Akın Olgun
Kötülük
Önümüze düşen ayarsız cümlelerden, kulaklarımızı tırmalayan haset sözlerden ne kadar da çok şişmiş içimiz. Sözün, cümlenin sorumluluğunu yitirmekle başladı sanırım her şey.
Hiçbir sorumluluk taşımayan ve hayatın içinde gram ağırlığı olmayan insanların dili o kadar sivri ve o kadar manasız ki, vereceğiniz her cevap o manasızlığın içinde hızla kaybolup gidiyor. İkna etmeyi değil hakaret etmeyi, anlamaya çalışmayı değil kavga etmeyi, açık konuşmayı değil dedikodu yapmayı geçer yol sayan ve insanı ahmaklaştıran, kibir ve nobranlığa sürükleyen o halin var elbette iktidarla bir bağı. İçimize nüfuz ettiği yerden çıkıyor tüm edepsizlikler. Odağını kaybeden her cümlenin hali bu yüzden perişan.
Yorulduğunuzu hissediyorsunuz. Derdi anlatmaktan sıyrılıp, izleyicisi haline getirildiğiniz ortamların heyulası inanılmaz gerçekten. Kurduğunuz her cümlenin altına hızla biriken ve “kes lan” diyenlerin sizden duymak istedikleri tek şeyin, kendi inandıklarına onay vermeniz olduğunu hemen anlıyorsunuz. Onay verenlerin ortaklığında büyüyen ve bir yankı odasına dönüşen ortamların içerisinde hızlıca ötekileşiyorsunuz.
Kalabalıkların ruhuna göre hizalanan ve tarafı olduğu kesimin vurucu gücüne dönüşen, o dili belinde kitlenin kurbanı olmanız sadece ve sadece birkaç saniye alabilir. Bunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kelimelerinizi, cümlelerinizi yavaşça yanınıza alıp, bir kenara çekilip aradan çıkmaya çalışıyorsunuz ama bunun bir çare olmadığını anlamak çok zaman almıyor. Almıyor çünkü yanlışı görüp susmanın, gidişatı görüp hayıflanmanın huzursuzluğu içinizi kaplıyor. Söyleme, ifade etme zorunluluğu karıncalandırıyor aklınızı, yüreğinizi.
İktidarın haseti taşıp kendi bendinden, neredeyse tüm ülkeyi kendi haseti altında bırakmış ve bunu hissediyorsunuz. Çevrenizi saran izansız tepkiler, imalar, laf sokmalar, hayhuylar o kadar kalabalık hale gelmiş ki, el yordamıyla o kalabalığın içinden, ezilmemek için çıkmaya çalışıyorsunuz. Kolay iş değil elbette bunu yapmak. Hayatın gerçekliği her yerde çünkü. Çat kapı giriyor içeriye hiç beklemediğiniz anda.
“Vatan haini” diyen bir ses yükseliyor aniden. O sese doğru dönüyorsunuz ve yüzünde sinsi bir öfke ve gözlerinde ölü balık bakışları olan biriyle karşı karşıya geliyorsunuz. Avrupa’nın bir metropolünde yolda yürürken “vatan haini” diyen bir sesle karşılaşmanın saçmalığı ile kalakalıyorsunuz bir an.
Gözlerini M. Ali’ye dikmiş o öfkenin rahatlığından tedirgin oluyor ve önce çevrenizi kolaçan ediyorsunuz. Kötülük pusucudur biliyorsunuz çünkü. Hrant’ın “Güvercin tedirginliği” dediği duygunun ne olduğunu bilmek ile onu yaşamak arasındaki farkın tam ortasındasınız işte o an.
“Olmaz” denilen her şeyin olduğu ve can güvenliğinizin bizzat devleti yönetenler tarafından ortadan kaldırıldığı bir ülkeden başka bir ülkeye gitmek, geride sevdiklerinizi, dostlarınızı, anılarınızı bırakmak çok zordur gerçekten. Bilen bilir, hayatı yeniden kurmanın, onu yaratmanın ve içini doldurmanın yolculuğu birçok risk ve belirsizlik taşır ve mecbur bırakılmanın tüm yükü omuzlarınızı ağrıtır.
EYVALLAH ETMEDEN YAŞAMANIN BEDELİ
Gazetecilerin, sanatçıların, yazarların can güvenliğini ortadan kaldıranların, sınırları aşan kötülüklerine çok tanıklık ettik son on yıl içinde. Saldırıya uğrayan gazeteci arkadaşların, yazarların, sanatçıların hikayeleri belki uzaklardan çok duyulmuyor olabilir ama her gün el yordamı önlemlerle, hayatın doğal akışında işini yapmaya çalışmanın fiziki ve duygusal zorlukları ile karşı karşıyayız hepimiz.
Bunlarla baş etmenin yolunu, yordamını buluyor insan kuşkusuz. Eyvallah etmeden yaşamanın bedeli neyse onu alıyor üstüne. Tersi yakışık almaz çünkü.
Bunun benim için en somut örneği, Devlet Bahçeli’nin, “yeri meclis değil mezardır” diyerek Ahmet Şık’ı hedef göstermesinin hemen ardından, Ahmet’i arayıp, yalnız gezmemesini, mutlaka kendisine arkadaşlardan birinin eşlik etmesini insani bir kaygıyla dile getirmemle oldu. Bana “benim yerime başkası mı zarar görsün, başkası mı benim yerime ölsün, ben böyle bir şeyi kabul edemem, bir şey olacaksa bana olsun” diyerek cevap vermişti. Sarsıcıydı çok.
O “vatan haini” diye bağıran sesin arasından çıkıp gitmek kolay ama bu kötülüğü üreten kültürün üzerinden atlayıp geçmek zor vesselam. Üzerinize yürüyen, aşağılayan, tüküren, elindekini üstünüze fırlatan, yanındakilere dürtüp işaret eden o kötülüğün karşısına koyabileceğiniz tek şey var; Benzeşmemek ve duruşunuzu kaybetmeden iyiliğin gücüne sığınmak.
Yurtiçinden yurtdışına sarkan lümpenliğin diliyle, tarzıyla, hoyratlığıyla baş etmek elbette kolay iş değil. Eğer kötülüğü yeterince tanımıyorsanız, onunla baş etmenin yolunu ararken kırılıp, dökülebilirsiniz ama en fenası yakınızdaymış gibi yapanların saklı hançeridir. Ondan korunmanın bir yolu yoktur. Sürekli gardınızı alarak yaşayamazsınız. En korunmasız olduğunuz an kötülüğün çevrenize sızdığı andır. Sizdenmiş gibi yapanın cellatlığı fenadır çünkü.
Evet, bunların hepsi iktidarın içimize akıttığı virüsün sonucudur. Kibrin ve nobranlığın kendisi gibi olanı bulup örgütlenmesinden daha tehlikeli bir şey yoktur. Çünkü o örgütlenmeden çıkan haset, mutlaka kendine gizli, açık düşmanlar yaratır. Onunla yaşar ve yerinde olmak istediğinin üstüne sürekli kusarak, ağzında kalan ekşi tadın kokusu ile somurtur.
Kimi zaman kendini kâinat güzeli sanıp parlatır egosunu, kimi zaman herkesi aşağılayabileceği bir böcek gibi görüp ezberlerden cümlelere gömülür ama günün sonunda hep yalnız olandır. İçindeki boşluğu hiçbir şey dolduramaz. O boşluk kendisinin dipsiz kuyusudur.
BAŞARMAK ZORUNDAYIZ
“Vatan haini” diyen ses ile hayatı zehir zıkkım edenin ruh ikizi olması boşuna değildir.
Ve bizi ürküten o duygunun gerçek müsebbibidir onlar. Siz sustukça ona yer açılacaktır, siz ifade etmekten çekindikçe ona gün doğacaktır. Hem hayatın hem sosyal medyanın gösteri dünyasında sadece kendisi gibi olanların varlığından güçlenecek ve canınıza ot tıkamanın huzuruyla yayılacaktır ortama.
Ve elbette hakikatin siyaseti böyle karartılacak, anlamanın, hissetmenin, dokunmanın tüm duygusu böyle katledilecektir.
Bu yüzden işimiz zor ama başarmak zorundayız.
Tepeden tırnağa kendimizi yeniden var etmenin gücüne, değerlerine, hakikatine sahibiz elbette. Böyle olmasa bir arada kalabilmeyi beceremezdik.
Adil olmanın, iyi kalmanın ve bunu ortaklaştırmanın mücadelesini veren ve bunun bedelini ödeyen Can Atalay gibi, Selahattin Demirtaş gibi onlarca arkadaşımızın, yoldaşımızın, dostumuzun varlığı, yarına daha anlamlı bakmamızın da güvencesi işte bu yüzden.
Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.