ayşe düzkan
makarna günlerinde aşk
başlıkta kandırıkçılık var tabii, aşktan söz etmeyeceğim. ama kabul edersiniz ki makarna en az aşk kadar ilginç.
kişi örneğin akademidedir, 18. yüzyıl irlanda edebiyatı konusuna odaklanmıştır, gözü başka şey görmüyordur. yaşadığı ülkede, iktidarın dağıttığı makarnaya karşılık oy verenlere "makarnacılar" dendiğini bilemiyor olabilir. ama, türkiye’de her krizde makarna stoklandığını çünkü makarnanın yoksul yiyeceği olduğunu, ana yemeğin yanına bulgur ve pirinçten daha ucuz bir alternatif olmakla kalmayıp kolaylıkla ana yemek haline gelebileceğini bilmemek için hiç alışveriş yapmamış, hiç yemek pişirmemiş olmak gerekiyor. makarna deyince aklına ilk italyan mutfağının gelmesi ise bildiğiniz züppelik. bunlar hiç hoş şeyler değil ama olabilir tabii fakat ekmeğini memleketin halini yorumlamaktan kazanan insanlarda görülünce… medyayla ilgili sorunun sadece sansür ve baskı olmadığını hatırlatıp devam edeyim.
mesele sadece basın değil, ortalama türkiye cumhuriyeti vatandaşı, gerçeklerin genellikle açıklanmadığına dair bir yargı taşıyor. bu insanların önemli bir kısmı olması gerekenin bu olduğuna yani bazı şeylerin halktan gizlenmesi gerektiğine de inanıyor, destekledikleri pati iktidara geldiğinde, söylenenlere inanıyor gibi yapsalar da, bu –son derece gerçekçi olan- fikir varlığını koruyor. (türkiye’de ilk corona vakasının, avrupa birliği’nin corona ile mücadeleye fon ayırdığını açıklamasının ardından ortaya çıkması, ne yalan söyleyeyim, beni de huylandırmadı, değil.)
yani böyle kritik zamanlarda çok önemli olan gerçek iletişim pek mümkün değil. nitekim "panik yapılmamalı" açıklamasından türkiye nüfusunun anladığı "kıtlık çıkabilir" oluyor. ekonomi canlandığı için aksi yönde bir açıklama da gelmiyor tabii.
hemen her kaotik durumda kaybedeceği şey az olanlar daha rahat davranıyor ama onların başına gelebilecek belalar her zaman tuzu kuru olanlardan fazla. örneğin bilinen vakaların arasında bu kadar fazla siyasetçinin olması hayat tarzlarıyla mı ilgili yoksa kimseye uygulanmayan testlerin onlara uygulanmış olmasıyla mı?
birçok etkinlik iptal oluyor, insanlar sosyal hayattan uzak duruyor. ilk bakışta mantıklı. fakat örneğin istanbul için sorayım, metrobüse binen insan için kahvede oturmak bir tür inziva bile sayılmaz mı?
lokantalarda, barlarda, kafelerde çalışıp gelirinin büyük bölümü bahşişe dayanan insanlar gelirinden ve belki işinden oluyor, mekânlar iflas edecek, tiyatrolar kapanacak, müzik endüstrisi büyük darbe alacak.
okullar tatil edildi, en azından genç nüfusu kalabalıktan koruduk, -git gide daha fazla insanın çalışanlar olarak söz ettiği- emekçiler ne olacak? ilk akla gelen çözüm evden çalışma oluyor. bunun, uzun vadede kalıcılaşma ihtimalinin olduğunu ve güvencesiz çalışma anlamına gelebileceğini bir an için bir kenara bırakalım. ama herkesin beyaz yakalı olduğu varsayımı nereden çıktı? mesela bisküvi fabrikasında çalışanlar nasıl evden çalışacak! üretimin bir süre durması mümkün mü?
bu mümkün olsa bile, yükünün emekçilerin sırtına bindirilmesini nasıl engelleriz? daha şimdiden, avm’lerin çalışma saatlerinin sınırlanacağı, çalışılmayan sürenin çalışanların yıllık izinlerinden düşüleceği açıklandı!
bundan sonra olacak bütün fiyat artışlarının sorumluluğunun stokçulara yıkılma ihtimalini de bir kenara koyarak bu virüsün bize neleri unutturduğunu sormak istiyorum. libya epeydir meraklıları dışında pek kimsenin gündeminde değil ama son günlerde idlib’de neler olup bittiğini takip edebiliyor musunuz? rusya ile ortak devriyenin başladığı türkçe basında yer buluyor ama ateşkes çerçevesinde türkiye’nin ağır silahlarını m4 karayolu üzerindeki gözlem noktalarından çektiğine dair –suriye ve rusya resmi ajanslarının geçtiği- haber? hulusi akar, "çekilme söz konusu değil" diyor ama ağır silahlar? ntv’nin "güvenlik kaynakları"na dayandırdığı yalanlama dışında bir şey göremedim; güvenlik kaynakları kim olabilir acaba? bilemiyoruz.
ya edirne? sınırda bekletilen, geçmeleri mümkün olmayan ve geri gelmeleri engellenen insanlar ne oldu? unuttuk mu onları? virüs kapmaya, virüsü aldıklarında hastalanmaya çok açık koşullarda olmalarını geçtim, bu insanlarla ilgili –insani yardım yapılması dışında- bir talebe gerek yok mu? türkiye muhalefetinin muhatabı sınırlarını açmayan yunanistan mı olmalı, o insanları hiçbir güvence olmadan sınıra taşıyıp insan kaçakçılarının insafına teslim edenler mi?
gözaltılar, tutuklamalar kesilmiyor, cezaevlerinde koşullar gün be gün kötüleşiyordu, üstüne bir de görüş sınırlaması bindi. hapistekilerin sağlık durumuyla ilgili bilgilendirme yok ve tekrar edeyim, baskı hız kesmeden sürüyor.
siyaset yapma koşulları zaten sınırlanmıştı, önümüzdeki dönemde, bir arada bulunmanın risk taşıdığı gerekçesiyle bu sınırlamalar daha da artacak ve kalıcılaşma ihtimali de var çünkü iktidar krizleri fırsata çevirme konusunda çok mahir. böyle bir salgının uzun vadeli sonuçlarını düşünmek gerçekten çekici ama o vadede olabilecekleri değiştirmek için bugünden yapılacak çok şey var değil mi?