Kıyıya vuran insanlığımız

Yerel seçimler, hem devlet içinde yaşanan krizi büyütecek, hem de partilerin tabanında ve nihayetinde toplumda yaşanacak derin çatışmaların da önünü açacak sonuçlar yaratabilir. Bu yüzden kıyıya vurmadan vicdanlarımızı yeniden hatırlayıp, yoklamak lazım.

Birkaç gündür göçmenlerin ölü bedenlerinin Antalya sahiline vurduğu haberlerini okuyoruz.

Beyaz dünyanın sınırlarına varamadan sönen hayatların dramı, bir avuç hak savunucusu ve vicdan sahibi insan dışında kimse için önem arz etmiyor artık.

Göçmen nefreti üzerinden bakan çoğunluğun, vicdanını büktüğü bir zaman diliminin içindeyiz ve bu nefret aynı zamanda devlet içi güç savaşında da bir silaha dönüşüyor.

Kıyıya vuran bedenlere uzaktan önemsizce bakmak, sorumluluk duygumuzu da hançerliyor.

İnsanlıkta azalmanın hepimizi daha duyarsız, daha gaddar, daha vurdum duymaz yapması evet çok fena ama daha beteri manasını kaybetmiş bir insanlığın, her kötülüğe, her akçeli işe, her vefasızlığa, her ihanete daha fazla teşne olması.

Hal böyle olunca hiçbir şeye şaşırmamak sıradanlaşıyor. Vasat olana övgü yükseliyor. Aydın olana lanet, hak için mücadele edene ahmaklık, hakikati ifade edene salaklık yakıştırılıyor. Bir lümpen eğlencesine dönüşüveriyor adaletli olmak, haysiyetli yaşamak. Böylece lümpenin okumuş olanına hürmet, arsızına saygı, hırsızına övgü tek geçer kural haline geliyor.

Erkekler tarafından öldürülen kadınlar, din tacirlerinin elinde tecavüze uğrayan çocuklar, tutuklanan gazeteciler, tehdit edilen siyasetçiler, coplanan öğrenciler, tekme tokat sürüklenen çevreciler, mafyaların, çetelerin elinde tetikçiye dönüşen gençler, uyuşturucu bataklığında gözlerinin feri sönen körpe bedenler hemen hepsi tam da “bana ne” dediğimiz yerde gerçekleşiyor.

Kim bilir belki de kıyıya vuran bizim vicdanlarımızdır.

Devlet içinde yaşanan güç savaşlarından bahsediyor bu ara herkes. Meseleye biraz buradan bakarsak, yaşadığımız siyasi gelişmelerin toplumu nereye sürüklediğinin de farkına varırız.

Siyasal İslamcılık, Türk İslam Milliyetçiliği ve eski bir akımı yeniden filizlendirerek hızla her yere sızdırdıkları Türkçülük hikayesi tam da bu zeminden beslenip, kendini bir güç haline getirebiliyor.

Bir yerde vasatlık ve lümpenlik değer görüyor ve alkışlanıyorsa, orada faşizm marjinal bir durum olmaktan çıkmış ve hızla toplumsal tabanı olan bir yaygınlığa erişmiş demektir.

İşte asıl fecaat budur. Yani faşist düşüncelere ve faşizme “bana ne”li bahanelerle, vurdum duymazlıkla yol verip, onun kullanışlı parçası haline gelmemiz…

Devlet içinde yaşanan güç savaşlarından bahsediyor bu ara herkes. Takip etmekte zorlandığımız, kimin elinin kimin cebinde olduğunu bilmediğimiz, verilen mesajların gerçekte kime gittiğini anlamadığımız bir kaotik hal var karşımızda ama her gücün toplumsal bir tabana ihtiyaç duyduğundan çok eminiz.

Siyasal İslamcılar, Türk İslamcı milliyetçiler ve Türkçüler ihtiyaç duydukları ve kendilerini meşru kılacak güç olarak gördükleri toplumu hedefliyorlar. Üç taraftan da zehirleniyor toplum.

Siyasal İslamcılar cemaatlere, Türk İslamcı Milliyetçiler güvenlik bürokrasisine ve lümpenliğe, Türkçüler ise göçmen nefretiyle donanmış vasat Atatürkçülüğe ve şovenizme yatırım yapıyor ve hepsinin hem devlet içinde hem toplumda karşılığı olduğunu görüyoruz. (Bu üçlünün güç savaşından çıkacak tek şeyin şiddet, baskı ve postal olduğu su götürmez bir gerçek.)

Milliyetçi liberal akademisyenlerin entelektüel, aydın olarak pazarlanmasındaki acizlik hali de, ideolojisizliğe kapak atmış “yorumcu” adı altında ağızdan ishal olmuş tiplerin üzerimize boca edilmesi de bundan bağımsız olmasa gerek.

Medet umulana bakınca, ne kadar içler acısı bir durum içinde olduğumuzu görebiliriz.

İktidarından muhalefetine, solundan sağına, liberalinden milliyetçisine, Atatürkçüsünden yobazına kadar içinde yoğrulduğumuz bu sistem bocalamasından nasıl bir çıkış yolu bulacağız, bulabilecek miyiz çok emin değilim.

Çünkü sistem, tüm kesimler için bir kurt kapanına dönüşmüş durumda.

Antalya’da kıyıya vuran ölü bedenlere bir kez daha bakalım şimdi. Göçmen ve mülteci duruma düşmelerini ülkelerinden kaçmakla, yani vatanlarına ihanet etmekle suçlayıp, devasa bir bölgesel çatışmayı ve çelişkileri tarif ettiğini sanan o ahmaklıkla baş edemeyeceğimiz çok net. Bu meselenin Siyasal İslamcı ve Türkçü olarak kendini tarif eden ideolojik hattı güçlendirdiğini göremeyecek kadar kör olunmuşsa, zaten hâkim düşünce hepimizin içine yerleşmiş demektir.

Yanı başımızdaki ülkelere savaş ihraç eden, silah ve çete ikmali yapan ve bunu “milli” olmakla pazarlayan bir savaş iktidarına ve bu konuda iktidarın elini hiç soğutmayan bir muhalefete sahip oluşumuzu bununla birlikte düşünmekte fayda var ve yerel seçimler kapımızda.

Bölgesel gelişmeleri okumayan ve bunun seçimlerle olan bağını kuramayan hiçbir siyasetin başarı şansı yoktur, lakin kimse burnundan kıl aldırmadığı ve kendini pek bir şahane gördüğü için büyük iddialarla, gocunmalarla, eserekli cümlelerle ortalıkta gözükmekten öteye gidilemiyor.

Oysa yerel seçimler, hem devlet içinde yaşanan krizi büyütecek, hem de partilerin tabanında ve nihayetinde toplumda yaşanacak derin çatışmaların da önünü açacak sonuçlar yaratabilir.

Tam da bu yüzden kıyıya vurmadan vicdanlarımızı yeniden hatırlayıp, yoklamak çok elzem.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi