Doğan Özgüden
Kürtler söz konusuysa riya ve ihanet diz boyu…
Artı Gerçek’e haftalık yazılarımı, hastalık ya da çok önemli bir toplantı engeli çıkmamışsa, perşembe günlerine yetiştirmeye özen gösteririm. Bu kez böyle bir mazeret falan da yoktu, kaç kez bilgisayarın önüne geçtiysem, birkaç satır yazdıktan sonra ekrandakini çöpe attım… Konu dikenliydi: Soçi mutabakatı… İnsanlık tarihinin en büyük ihanetlerinden birinin nihai belgesi…
Cumhur İttifakı’nın havuz medyasında zafer nidalarıyla ha bire övgü yağıyor… Kuzey Suriye fatihi Erdoğan Soçi dönüşü başkanlık uçağında çevresine topladığı yalaka gazeteci takımına zafer nutukları çekiyor, ülkeye döndükten sonra da AKP’nin Kayseri kongresinde tüm dünyaya meydan okuyor: "Türk milleti tarihinin her dönemi gibi bugün de istiklali ve istikbali için gerekirse tüm dünyayı karşısına alabileceğini bir kez daha ispatlamıştır. ‘Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?’ diye soranlara niçin orada olmamız gerektiğini kafalarına vura vura göstereceğiz."
Ana akım medyadan dışlanmış birkaç yürekli gazetecinin gerçekçi analizleri ve eleştirileri dışında, muhalefet sus pus… İşgalin başından beri Mehmetçik’in zaferi için dua eden Millet İttifakı’nın büyük ortağı Kılıçdaroğlu, Soçi mutabakatından kendine övünme payı çıkartıyor: "Şimdi bizim istediğimiz noktaya geldiler."
Millet İttifakı’nın küçük ortağı İYİP’li Akşener’e göre mutabakat iyi de, eksikli: "Ordumuzun caydırıcı gücü devreye sokularak, muhatapların masaya oturtulmasını olumlu bir adım olarak değerlendiriyoruz. Güvenli bölge esasen Suriye’nin tamamıdır. Buyurun Süleyman Şah’ın incinen yüreğini tamir edin."
Oysa ortada dünyanın tüm demokratik kuruluşlarının ve şahsiyetlerinin mahkûm ettikleri bir insanlık trajedisi yaşanıyor. NATO’nun ikinci büyük ordusu, Türk ırkçılığını ve İslam ümmetçiliğini bayrak edinmiş "kamufle" kılıklı bir başkomutanın emrinde komşu bir ülkenin topraklarına giriyor, tüm dünyanın, özellikle de Avrupa’nın başına bela olan İslamcı teröristleri canları pahasına savaşarak haritadan silen, tüm dünyanın medyunuşükran olduğu Kürt Ulusu’nun kurduğu Rojava’yı işgal ederek ölüm ve zulüm kusuyor… "Suriye Ulusal Ordusu" diye bir etiket takarak beraberinde götürdüğü İslamcı terör çetelerine Kürt halkının varını yoğunu yağma ettirtiyor…
Ve bu vahşet karşısında ne yazık ki Türkiye’de doğru dürüst bir itiraz sesi çıkmıyor…
Düne kadar IŞİD terörünü haritadan sildiği için Kürt savaşçılara övgüler düzen ABD yönetimi, yakın tarihte benzerlerini çok gördüğümüz bir ihanetle pılısını pırtısını toplayıp çekip giderek Kürt ulusunun ve müttefiki olan halkların birlikte yarattıkları Rojava’yı Tayyip’in müstevli ordusuna altın tabakta sunuyor.
Ve de bu ihanete, Soçi’de Erdoğan’la birlikte imzaladığı 13 maddelik mutabakat metniyle Rusya’nın yeni çarı Putin de resmen ortak oluyor.
İşgalin bahanesi, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt oluşumunun Türkiye’yi sürekli tehdit ettiği iddiası… Bugüne kadar Suriye toprağından Türkiye toprağına yöneltilmiş bir tek saldırı olmadığını uluslararası gözlemci kuruluşlar, yerinde röportajlar yapan gazeteciler kaç kez vurguladılar. Ama kurdun gözü dönmüş bir kez, kuzuyu yiyecek… Tıpkı bundan 90 yıl önce ırkçı ihtirasları uğruna dünyayı kana bulamayı kafaya koymuş Adolf Hitler adındaki diktatörün Almanya’yı tehdit ettiği yalanıyla Polonya’yı işgal ederek 50 milyon cana mal olacak İkinci Dünya Savaşı’nı başlatması gibi…
Türk Ordusu’nun İslamcı terörist yardakçılarıyla birlikte Suriye topraklarına girişinin Türkiye medyasında ve kamuoyunda yarattığı çılgınca coşku, beni ister istemez bundan tam 45 yıl öncesine götürdü.
O zaman da Kıbrıs’ta Makarios’a karşı Nikos Sampson darbesinin Türk toplumunu tehlikeye düşürebileceği gerekçesiyle Bülent Ecevit-Necmettin Erbakan ikilisinin başlattığı askeri müdahale, faşist darbeciler ekarte edildikten ve Yunanistan’dan onlara destek vermiş olan Albaylar Cuntası devrilip demokrasiye geçiş süreci başladıktan sonra tam bir işgal operasyonuna dönüştürülmüştü.
1973 seçimlerinde en yüksek oyu alarak Erbakan’la birlikte koalisyon hükümeti kuran Ecevit’in başbakanlığı döneminde, 12 Mart darbesinin acısını yaşamış olanlar, ülkede kısa zamanda demokratikleşmeyi, uluslararası alanda barışçıl ilişkiler kurulmasını beklerken, tam tersi bir durum ortaya çıkmıştı.
Acı olan nokta; darbe öncesinde devrimci mücadelede yer almış, cuntanın hapishanelerinde ve işkence merkezlerinde çile çekmiş bazılarının dahi Ecevit kültünün peşine takılmış olmaları, Kıbrıs’ın işgaline alkış tutmalarıydı.
Üzerinden 45 yıl geçti… Kıbrıs’ın kuzeyi hâlâ Türk Ordusu’nun işgali altında… Bu işgal altında Türkiye’nin eyaleti gibi kurdurulan, Türkiye’den başka hiçbir devletin tanımadığı KKTC’nin cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı bile bugün Kuzey Suriye’nin işgaline karşı çıktı. Suriye topraklarının savaşa doyduğunu belirterek, "1974’te olup biten, biz adına Barış Harekâtı desek de bir savaştı ve akan da kandı. Şimdi Barış Pınarı desek de akan su değil kandır. Bu nedenle bir an önce diyalog ve diplomasinin devreye girmesi en büyük dileğimdir" dedi. Sen misin diyen? Tayyip başta olmak üzere Tayyip’çisinden ulusalcısına tüm siyaset erbabı ve medya Akıncı’yı nankörlük ve ihanetle suçladılar.
1974’te de Kıbrıs işgalinin en hararetli destekçilerinden biri olan Cumhuriyet Gazetesi, bu kez de Suriye işgalini destekleme ve işgale direnen Kürt halkını suçlama konusunda havuz medyasından geri kalmadı.
Türk Ordusu’nun işgaline karşı Avrupa ve ABD’de halkının sesini duyurmaya çalışan PYD’nin saygıdeğer temsilcisi İlham Ahmed, 10 Ekim’de Avrupa Parlamentosu’nda bir basın toplantısı yapmış, açıklamaları Belçika ve Avrupa medyasında geniş yankı bulmuştu.
İlham Ahmed’in daha sonra ABD Senatosu’nda aynı amaçla görüşmeler yapmasını Cumhuriyet Gazetesi, 22 Ekim 2019 tarihli sayısında, "ABD’de skandal buluşma! Senatörler teröristleri ağırladı" başlığıyla yansıtacak kadar ileri gitti.
Şaşırtıcı da değil… Türkiye’yi yönetenler, iktidarı ve muhalefetiyle, ne zamandan beri Kürt gerçeğine doğru dürüst eğilmiş, tıpkı soykırım kurbanı Ermeniler, Asuriler, Grekler gibi Türk fütuhatından çok çok önce bu topraklarda var olan bu ulusun varlığından dürüstçe söz eder, istemlerini ne denli hakkaniyetle dile getirir olmuştur?
Ben gazeteciliğe 67 yıl önce başladığımda çalıştığımız gazetenin patron ve yöneticilerinin, üyesi olduğumuz gazeteciler cemiyetinde suyun başını tutanların, baskı değil ama "dost nasihatı" formatında biz genç gazetecilere yaptığı iki öncelikli uyarı vardı… Türkiye’nin bütünlüğünü parçalamaya çalışan dış kaynaklı komünizme ve de iç kaynaklı Kürt tehdidine karşı sürekli "teyakkuzda" bulunmak…
Uyarılarının ne denli haklı olduğunu kanıtlamak için fazla gayret sarf etmelerine de gerek yoktu… Türk Ceza Kanunu’nun komünist örgütlenme ve propagandayı olduğu gibi Kürt kelimesi içeren her ifade ve eylemi yasaklayan 141. ve 142. maddeleri her gazetecinin başında damoklesin kılıcı gibi sallanıp duruyordu.
1952’nin Eylül ayında çalışmaya başladığım gazeteye gelen en sansasyonel haberler bir yıl önce başlamış olan ünlü "komünist tevkifatı"nın nasıl derinleştirildiği ve Türk polisinin "komünist avı"nı nasıl kahramanca yürüttüğü konusundaydı.
Komünist propagandayı suç sayan TCK’nin 142. Maddesinin 4. fıkrası ise yazılarda ve konuşmalarda bırakın Kürt ulusunun haklı istemlerinden bahsetmeyi, Kürt kelimesini kullanmayı dahi suç sayıyordu. Kürt kelimesi bir tabuydu. Cumhuriyetin ilk yirmi yılında Kürtlere karşı tekrar tekrar yapılan tenkil operasyonlarının sadece Kürdistan illerinde değil, batı kentlerinde yaşayan Kürt yurttaşlar üzerinde yarattığı terör nedeniyle 50’li yıllarda "Kürtçülük faaliyeti"nden ötürü toplu tutuklama yapıldığı haberi pek gelmezdi.
Kitlesel Kürt tutuklamalarının yeniden başlaması, defalarca yazdığım gibi ülkede demokrasiyi gerçekleştirmek iddiasıyla yapılan 27 Mayıs 1960 darbesinden sonraya denk geldi. Darbenin ardından Kürt illerinde tutuklanan 485 kişi, Sivas Kabakyazı'da bir kampta toplandı. Bu topluluğun içinde bölgenin tanınmış ailelerinin fertlerinin yanı sıra ağa ve şeyh sıfatı taşıyanlar da yer alıyordu. Kampta ağır koşullar altında tutulanların 55'i daha sonra, 19 Ekim 1960 tarihinde askeri yönetimin yasama organı olan MBK'nın kararıyla çeşitli illere sürgün edildiler.
Gazeteci olarak karşılaştığım ilk Kürt tutuklamasıydı. Öncü Gazetesi’nin Ege bölgesi temsilciliğini yaptığım günlerdi. Bir toplantı için Ankara’ya geldiğimde, gazetenin yazı işlerini ziyarete gelmiş olan MBK’nin en genç üyesi Yüzbaşı Muzaffer Özdağ’la karşılaşmıştım. Çeşitli konuları tartışırken birden bir soru patlatmıştı: "Aydınlar, biz 27 Mayıs’ı neden yaptık biliyor musunuz?" Yazı işleri müdürümüz Muzaffer Aşkın soruyu "Yüzbaşım, bugüne kadar bir sürü neden sayıldı. Acaba hangisi?" sorusuyla yanıtlamıştı. Özdağ’ın yanıtı hepimiz için son derece şaşırtıcıydı: " Biz 27 Mayıs’ı Doğu Anadolu’da hazırlanan bir Kürt İsyanı’nı önlemek için yaptık. Yoksa vatan bölünecekti. Biliyor musunuz ki, DP liderlerinden önce biz Kürt ağalarını tutukladık?"
Üç yıl sonra da 21 Mayıs başarısız darbe girişiminin ardından uydurma bir bahaneyle Musa Anter, Enver Aytekin, Medet Serhat, Edip Karahan, Sait Elçi, Yaşar Kaya gibi seçkin Kürt aydınları tutuklandılar.
Demirel iktidar olduktan sonra Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis’e girmesi, DİSK’in kuruluşu, 68 işgalleri ve nihayet 15-16 Haziran işçi direnişiyle güçlenen sol hareket gibi Doğu mitingleriyle kitleselleşip DDKO’nun kuruluşuyla örgütsel gerçeklik kazanan Kürt uyanışı da devlet terörünün hedefi oldu.
Yukarıda sözünü ettiğim TCK’nin 142. maddesi başlangıçta Ant Dergisi’nin yöneticilerine ve yazarlarına karşı "komünizm propagandası" yaptıkları gerekçesiyle kullanılırken, 12 Mart darbesi öncesinde "Kürtçülük propagandası" gerekçesiyle daha fazla kullanılır hale gelmişti.
