Doğan Özgüden
Kürt Sorunu değil, Türk Diktası sorunu!
Fotoğraf: Doğan Özgüden, Aydınlar ne diyor? Ortadoğu Verlag, Aralık 1993
Kılıçdaroğlu’nun bir beyanı üzerine başlayan, muhalefetteki ve iktidardaki partilerin farklı açılardan görüş bildirdiği, en önemli olarak da Meclis’teki üçüncü büyük parti HDP’nin en doğru yorumlarla seçim öncesinin gündemine bir daha bertaraf edilemeyecek şekilde yerleştirdiği bir sorunu tartışıyor Türkiye…
Bu sorun Türkiye siyasetinde ilk kez de tartışılmıyor. Cumhuriyetin başından itibaren toplam 37 yıl süren CHP’nin tek partili, DP’nin çok partili dönemlerinde de, 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesini izleyen 10 yıllık görece demokratikleşme döneminde de, 1971 ve 1980 darbelerini de kapsayan son yarım yüzyıllık dönemde de farklı dozajlarda tartışılan, ancak tartışmaya cesaret edenlere bedelinin çoğunca zindan, işkence ve cankırımıyla ödetildiği bir sorun bu…
Adına Kürt sorunu deniyor olsa da, sorun aslında Türk diktası sorunu! Çünkü sorun Kürt Ulusu'nun kendi ata yurdunda varlığı değil…
30 yıl kadar önce yurt dışındaki siyasal sürgünler olarak bu konuda görüşlerimizi ifade etmiştik… Almanya’da Ortadoğu Verlag, Türkiye’de de Uluslararası Belge Yayınları tarafından yayınlanan "Kürt Sorunu – Aydınlar Ne Diyor?" adlı kitapta ekteki kapakta isimleri alfabetik sıraya göre verilmiş sürgünlerin görüşleri yer alıyordu.
Kitapta ben de görüşlerimi "Kürt sorunu değil, Türk Diktası Sorunu" diye ifade etmiştim.
Anadolu’nun Türk fütuhatından önceki sahibi olan Asuriler, Ermeniler, Elenler ve Kürtler’e Türk egemenliği altında yaşatılan acıların dindirilmesi, soykırım ve sürgünler için özür dilenmesi, tüm yurttaşların milliyet ve inanç farkı gözetmeksizin anayasal güvence altında hak ve ifade eşitliği kazanmaları için her şeyden önce Türk Diktası Sorunu’nun bir daha depreşmeyecek şekilde tarihe gömülmesi gerekir.
28 yıl önceki yazımı tekrar paylaşıyorum.
KÜRT SORUNU DEĞİL, TÜRK DİKTASI SORUNU
Doğan Özgüden, Aydınlar ne diyor? Ortadoğu Verlag, Aralık 1993
Kemal Uzun telefon edip "Kürt sorununun çözümü nasıl olmalıdır?" diye sorduğunda, Belçikalı bir arkadaşla, bu ülkeyi yüzyılın başından beri metamorfoza uğratan dil savaşının en son epizodunu tartışıyorduk. Yeni kurulan ve şimdilik Alman, Fransız ve Belçika askerlerinden oluşan Avrupa Kolordusu’nda emir ve kumanda dili olarak sadece Almanca ve Fransızca’nın kullanılmasına Flamanlar karşı çıkıyor, kolorduda Belçika’nın Flaman askerleri de yeraldığına göre, Flamanca’nın da kullanılmasında dayatıyorlardı.
Belçika’nın tarihini ve milliyetler gerçeğini iyi tanımayan bir yabancı için, uluslararası bir kuruluşta, evrensel bir dil olan Fransızca’nın yanısıra Flamanca’nın da kullanılması ilk bakışta anlamsız görünebilir.
Ama kazın ayağı pek de öyle değil. Öyle olmadığı içindir ki, bu dayatmaya karşı çıkan Frankofonlar (Valon’lar ve Fransızca konuşan Brüksel’liler) dahi, Flamanları "bölücülük"le, "vatan ihaneti"yle suçlama kolaylığına ve ilkelliğine sapmadan soruna demokratik bir tartışma içinde çözüm arıyor.
Yüzlerce yıl yabancı boyunduruğunda kalmış, kendi öz dillerini ve kültürlerini özgürce kullanma hakkından yoksun bırakılmış da olsalar, ulusların asla yokedilemeyen bir "ortak belleği" var.
Avrupa süper güçlerinin paylaşım pazarlıklan sonucunda 163 yıl önce suni bir devlet olarak kurulmuş bulunan Belçika’da Frankofon hegemonyası, Flaman halkını yüz yıldan fazla devlet kapısında kendi dilini kullanma, kendi dilinde eğitim görme, kendi öz kültürünü geliştirme olanağından yoksun kılmıştır. O kadar ki, orduda sadece Fransızca’nın emir ve kumanda dili olarak kullanılmasından ötürü silah altındaki binlerce Flaman köylüsü, subayların fransızca emirlerini anlayamadığı için, Birinci Dünya Savaşı’nda can vermiştir.
Bu acı birikimlerdir ki, Flaman halkını Frankofon hegemonyasındaki merkezi devlete başkaldırmak zorunda bırakmıştır. Bugün Avrupa Kolordusu’ndaki dil dayatmasının ardında bu tarihsel gerçek yatıyor.
Suni Belçika Devleti, milliyetler gerçeği karşısında zaten giderek üniter devlet olmaktan çıkmış, bugün üç bölgeli, üç milliyetli bir federasyona dönüşmüş durumda. Fransızca, Flamanca ve Almanca konuşan (Doğu’da birkaç küçük yerleşimden ibaret) kesimlerin kendi bağımsız topluluk meclisleri ve hükümetleri var. Her bir topluluk, kendi eğitim ve kültür sorunlarında diğerlerinden tamamen bağımsız olarak tek başına söz sahibi.
Fransızca konuşan Valon’ların çoğunlukta bulunduğu güneyde ayrıca bir bölge meclisi ve bir bölge hükümeti, kuzeydeki Flaman bölgesinde ayrı bir bölge meclisi ve bir bölge hükümeti var. Bölgelerin ekonomik ve sosyal sorunlarında da, her bir bölge halkı, diğerlerinden tam bağımsız olarak tek başına söz sahibi. Öyle ki, Belçika başkenti Brüksel bile, nüfusu içinde Flamanlar ve Frankofon’lar karışık olduğu için, diğer iki bölgeden bağımsız, içinde iki topluluğun temsilcilerinin de yeraldığı ayn bir bölge meclisine ve hükümetine sahip.
Frankofon ve Flaman’lann ortaklaşa kurdugu merkezi federal hükümetin yetkileri ise sadece dış politika, savunma ve sosyal işlerle sınırlı.
Kuşkusuz böylesi karmaşık bir devlet yapısının pratikte çeşitli zorluklan yaşanıyor, ama halkların herbiri kendi kimliğini ve onurunu herşeyden üstte tuttuğu için, bu geçici zorluklara özveriyle katlanıyor. O kadar ki, her bir halk içerisinde, bu federal yapıyla da yetinmeyip, Belçika’nın tamamen ortadan kalkması pahasına bağımsızlık ilan etmeyi savunan siyasal güçler serbestçe faaliyet gösteriyor, tüm yasama ve yürütme organlarında özgürce temsil ediliyor. Yeni Avrupa Birliği içerisinde Belçika aracılığıyla değil, doğrudan kendi öz organlarıyla yer almanın mücadelesini veriyor. Bundan ötürü de hiçbir politikacı tutuklanmıyor, hiçbir yayın toplatılmıyor, hiçbir örgüt kapatılmıyor.
Kendi konumuza gelince:
Bence sorun "Kürt sorunu" değil, Türk Diktası Sorunu…
Eğer ortada bir sorun varsa, bu, binlerce yıldır yaşadıkları topraklar üzerinde ulusal kimlik ve onurlarını yeniden kazanma mücadelesi veren Kürtlerden değil, sonradan üzerinde dikta kurdukları toprakların yerli halklarını yıllarca yok sayan Türk yönetimlerinden kaynaklanıyor. Üstelik, bu yönetimlerin kurbanları, sadece Kürtler değil. Ermeni’siyle, Asuri’siyle, Elen’iyle ve hatta resmi ideolojiye boyun eğmeyen Türk’üyle tüm Anadolu halkları…
Elbette şiddet, hangi taraftan gelirse gelsin, istenir bir şey değil. Ama şiddeti başlatan kim, tek yanlı "ateş kes" çağrılarına rağmen sürdüren kim? Daha 70’li yılların başında Kanatlı Jandarma operasyonlarıyla Kürt köylerinin kitlesel işkenceden geçirilmesinden de mi PKK sorumluydu? Şiddete son verilecekse eğer, ilk adımı, şiddeti başlatan atmalı, siyasal çözüme "evet" diyebilmeli.
Türkiye’nin milliyetler sorununa siyasal çözüm, gerçekten demokratik bir ortamda, mozayığın tüm parçalarının kendi bağımsız temsilcileriyle ve eşit koşullar altında katılacakları bir diyalogta aranmalı. Böyle bir süreçte temsil gücü olan hiçbir örgüt, ne bahaneyle olursa olsun, diyalog ve ortak çözüm arayışından dışlanmamalı.
Tüm siyasal örgütlerin özgürce katılacağı referandumlarla ve seçimlerle ulusların kendi yazgılarını belirlemesi sağlanmalı. Üniter bir devlet içinde kalmak mı, federatif bir yapıda bir arada olmak mı, yoksa tamamen bağımız olmak mı? Bu soruların cevabını ilgili halkların kendileri özgürce verebilmeli.
İç göçlerle büyük kentlerin çok uluslu metropoller haline gelmiş olduğunu ileri sürerek böylesi bir yönteme ikircikli bakmak, milliyetler sorununa ülke çapında demokratik çözüm arayışından yan çizmek tek kelimeyle ikiyüzlülük.
Tekrarlıyorum.
Ankara’dakilerin kapılanabilmek için her türlü cambazlığı yaptıklan Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel’de bile, Flamanlar nüfusun sadece yüzde l0’nu oluşturdukları halde, Brüksel Bölge Meclisi’nde ve Bölge Hükümeti’nde kendi partileriyle tam eşitlik ve karşılıklı saygı temelinde yer alıyor. Brüksel kamu kurumlarının balkonlarında arslanlı Flaman bayrağı, horozlu Frankofon bayrağı ve süsen çiçekli Brüksel bayrağı yanyana dalgalanıyor.
Çok gıpta ettikleri Avrupa’nın başkentinde bu oluyorsa, İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da, Adana’da istisnasız tüm Kürt partilerinin de seçimlere katılarak kent meclislerinde ve kurumlarında özgürce temsil edilmeleri niçin olmasın?
Yoksa, sabah akşam Brüksel’in kapısını aşındıran bakanlar, milletvekilleri, bu kentin tüm tabelalarının iki dilde, Fransızca ve Flamanca yazılmış olduğunu farkedemeyecek kadar ebucehil mi?