Mevlüt Çavuşoğlu 'Persona Non Grata' olurken...

Türkiye'de tek bir kişiden tüm ülkeye salgın gibi yayılan cinnet halini, akıldışı davranışları dehşet içinde izliyor, hiçbir anlam veremiyor.

YAVUZ BAYDAR

Türkiye'yi tam bir akıl tutulmasına sürükleyen siyasi huliganlık, bugünkü Hollanda krizi ile yeni bir zirve yapmış bulunuyor.
Tam bir kepazelik.
Rezalet.
Tek bir kişiyi ihya etmekten başka hiçbir şeye yaramayacağı belli üç beş oy uğruna iplerinden boşanan Türk tipi siyaset huliganlığı yüzünden, Türkiye'nin Dışişleri Bakanı kendisini ‘istenmeyen adam' (Persona non Grata) ilan ettirdi.
Rezalet kelimesini bu yüzden kullandım.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde böyle bir rezalet yaşandığını hatırlamıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde iç siyasetin, dış ilişkileri bu kadar bozacak kadar pespaye hale getirildiğine dair bir örnek de aklıma gelmiyor.
Ticaretinin yarıya yakınını yaptığı, herşeye rağmen üyelik müzakerelerini yürütmeye devam ettiği AB'nin güçlü bir ülkesi tarafından Persona non Grata ilan edilen bir Dışişleri Bakanı.
Ve bu kepazeliğin baş sorumlusu olan bir iktidar partisinin kuyruğunda, kendi gölgesinden korkan bir anamuhalefet.
Konuya döneceğim, ama İsviçre'ye geçeyim.
Benzer bir dış ilişki krizinin eşiğinde bulunduğumuz İsviçre'ye.
Dün gece Cenevre'de 15'inci İnsan Hakları Film Festivali'nin açılışındayız. 10 gün sürecek kapsamlı etkinlik Guillaume Perrier ve Gill Cayatte'ın hazırladığı ve türünün ilk belgeseli olan ‘Erdoğan'ın Kaygı Verici Dönüşümü' başlıklı filmle başlıyor.
500 küsur kişi. Salonda yer kalmamış.
AKP kaynaklı zorlama ve yapay kriz Avrupa'nın içinde öyle yer etmeye başlamış ki, antenler tam manasıyla açılmış vaziyette.
Meslektaşımız Nicole Pope'un moderatörlüğünde Doç Kerem Altıparmak, BM İnsan Hakları Türkiye Raportörü Nils Medzel, Pınar Selek ve ben, film gösterimi ardından, muazzam hak ihlallerini, OHAL ucubesini ve referandum senaryolarını anlatıyoruz.
Aynı gün, BM'in Kürt illerinde Barış Süreci'nin son bulması ardından yaşanan ve ‘kıyamet gibi' diye nitelenen ihlallere dair raporu patlamış.

Sorular, sorular.
Tartışmalar ardından sohbetlerde net olarak anlıyorum ki, Avrupa'da aşırı sağın yükselişinden derin kaygı duyduğunu söyleyerek lafa giren herkes, Türkiye'de tek bir kişiden tüm ülkeye salgın gibi yayılan cinnet halini, akıldışı davranışları dehşet içinde izliyor, hiçbir anlam veremiyor.
Algı, dehşetle özetlenecek durumda.
Sabahleyin Hollanda krizine uyanıyorum.
‘Tarafsız kalacağıma…' şeklindeki yeminini 898'inci defa ihlal eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Istanbul'da Hollanda'yı bombalıyor:
‘’Bunlara yönelik şüphesiz ki 16 Nisan’dan sonra uygulamalarımızı başlatacağız. Siz istediğiniz kadar Dışişleri Bakanımızın uçağını kaldırmayın. Bakalım senin uçakların bu ülkeye bundan sonra nasıl gelecek? Ben burada diplomasiyi konuşuyorum, vatandaşların uçaklarına bir şey diyemeyiz. Bunlar Nazi kalıntısı, bunlar faşist!’

Ama birden fark ediyor ki, Türkiye turizmi feci durumda; belki de zamanında Putin'e atıp tutarak herşeyi nasıl berbat ettiği, özür dilemek zorunda kaldığı filan aklına geliyor; anında dümen kırıyor:

‘Tabii ben burada diplomasiyi konuşuyorum. Vatandaşların seyahatini değil. O ayrı bir konu.'

Ama olan olmuştur artık. Söz ağızdan çıkmış, haber ajanslarına ulaşmıştır.

Nazi! Faşist!

Üç beş evet oyu daha gelecek ve ihya olunacak ya.

Aşağısı kurtarmıyor.

Bu arada, kendi içindeki aşırı sağcı, Müslüman düşmanı Wilders ve taraftarlarının yükselişinden bizar olmuş Hollanda hükümeti, ‘uçuş iznin yok' diyerek, koskoca Türkiye'nin Dışişleri Bakanı'nı ‘istenmeyen adam' ilan etmiştir bile.

Reis'in güdümünde, yaranma hırsıyla artık iyice siyaset huliganı bir söyleme yapışan Mevlut Çavuşoğlu, bu krizin zeminini önceki gün hazırlamıştı, hatırlayın.
‘Gideceğim de gideceğim oraya!' diye tutturmuştu. Kendisine el altından Hollanda'dan iletilen ‘yapma etme, başımızda İslamofob Wilders gibi yükselen bir bela var, 15 Mart seçimleri geldi dayandı' mesajlarına aldırmadan – Evet oyu alacak ya – Reis gibi gürlemişti:

‘Bugün haber bekliyorum (Hollanda Dışişleri Bakanı) Bert Koenders'tan. Rica ederse, ‘Seçim sonrası gel' diye, adam gibi rica ederse yalnız, öyle şey yok baskıyı maskıyı kabul etmeyiz biz, seçim sonrası cuma ya da cumartesi günü gidebiliriz. Yok her şartta bizim için zor derse, bu cumartesi ben giderim. Gideceğim.'

Diplomaside kuraldır. Kamusal alanda kullandığınız dil ve attığınız adımlar, aynen mukabele görür. Kural öyledir. Hollanda da bu gümbürdeme üzerine bir açıklama yayınladı, ‘Bakanın konuşması için yeni bir salon bulunması için görüşmelerin sürdüğü ancak bu sırada Türk yetkililerin Hollanda’yı tehdit ettiği’ belirtildi, "Bu durum mantıklı bir çözüm arayışını imkânsız kılmıştır" denildi.

Şöyleydi Hollanda açıklamasının devamı:

‘Çavuşoğlu’nun toplantısının bir Türk konsolosluğunda veya elçiliğinde, daha özel ve küçük bir şekilde düzenlenmesi için görüşmeler sürüyordu. Bu görüşmeler daha tamamlanmadan Türk yetkililer kamuoyu önünde yaptırım tehdidinde bulundu. Dolayısıyla, Hollanda uçuş iznini geri çekiyor. Hollanda olayların bu şekilde gelişmesinden üzüntü duyuyor ve Türkiye’yle diyaloğa hâlâ bağlıdır."

Almanya'da uç veren kriz, böylece Hollanda'ya transfer edilmiş oldu.

Erdoğan, Çavuşoğlu, Ömer Çelik ve AKP'li zevat erdi muradına, ‘biz olmasaydık Türklere izin çıkacaktı' diye kendi partisine yontmada gecikmeyen Wilders ve şürekası çıktı kerevetine.

Hayırlısı.

Bu arada, Türkiye'nin itibarını beş paralık eden AKP marka huligan zihniyetinin ipliğini pazara çıkarması beklenen CHP, geldi ve krizin üzerine ala Turka bir tüy dikiverdi.

Partinin bürokrat kökenli başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun devletçi damarı – aynen TBMM'deki dokunulmazlıkların kaldırılması safhasında olduğu gibi – bir kez daha kabardı ve Hollanda'ya karşı ağzından şu sözler döküldü:

"Demokrasiyi savunanlar böyle bir şey yapamazlar. Hem ‘Demokratım’ diyeceksin hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanının uçuş iznini iptal edeceksin. Asla bunu doğru bulmuyoruz, yanlış. Türkiye’nin yaptırımda bulunma hakkı var."

Kılıçdaroğlu acaba bir ‘ani aydınlanma' yaşadı da, AKP'yi daha da zora sokmak için ‘yaptırım' lafını kullandı diye sormak içimden geçti ise de, bunun dışarda böyle algılanmakta uzak olduğu kanaati ağır bastı.

Derken, partinin Genel Başkan Yardımcısı Tekin Bingöl, partinin tüm yurtdışı programlarını, Kılıçdaroğlu’nun Almanya’nın başkenti Berlin’deki toplantısı da dahil iptal ettiklerini duyurdu.

Bu da yetmedi, asıl yumurtalar CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce'den geldi:

‘Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile Almanya arasında problem olduğunda hiç kimsenin şüphesi olmasın ki biz Türk hükümetinin yanında oluruz. Onu destekleriz. AKP de olsa başka parti de olsa destekleriz. Ama milleti kandırmak için yapıyorlar bunu."

Yani şunu demek istiyordu İnce:

Kendi ülkemizde başta Kürtleri temsil eden parti, veya öteki muhalefet ezim ezim ezilse de onların demokratik haklarına sahip çıkmayacağız. Çünkü oy kaybederiz.

Devleti bir grup meczup, deli, çılgın hükümet yoluyla ele geçirse de buna göz yumacağız. Yabancı ülkeler iktidar partisine odaklanıp istediği kadar eleştirsin, biz bunu devlete karşı diye algılarız. Yani hatalı algıda ısrarlıyız ve yıkımın yanındayız.

Akılcılıktan yoksun milliyetçilik insanı işte böyle körleştiriyor.

CHP aynı CHP: ‘Devleti' sıkıştıkça, karşısındaki en despot iktidar da olsa topu taca atmakta en usta, ‘sözde muhalefet'.

Dışardaki insanlar Türkiye'ye bakınca neden bir ‘toplu cinnet' hali görüyor, anladınız mı?

2008'de yasa değişikliğiyle, en son Şubat 2017'de YSK kararıyla konmuş ‘yurtdışında ve yurtdışı temsilciliklerde oy toplama amaçlı siyasi propaganda yapılamaz' mealindeki yasaklara iktidarı ve muhalefetiyle uymayan – iptal için bunları değil, suçladıkları AB ülkelerini mazeret gösteren -, yabancı ülkelere karşı ucuz ihtilafpol ve düşmanlık üreten, diğer toplumların ve hükümetlerin hassasiyetlerine saygı göstermeyen, ‘kendine demokrasi'yi demokrasi sanan taşralı siyasetçilere dışarda saygı veya anlayış duyulması mümkün mü?

Son bir not: Saray ve AKP'nin Suriye politikası Menbiç'le tam manasıyla iflas etmiş durumda. Almanya, Hollanda vs krizleri hem kolay, hem de ‘kuş geçiyor' demek için gayet yararlı.

Ne diyordu İran bugün:

"Belki ihtiyaç ve yaşadığı sorunlar Ankara’nın İsrail, Suudi Arabistan ve ABD Başkanı Trump’a yönelmesine neden oldu. Türkiye’deki dostlarımızın hesaplamalarını bölgedeki gerçekler ve uzun vadeli hedefler doğrultusunda yapmalarını umut ederiz. İran olarak, çoklu kartlarla oynamanın uzun vadede tüm kartların kaybedilmesine neden olacağına inanıyoruz."

Vurun Avrupa'ya.

Oradaki Türkiye kökenlileri daha da ezdirin.

Ne AKP'nin umurunda, ne CHP'nin, ne de MHP'nin.

Bu arada, daha bitmiş değil:
Haberler doğruysa, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun uçağının iniş iznini iptal etmesine rağmen Hollanda'nın Rotterdam kentine kara yoluyla gidecekmiş.

Herkese sağlıklı bir ruh hali diliyorum.

Elimden başka bir şey gelmiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi