Kötüye ilgi kötüyü besler

Kötü ve kötülük iyiden daha çekici. Failler, katiller, tecavüzcüler de bize mağdurlardan daha ilginç geliyor. Biz kötüyle aramıza mesafe koyarak, kendimiz kötü olmadan, kötüyü izleyerek ve kötüye kızarak iyi olmayı deniyoruz.

11 Eylül terör saldırısının hemen ardından teröristin kim olduğunu, hobilerini, sevgililerini, yediği pizzayı nereden ısmarladığını, kaç para ödediğini, hangi porno filmlerine baktığını, hangi müziği dinlediğini, eğitimini, ailesini, yaşadığı yerleri ve kaç dil bildiğini öğrendik.

19 Aralık 2016’da Berlin’de Noel eğlencesine terör saldırısı yapıldı. Birkaç saat sonra bu kez de bu teröriste ait tüm bilgiler ayrıntılı olarak haberlerdeydi. Teröriste gösterilen bu ilgi mağdurun yaşadıklarını gölgeler. Bu terör saldırılarında ölenlere, mağdur olanlara ait bilgimiz sınırlı ve ilgimizi çekmiyor. Haberler dinliyoruz; cinayet, hırsızlık, taciz, savaş, hepsi var. Sonra öğleden sonra televizyon programları, kim kiminle ne yapmış, kim karısını dövmüş... Bütün bunların bize söylediği bir şey var: Kötüyü çok çekici buluyoruz ve zamanımızın çoğu kötülükleri izleyerek geçiyor. Kötü ve kötülük iyiden daha çekici. Failler, katiller, tecavüzcüler de bize mağdurlardan daha ilginç geliyor. Biz kötüyle aramıza mesafe koyarak, kendimiz kötü olmadan kötüyü izleyerek ve kötüye kızarak iyi olmayı deniyoruz.

Terör ve yarattığı sansasyon, insanların kötüye duyduğu ilgiden besleniyor ve terör reklamının altında biz iyilerin gizli kötülük eğilimleri var. Eğer ben kendimi “iyi” olarak tanımlıyor ama zamanımın bir bölümünü mesafe koyarak kötüyü izlemekle geçiriyorsam, farkına varmasam da kötüye hizmet ediyorum. Bunun bir anlamı da şu: İyilik, mağduriyet ve masumiyet iyi ama ilginç gelmiyor yeterince.

MAĞDURLA EMPATİ KURMAK AĞIR GELİYOR

Kötüye gösterdiğimiz ilgiyi mağdurdan neden esirgiyoruz? Faille özdeşleşerek, faili yücelterek sosyalleştiğimiz düşünülürse, bizim kötüye yatkınlığımız var demektir. İyi, bize olmamız gerektiği öğretilen bir ideal. Kötü ise tanıdık ama mesafeyle korunabildiğimiz bir şey. Daha da önemlisi, kendimizi mağdurun yerine koyduğumuzda yaşayacağımız duyguların travmatik ve tahammül edilemez olması. Mağdurla özdeşleşmenin, onunla empati kurmanın çok ağır gelmesi. Freud’un da defalarca yazdığı gibi, hoşnutsuzluk veren bu duygulardan kaçınıyor olmamız. Tecavüz kurbanı olmuş biriyle özdeşleşmenin zorluğu, ağırlığı. İşkence görmüş birinin duygularına tahammül edebilmenin zorluğu. Ayrıca ölüm özdeşleşemeyeceğimiz bir durum ve bunun imkânsızlığı...

Cemile Çağırga’nın babası ya da annesinin yerine kendimizi koymak; kahvaltı masasında kanlar içinde katilinin gözlerinin içine bakarak can veren Deniz Poyraz’la empati yapmak. Bunların hepsi ağır geliyor. Ama mağdurla özdeşleşebilmeyi denemek insan olmanın ön koşulu.

İkiz Kuleler’e (ki fallik bir semboldür ve Amerika bu saldırıyla sembolik olarak iğdiş edilmiştir) saldırıyı düzenleyen terörist Mohammed Atta’nın hayatına baktığımızda dinsel motiflerin ikincil bir motivasyon nedeni olduğunu görürüz. Arno Gruen bu türden teröristlerin birincil motivasyonlarının öldürmek, canilik olduğunu, ideoloji ve inancın bu canilik eğilimine bulunan bir maske olduğunu yazar. Bu caniliğin temelinde de çoğu kez narsistik bir incinmenin yarattığı öfke ve kin yer alır. İnsanlık ve adalet için yola çıkanlar çoğu kez önce bu değerleri katlederler.

Teröristlerin başka bir özelliği ise korkularını başarılı bir biçimde gizlemeyi güçlülük saymalarıdır. Güçlü görünmeyi “bir daha mağdur olmamak için”; zorunlu sayarlar. Onlar için insan ya zayıf ve mağdurdur ya da güçlü ve fail. Güçlü olmak birilerine boyu eğdirmek, birilerini itaate zorlamak demektir. “Boyun eğdirmeyi”; insan olarak aşağılık biri olmak yerine güçlü olmanın bir ifadesi olarak algılarlar. Terör boyun eğdirmek ve yok etmek konusunda başarılıyken(!) dönüştürme yeteneği yoktur. İşte bu nedenle olgunlaşmaya yatkınlığı çok sınırlıdır. İktidardakilerin rakiplerinden söz ederken onları yok etmeyi amaçlamalarının altında da bu vardır: Ötekinin öteki olduğunu kabul etmemek, ötekini ya kendileştirmek ya da yok etmek...

İnsanlara verdiği acıyı insanlığı kurtarmak için yaptığına kendisini inandırır. Zulüm yaparken ve insani olanı katlederken insanlığı kurtaracağını sanır. Bu nedenle savaş ve yok etmek temel mücadele biçimidir. Terörden söz ederken kullanılan “İnlerine gireceğiz, hepsini yok edeceğiz, en sonuncusunu yok edinceye kadar bu savaş sürecek…” gibi söylemler size de tanıdık gelmiyor mu? Hitler’in “topyekûn savaş” (totaler Krieg) dediği, hiç kimseyi hayatta bırakmamacasına yok etmeyi hedeflemek. Sabiha Gökçen de “kımıldayan her şeye” ateş ettiklerini anlatmıştı.

HOLİGANLAR, DEVLET TERÖRÜ VE ANLAMSIZLIK

Jean Baudrillard, Transparenz des Bösen yapıtında kötüyü incelemeye ve anlamaya çalışırken Batı toplumlarındaki terörizmi devletlerin teşvik ettiğini anlatır ve futbol müsabakalarındaki holiganizmden örnekler verir. Holiganların yarattığı şiddet kayıtsızlığın, umursamazlığın abartılmış bir biçimidir. Şiddetin gördüğü kabul, bu umursamazların umursamaz tepkisidir. Terördeki şiddet bir toplumda birikmiş olan öfkenin patlama halinde dışavurumu değildir. Terör aslında bir olay değil, olay eksikliğinden oluşan bir olaydır. Terör suskunluğa bulunan bir cevaptır. Terör diye adlandırdığımız olaylar bir izlemeye, bir sessizliğe, bir tepkisizliğe tepki olarak gelişir. Sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik karşısında dünya halkları seyircidir. Vietnam Savaşı’nın seyircisi olmuş bir dünya var. Ve 68 Hareketi’nin ortaya çıkışı...

Naziler yenilmişler ama yok olmamışlar, herkes işinde gücünde. İtalyan faşizmi kaybetmiş, ama faşistler hiçbir şey olmamışçasına hayata devam ediyor. Seyirciler... Bir tutkunun, bir empatinin, ötekinin hissettiğini hissedebilme yeteneğinin eksikliği... Bu seyircilerin seyrederek oluşturdukları şiddete tepkinin adıdır bazen terör. Terör dediğimiz şey politik boşluğa işaret eder. Sadece bir toplumda bastırılanın geri dönüşü değil, reel bilinen tarihin reddi ve inkârıyla oluşur. Şiddet karşısındaki umursamazlık terörün ana rahmidir. Seyirci olan bir grubun aktör haline gelmesiyle başlar bütün hikâye. Terör bu anlamda başlangıcında şiddete dayalı bir itirazdır.

Baudrillard, Heysel Stadyumu’ndaki trajediden halkını sürekli kışkırtan, çaresizliğe sürükleyen, işsiz bırakan ve bunalımlara çözümler üretmediği için insanlarını intihara sürükleyen devletleri terörist olmakla itham ediyor. Devlet “sosyalleşme kaybı”yla (desozialisiert) teröristleşiyor (s. 92). İngiliz başbakanı “madencileri dize getirmek” için epey çaba gösterdi örneğin. İktidar/devlet, Gezi’yi ve Kürtleri dize getirmekle övünüyor. Bu insanların kendi halkı olduğunu umursamadan. Devlet terör yaparken sürekli halkını tehdit eder, kışkırtır. “Bizi öldürmeyin, kadına şiddeti engelleyin!” diye yürüyen kadınların feryadını bir ağıda döndüren devletin bir sıfatı olmalı.

SON SÖZ

Amerika 11 Eylül terör saldırısı sonrası terörle mücadele ederken düşman figürlerini yarattı. Psikanalist Mario Erdheim (2004, Fremde, Freunde, Feinde -yabancılar, arkadaşlar, düşmanlar. 2. Baskı, s. 138) terörizmin şeytanlaştırma prensibiyle her şeyden sorumlu tutulduğunu yazar. Düşmanlar üretmek, yaratmak yöneticiler için yararlı bir yöntemdir, çünkü kendi yetersizliklerinden, beceriksizliklerinden bu düşmanı sorumlu tutarlar ve yoksulluğun bu mücadelenin sonucunda oluştuğunu anlatırlar. Yani yoksulluktan düşmanlar sorumludur.

Olumsuzluklar bu teröristin üzerine yıkılır. Böylece yaşadıkları düzenden hoşnut olmayanlar düzen eleştirisi yerine öfkelerini bu düşmana yönlendirirler. Devletle terörizm arasında zamanla paranoyak strüktürler oluşur. Terörle savaşırken devlet de teröristleşir. Her olumsuzluktan terörü sorumlu gösteren erk, barışçıl sorun çözebilme yeteneklerini yitirir zamanla. Bir dönem sonra erk teröre bağımlı olur... Düşmanı yer yer güçlü göstermenin amacı yapılan mücadeleyi büyük göstermek ve savaş harcamalarını sorgulanamaz hale getirmektir. “Düşman anonim biridir” (a.g.e. s. 145). Terörist de anonim biridir aslında... Böylece düşman şeyleştirilir. Halkta zamanla bir kanıksama başlayınca da yeni ve kullanışlı terör gruplarına gereksinim duyulur. Terörist bir dönem sonra görünmez, hayali bir fantoma döner. Bu anonimleşmiş teröristi somutlamak için bazı kişiler halka terörist olarak sunulur. Halk yıllarca kavga ettikleri bir hayaleti canlı, başlı gördüğünde hiçbir sorgulamaya gerek duymadan o kişiye yıllarca içinde biriktirdiği öfkeyi kusmak ister (linç) ve devlet bu öfkeyi de kanalize eder ve siyasi amaçlı kullanır...

Terörün yaşandığı ülkelerde bir dönem sonra bir ‘terör kültürü’ de oluşuyor: Terörist olarak adlandırılan kişiler ‘radikal kötü’lük figürleri olarak stilize ediliyor. Bu insanlardan insanı özellikler geri alınarak insandışılaştırılıyorlar: Çocuk katili, cani, şaki, hain, vatan haini, kanı bozuk, korkak, şerefsiz, namussuz, pislik, alçak. Bu anlatı sıkça tekrarlandığından bir dönem sonra sorgulanmaması gereken bir gerçekliğe dönüşüyor. Terör kültürü sadece dilde değil yaşamın birçok alanına yayılır. Mesela ‘terörist’ olarak adlandırılanların cenazelerine sahip çıkmak, cenaze törenlerine katılmak çok kötü davranış ve suç olarak görülüyor. Terörist ‘pislik’ olduğundan pisliğin temizlenmesi beklenen bir tepki olduğundan bu davranış ‘doğallaşıyor’.

Algılamada terörist öldürülmüyor, kafasına kurşun sıkılmıyor, beyni dağılmıyor, kanı akmıyor. İnsanlık ve dünya bir pislikten temizleniyor. Terörist bir ‘mikrop’ olduğundan mikrobun yok edilmesi çok beklenen ve mikroba doğal bir tepki. Mikrop yok ediliyor. Metaforlar, semboller sistemi bu kültürde değişiyor ve devletin/güçlünün istediği biçime dönüşüyor. Zaten teröristler ‘genelde etkisiz hale getiriliyor’. Böyle bir söylemde ölüm yok...

Teröristin sosyal ilişkileri çok sınırlanıyor ve çoğu insan ‘terörist’le ilişki kurmak, tanış olmak istemiyor... ‘Hain teröristler’ sıkça ihbar ediliyorlar... Hain teröristlerden kurtulmak için ‘ihbarcılık’ gelişiyor ve ihbarcılık kötü bir hareket olarak toplumda karalanırken terör kontekstinde olumlulaştırılıyor... Kültür zehirlenir, insanlar zehirlenir... Terör yaşanan ülkede kültür zehirlenir... Teröristleri insandışılaştıranlar da insandışılaşırlar kısacası... Kötüyle kötü olmadan mücadele etmek mümkün değildir... Kendilerini güçlü göstermeye çalışan taraflar ‘muhteşemlik’, ‘mutlak güçlülük’ rolüne girip buna uygun söylem geliştiriyorlar ve bir dönem sonra bu rolü içselleştiriyorlar. Bu aşamadan sonra ‘normal’ yitiriliyor ve insanüstüleşmek üzerine bir retorik geliştiriliyor... İnsandan böylece de uzaklaşılıyor...

‘Terörün kendisi de bir dildir’, bir iletişimdir. (Jörg Becker, 2016. Medien im Krieg-Krieg im Medien= Savaşta medya-medyada savaş. Springer Verlag, s 173). Becker 19. Yüzyıl başında bir Rus devrimcinin patlattığı bombanın bir bomba olmanın yanı sıra bir dil, bir iletişim aracı olduğunu, eşitsizliğe yoksulluğa karşı bir başkaldırı olduğunu söyler. Medyanın genelde devletin yanında hizalanması ‘terörist’e kendini anlatma yolunu kapatır. 70’li yıllarda ülkedeki devrimcilerde ana akım medyada kendilerine yer bulamadıklarından, kendi medyalarına yapılan baskılardan ötürü kentlerin duvarlarını, duvar yazılarıyla iletişim için ilan levhalarına dönüştürdüler.

Becker’e göre terörün üç katılımcısı var: terörist, karşıtı (devlet, para militer güçler) ve izleyiciler=halk. Terör kültüründe taraflar dili kendi taraflarına çekme mücadelesi veriyorlar. Bu anlamda terör bazen eylemlerini basın yoluyla da kendi lehine çevirir. Ankara Katliamı’nın kanlı fotoğraf ve filmlerinin gösterilmesi (izleyiciye terörün üçüncü tarafına bir mesajdı). Aslında devletin bu tür olaylarda tavrı olayı küçümsemek ve izleyiciye ulaşmasını engellemektir. İzleyenlerde korkunun oluşması şaşırtıcıydı. Çünkü bu ve benzer olaylarda terör, devlet ve halk aynı adreste buluştular ve devlet bu görüntülerin halka ulaşmasını engellemedi.

Başka bir terör saldırısı Madımak. Baştan sona terör vahşetini devlet engellemeden halka izlettirdi. Terör kültüründe devlet terörün halka teröristin istediği biçimde ulaşmasını engeller. Bazı bu örneklerde devlet bunu yapmadı... Ve bu sorgulanmadı, çünkü terör kültürü bu sorgulamayı yasaklar... Terörü ulusal birliği güçlendirmek için kullanmak çok sonuç veren bir tutumdur...

Diktatörlüklerde insanlar korku ve güvencesiz yaşarlar, güvende değillerdir. Diktatörün taraftarı olmak bile güven yaratmaz. Keyfilik, ön görülememezlik vardır. İşte böyle ortamları terör de amaçlar... Diktatörlüklerde terör süreklidir, çünkü korku, plansızlık, ön görülememezlik ve güvencesizlik süreklidir. Burada terörü devlet halkına yapar.

Terörün savaş ve barış arasındaki o belirgin sınırı ortadan kaldırıyor. Barışın olduğu söylenilen, sanılan bir ülkede savaş durumu ve koşulları oluşuyor. Olağanüstü bir durum: savaşsız savaş hali. Arjun Appadurai -2017, Geographie des Zorns: öfkenin coğrafyası, Suhrkamp, 2. Baskı) günümüzde çok uzaklarda olan bir olayın bile gerilimli coğrafyalarda çatışmalara yol açabildiğini anlatır. Danimarka’daki bir karikatür Kaşmir’de protestolara, İslamcıların tepkisini doğuruyor. Appadurai terörisitlerin dünyasında sivil kavramının karşılığının olmadığını anlatır. Yani sıradan lokal olaylar bile dünyanın başka bir yerinde olaylar yaratabiliyor. Terör var olduğu bölgedeki problemlerle kendini sınırlamıyor ve küresel bir boyut kazanıyor.

Terör tartışmalarında bilinen ve sürekli gizlenmeye çalışılan bir durum var: terörden domianant grup, çoğunluk sorumludur ve çoğunluk çözemediği sorunları azınlığın üzerine yıkarak sorunu çözebileceği yanılgısı içindedir. Terörün olduğu yerde mutlaka çözüm bekleyen politik bir sorun vardır ve iktidar bu sorunu çözmekten kaçınıyordur. Terör çoğunluğun bir azınlığa yapılan haksızlığa göz yummasıyla da ilişkilidir. Terörün amacı korku ve güvensizlik yaratmaktır. Kitleyi korkutmaya çalışan rejimler aslına ‘sınırlı bir terör eylemi’ yapıyor ve güvensizlik yaratıyorlardır. Korkuyu en etkili yönetme biçimi olarak kullanan rejimler aslında teröristtir de...

Terör sıkça bir eşitsizliğe dikkat çeker. Kavga bir azınlığın çoğunluğa ‘ben de seninle aynı hakları istiyorum ve seninle eşitim’ dediğinde başlıyor. Eğer azınlık kendisine biçilen role, ve pozisyona itiraz etmiyor, kendisine verilenle tatmin oluyorsa ‘problem olmuyor’. Kavga eşitlik, demokratik haklar, kaynakların eşit kullanımı konusunda çıkıyor... Sınıfsal çatışmalarda ise azınlık çoğunluğu eziyor. Sınıfsal eşitsizlik ve adaletsizlikte sınıfsal olan etnik, dinsel konulara çekilerek sınıfsal olanın üzeri örtülüyor. Devletin terör söylemine ve terörist ilan edilen grupların anlatılarına eleştirel ve kuşkucu bakarak terörden uzaklaşılabilir.

Bunları terörü hoş göstermek için yazmıyorum… Terörün adresi sonuçta insanlar ve zulüm. Gözyaşı… Terörden önce ne var? Terör aslında terör yaşanan topluma bir ithamdır ve bazı problemlerin dışa vurulma biçimidir... Teröristler yaşanan birçok haksızlığa vurgu yaparlar... Terör sesi duyulmayanların kendilerini gösterme biçimidir... Terörle mücadele aslında terörist yerine terörü yaratan koşullarla mücadeleye dönüştürülmelidir. Terör yaşanan mağduriyetin sesli dillendirilmesidir. Nerede, hangi koşullarda terör oluyor? Nerede terör varsa orada karşı oyuncu da var, yani devlet. Devlet terör çatışmasında en pis taraf genelde. Bu taraf temizlenmeden de terörü bitirmek ya da engellemek mümkün değil. Devletin verileriyle, onun sunduğu diskurla sorunu anlamak, analiz etmek, çözüm aramak olanaksız. Onun için başka bir dil bulmak zorunludur ve şiddetin dilinin terkedilmesi bu dille mümkündür sanki.

BİTTİ


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi