlamında) çıkarılacak hisselere ayırmak istiyorum.
KISSA
Eskiden beri çok sevdiğim ve konuşurken bir anda söylemekte zorlandığım bir söz bu: Kıssadan hisse miydi yoksa hisseden kıssa mıydı?!
Sözlüklere bakıp ‘kıssa’ sözcüğünün Arapça anlatı anlamına geldiğini ilk gördüğümde sözün doğrudan anlamanı öğrenmek, bu güzel sözü kullanırken doğrusunu hatırlamamda çok yardımcı oldu. Ancak asıl yardımcı olan, yıllar sonraki bir keşfim oldu: Buradaki ‘kıssa’ anadilim olan Zazacada konuşmak veya anlatmak anlamına gelen ‘qesê kerden’ ile ilişkiliydi ve söz/laf anlamında kullandığımız ‘qesê’ sözcüğünün ta kendisiydi! O günden itibaren ‘kıssadan hisse’ sözüyle ilişkim değişti. Bir anlatıdan/hikayeden ders çıkarmak anlamına geldiğini bildiğim ve çok sevdiğim bu sözün doğru kullanımı sorun olmaktan çıktı...
Bir süredir yazdığım deprem tarihi anlatıları anlamında kıssamız artık açık olduğuna göre, bundan çıkarılacak hisselere geçebiliriz şimdi.
HİSSE
Her an gelebileceği uzmanlar tarafından söylenen İstanbul depremi gündem maddelerinin başında olmalı diye düşündüğüm için kıssadan çıkarılacak bir hisse bu çerçevede gündeme geliyor. Bir gün bile kaybetmeden üç aşamada depreme hazırlıklara devam etmek gerekiyor:
- Deprem öncesinde yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler.
a. İmar ve genelde şehirleşme bağlamında hem var olana (gerekirse yıkımla) müdahale, hem de yapılacakların sıkı denetimi
b. Doğru tepki ve müdahale için kurumsal ve sivil örgütlülük - Deprem sırasında ve hemen sonrasında yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler.
a. Sistemli arama kurtarma: Profesyonellik ve sivil katılımın eş güdümü.
b. Hayatta kalanlara acil müdahale: Koordinasyon en önemlisi.
c. Ne yapılması ve yapılmaması gerektiği konusunda halkın bilinçlendirilmesi: Düzenli eğitim - Sonrasında yapılacaklar
a. Kaotik değil sistemli çalışma: Spontane tepki çok değerli, ama önceden hazırlıklı olmak en önemlisi.
b. Yardımlar
i. Depremzedelere dolaysız yardım: Erzak, barınma, sağlık, hijyen vs. konusunda önceden kaba hatları belirlenmiş dağıtım yöntemi.
ii. Devlete ve yardım kurumlarına yardım: Ülke içinden ve dışından gelecek yardımların kadirşinas bir tavırla kabulünün ve acilen ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasının en acil, şeffaf ve efektif şekilde koordinasyonu.
c. Enkaz kaldırma: Enkazın acilen kaldırılması gerekliliği ile uzun vadeli (yan) etkileri arasındaki denge.
d. Psikososyal destek: Doğru ve açık bilgilendirme ve profesyonel destek.
e. Her an bir daha (artçı) deprem olabileceğini unutmayarak hazırlıklı olmak için alarm durumu.
Hatay’da yaşayarak (bir kez daha) öğrendiğim spesifik bir şeyi not ederek kıssadan ilk hisse bahsini kapatayım: Depremin daha büyük felakete dönüşmemesi için kriz anında (uçaklarda yapılan uyarıya uygun olarak) doğru refleksi unutmamak gerekiyor: Kendinden daha zayıfları veya muhtaçları kurtarmak için önce kendini kurtar ki başkasına yardım edecek konumda ol veya kal.
KISSADAN DİĞER HİSSELER
Deprem bölgesindeki gözlemlerin ve deprem tarihiyle ilgili okumaların (bir kez daha) öğrettiklerinden yola çıkarak çıkardığım daha derinlikli ve sofistike hisseleri, daha sonra her birini hakkıyla almak üzere, burada sıralamak isterim.
Hayatımızın her alanında karşımıza çıkan bazı dikotomiler konusunda afet sonrası süreç bize çok şey söylüyor:
- Merkeziyet ve ademimerkeziyet arasındaki çelişki veya ‘gerginlik’ durumu.
- Konvansiyonel kamu/devlet savunuculuğu ve sivillik/bireysellik yanlılığı arasında kalma durumu.
- Koordinasyon/tekel ve (anarşizan/liberter çağrışımlara sahip olan) kendiliğindencilik/spontanlık arasında kalma durumu.
Asıl mesele bu dikotomileri aşarak, diyalektik bütüncül yaklaşım ile meseleyi ele almak ve çözümler üretmek. Ancak bunların her birini ileride ayrıca ele almak üzere bu yazıda deprem sonrasında bölgede görerek ve bir süredir kıssayı yazarken değişik deprem tarihlerine bakarak öğrendiğim bir mesele olarak daha kapsamlı ve derinlikli hisse üzerinde durmak istiyorum: Daha önce yazdığım üzere, bu süreçte ve aslında sağ popülizm çağında tüm yaşadıklarımızda ‘yüce halkımız’ın rolü, temel mesele olarak karşımızda duruyor.
TEMEL MESELEMİZ POPÜLİZM
Deprem tarihi kıssasından çıkarılacak bir başka hisse olarak, elitizm ve popülizm dikotomisi bağlamında bir uçtan diğerine savrulmama meselesini bu yazıda ele almaya başlayacağım. Çünkü doğa olayı olarak depremin yarattığı felaketi anlamak ve çözümlerini konuşmak için günümüz dünyasında yaşanan büyük toplumsal felaketlerin kaynağı olan popülizmi ve onu aşmanın yolunu usanmadan konuşmak ve yazmak gerekiyor.
Şu anda insanlığın her alanda baş belası olan popülizmin, depreme hazırlık sürecinde köklü çözümün önündeki en kapsamlı ve en derin bariyeri oluşturduğuna önceki yazılarda dikkat çektim. Özellikle seçim öncesi ve sonrası süreçte bu konuyu ele alarak, bu yazıyla bitirdiğim deprem tarihi terslerinin ardından, ‘başka bir siyaset mümkün mü’ sorusu bağlamında ‘parlamentarizm ve ötesi’ başlıklı terslere başlamış oluyorum.
DEMOKRASİ, PARLAMENTARİZM, SEÇİM VE SANDIK
Geniş anlamda sol ve sağ popülizmi hem kuramsal çerçevede tartışmak ve hem de tarihsel kökenlerini konuşmak günümüzde hem akademik-entelektüel hem de siyasi düzlemde elzem hale gelmiştir.
Bu bağlamda kısaca şu genel tespiti yaparak başlamak isterim: Temsili katılıma indirgenmiş demokrasinin bile mumla aranmaya başlandığı bir global konjonktürde, demokrasinin tamamen parlamentarizme indirgenmiş olması açık bir geri adım olarak görülmesi gerekir. Uzun yıllar ‘burjuva demokrasisi’ olarak addettiği temsili demokrasiye ve parlamentarizme burun kıvırmış bir kısım solun bugün neredeyse parlamentarizmle sınırlı bir mücadeleye dayanıyor olması, genelde dikotomilerde karşımıza çıkan ibret verici bir örnektir: Bir uçtan diğer uca savrulmalar arasında, ‘orta yolu’ değil ama sentezi, daha doğrusu diyalektik bütüncüllüğü kaçırmak kaçınılmaz oluyor.
Dar anlamda popülizme gelince, kısaca şunu söylemek mümkün: Parlamentarizmin daha da daraltılarak seçime ve sandığa indirgenmiş olması nedeniyle meselenin oy avcılığı seviyesine indirgenmiş olması, epistemolojik düzeyde olmasa da ideolojik düzeyde bireysel ve toplumsal dönüşüm meselesinin ihmal edilmesine yol açmaktadır. Yani özellikle solun amacı olması gerekeni seçmenin oyunu değil kendisini kazanma hedefi, bugün büyük oranda ihmal edilmektedir. Bu çerçevede partiler ve genelde siyaset için bütün meselenin, ticari reklamlardan farkı olmayan ‘promosyon’ tadında kampanyalara, ergenlere layık hazırcevaplığa, kısaca banal bir retoriğe indirgendiğini söyleyebiliriz.
Her alanda karşılaşabileceğimiz, dar anlamda yani retorik düzeyde popülizm, en başta seçimler ve oy avcılığı konusunda karşımıza çıkıyor: Demokrasinin parlamentarizme, onun da seçimler bağlamında tüccarlık ve pazarlama seviyesinde propaganda ve sandığa indirgendiği bir dönemde popülizm, partiler arasında tam bir ‘tencere dibin kara, seninki benimkinden kara’ yarışına dönüşmektedir.
SEÇİMDEN ÖNCE PARTİLERİN POPÜLİZM KARNESİ
Aslında bizzat seçimin doğası gereği olarak her partide giderek artarak seçime bir hafta kala hakim olan popülist retorik, Türk-İslamcı milliyetçi ve cumhuriyetçi söyleme sahip MHP ile benzeri küçük partilerde Kürt düşmanı ırkçı versiyonuyla ‘eski tas eski hamam’ duygusu veriyor. Bir zamanlar AB üyeliği bağlamında milliyetçiliği ayaklar altına alma iddiasında bulunmuş ve yerel katılımcı demokrasiyi gündemine almış olup günümüzde İslam-Türkçü ve cumhuriyetçi söyleme sahip olan AKP ile şimdi İslamcı popülizm konusunda onunla yarışan kadın hakları düşmanı YRP’ye baktığımızda, genelde İslamcı karaktere ve söyleme uygun olarak ‘sağ popülizm’ çok bariz şekilde ve mebzul miktarda karşımıza çıkmaktadır.
Cumhuriyetçiliğe ‘parlamenter demokrasiciliği’ ekleyen Millet İttifakı’nın amiral gemisi CHP yerine göre sağ (milliyetçi Kemalist ) veya sol (sığ/utangaç sosyal demokrat) popülist retoriğe başvururken, aynı ittifak içindeki İYİP, GP ve DP ise sağ popülist retorik konusunda Cumhur İttifakı’ndan aşağı kalmamaya çalıştırmaktadır. (Nezdimde tüm sempatikliği görünmezlik derecesinde küçüklüğüne dayanan DP’nin, 2023 seçimleri tarihinin 14 Mayıs olarak açıklanması sonrasında adı ve tarihi nedeniyle birden artan sembolik önemi, küçük olanın daha önce düşünülmemiş anlam ve öneminin beklenmedik bir anda öne çıkması bağlamında “La Fontaine’in Fabllarında Güçlü Zayıf İlişkisi” ile ilgili kıssadan hisseyi getiriyor akla.)
Açıkçası popülizm konusunda tehlikenin en çok farkında gibi görünen ve bu konuda Millet İttifakı içinde en umut verici söyleme sahip olan DEVA’nın bu seçimlerde alacağı oylar, popülizm hastalığının aşılması yönünde önemli bir katkı olacaktır.
Bugün TİP başta olmak üzere sol popülizmin bayraktarlığını yapan sosyalist solun geniş kitlelerde karşılığı olmayan ergen retoriğini bir yana bırakalım. Lenin’in ‘çocukluk hastalığı’ tespitine atfen ‘ergenlik hastalığı’ adını verdiğim üçüncü dünyacı ‘anti-emperyalizm hastalığı’ ile birlikte bu ergenlik hastalığı kendi başına ele alınmayı hak ediyor.
Demokratik sosyalist HDP ve YSP geleneğinin son on yılda sebatla ve ısrarla inşa ettiği anti-popülist söylemin ve bu topraklarda hep eksik kalmış olup bugün DEVA’nın temsil ettiği demokratik liberal çizginin sergilediği popülizmle mesafeli söylemin, Türkiye’de ilk etapta normalleşmeye ve ardından katılımcı müzakereci demokrasiye katkısı büyük olacaktır.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.