12 Mart 1971 darbesinden 1991’de TCK’nin 141. ve 142. maddelerinin kaldırılışına kadar geçen yirmi yıllık sürede devlet terörü, komünist düşünce ve örgütlenmeye karşı olduğu gibi, Kürt aydınlarına ve örgütlenmelerine karşı da aynı şiddette uygulandı. Ancak komünist düşünce ve örgütlenmeyi yasaklayan maddeler kaldırıldıktan sonra Türkiye oligarşisi, hunharlığını, acımasızlığını, inkarcılığını Kürt özgürlükçülüğüne karşı adamakıllı yoğunlaştırdı.
O kadar ki, Kürt özgürlük savunucularına karşı devlet terörü Türkiye sınırlarını da aştı… Özal döneminde Kuzey Irak’a karşı başlatılıp daha sonraki Demirel ve Çiller dönemlerinde yoğunlaştırılan sınır ötesi kara ve hava operasyonları, Tayyip döneminde Kuzey Suriye’ye yönelmiş bulunuyor.
Ragıp Zarakolu’nun Artı Gerçek’te yayınlanan son yazısında belirttiği gibi, "Son operasyonun bir amacı, etnik arındırmaya başvurup sınır boyunun altına Suriyeli göçmenleri iskân edip, bir çeşit insan duvarı oluşturmaksa, bir diğer amacı da sınırın üst tarafındaki Kürt nüfus yoğunluğunu azaltmak. Aslında bölgenin nüfusu ile oynama politikası 1993 savaş sonrası kirli savaş döneminde başlatıldı. 3.5 milyon dolayında yerleşik Kürt, 3.500 dolayında köy yakılarak zorunlu göçe tabi tutuldu. Bunların bir bölümü ülke dışına, Cizre dolayındakiler Irak’a giderken, bir bölümü de Türkiye metropollerine yöneldi."
Türkiye’de sürekli tahrik edilen iflah olmaz Kürt düşmanlığını sürgündeki ünlü yazarımız Aslı Erdoğan, 23 Ekim 2019 tarihli La Reppublica gazetesinde yayınlanan söyleşisinde çok iyi açıklıyor. Türkiye’de, HDP hariç, parlamentoda temsil edilen tüm siyasal güçlerin, CHP de dahil, Kürt kuruluşlarının tamamını terörist olarak gördüğünü belirttikten sonra, Suriye’nin işgalini protesto edenlerin niçin tutuklandığı sorusunu şöyle yanıtlıyor:
"Ne yazık ki, Avrupalılar Türk basınını izleyemiyor. İzleyebilseler, kitlelerin nasıl koşullandırıldığını anlayabilirlerdi. Bu koşullandırma daha ilkokula girer girmez kitaplarla başlar. Türkiye Cumhuriyeti’ne damgasını vuran Mustafa Kemal Atatürk döneminde ortaya atılmış bulunan Kemalizm ideolojisidir. O devirden bu yana bu ideoloji aşırı milliyetçiliğe yönelmiştir. Buna göre Türkiye her daim dış tehdit altında bulunan bir ülkedir. Günümüzde buna aşırı milliyetçiliğe din de eklemlenmiştir. Savaşta ölen her Türk ‘şehit’ sayılır, ‘Vatanı için canını verdi’ denir. Oysa ölenler aslında hükümet için can veriyorlar… Tayyip Erdoğan’a göre bu ülke sadece bizimdir, Kürtlerin hiçbir hakkı yoktur. O Kürtlerin yalnızca teröristler, katiller, hırsızlar olduğunu, tehdit oluşturduğunu düşünüyor."
CHP’nin Kürtler konusundaki tavrıyla ilgili bir soruya ise Aslı Erdoğan’ın yanıtı şöyle: "Atatürk tarafından kurulmuş olan, sosyal demokrat olma iddiasındaki bu parti her şeyden önce milliyetçi bir partidir. Hatta şovendir. O da terörist olarak gördüğü Kürt mücahitlerine karşı savaşı destekliyor."
Aşırı milliyetçiliğin, dinsel sömürünün pençesinde her geçen gün biraz daha cehennem hayatına sürüklenen o güzelim ülkemizde, Avrupa’da büyük saygı gören seçkin bir Kürt liderine dahi rahatlıkla "terörist" damgası vurabilen gazetecilerin yanı sıra, gerçekleri korkusuzca haykıran Ragıp Zarakolu ve Aslı Erdoğan gibi insanlığın yüz akı yazarlarımız da var.
Onlarla gurur duyuyorum…