mevsimler gelir geçer

aradan bunca yıl geçtikten sonra bile, iki feminist kadın, sahnenin kenarındayken, o mikrofonu kapıp o mektubu okumamış olmaktan büyük bir pişmanlık duyuyorum.

bana bu yazıyı yazma ilhamını, nabi kırman’ın sendika.org’da yayınlanan, timur selçuk üzerine yazısı verdi. bu bir cevap ya da eleştiri yazısı değil, gerçekten ondan aldığım ilhamla yazıyorum, en çok yazısının başında anlattığı, emek sineması’nda gerçekleşen 1987 1 mayıs kutlamasını hatırlattığı için. o gece ben de emek sinemasındaydım, oraya sadece 12 eylül sonrasının ilk yasal 1 mayıs kutlamasında bulunmak için gitmemiştim. oradan önce, açlık grevi yapan bir grup transın yanına uğramıştık arkadaşımla, onlar geceye bir selam mektubu göndermişti, o mektubu iletmek için de gittik oraya.

nabi kırman’ın aktardığı tartışmayı hatırlıyorum, can yücel’in ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu, timur selçuk’un sahne aldığını da. ama benim için o gece en çok o mektup, o mektubu kürsüye ulaştırmamız, mektubun okunmaması, mektubun bize geri verilmeye bile tenezzül edilmemesi, yalçın küçük’ün müstehzi bakışı… biliyorum, yapılması gerekeni yapmamış olmaktan duyulan pişmanlık hayatın bir parçası, bunlara alışmak, bunları sindirmek gerek ama aradan bunca yıl geçtikten sonra bile, iki feminist kadın, sahnenin kenarındayken, o mikrofonu kapıp o mektubu okumamış olmaktan büyük bir pişmanlık duyuyorum. birkaç aylık hamileydim, o durdurdu belki bizi.

ama işte, hayat pişmanlıktan da ibaret değil, aynı yıl 17 mayıs günü, "dayağa hayır!" mitingini düzenledik. feministlerin ilk eylemi, kadın kurtuluş hareketinin ilk sokak gösterisi, cunta sonrası ilk yasal miting!

sonraki hafta, birkaç feminist arkadaş, bir mekânda oturmuş mitingin fotoğraflarına bakıyorduk. yandaki masada üç erkek vardı, bir tanesi, fotoğraflara bakmak için izin istedi, baktı, sorular sordu, konuşkandı ama yaptığımız işi küçümsediği çok açık olduğundan biz sohbeti ilerletmiyorduk. kendisinin sanatçı olduğunu ama bizim arkamızdan yürüyen eerrkekklerden olmadığını, sağlıklı bir erkek olduğunu söyledi ve adını soyadını ekledi. o zamanlar ünlenmeye başlamıştı, yüzünü hani derler ya, "bir yerden gözümüz ısırıyordu" ama adını söylemese tanıyacağımızdan emin değilim. o yıllarda, eşcinsel erkeklerden böyle çok e’li, çok r’li, çok k’li bahsedilirdi. yanılıyordu, o mitingde kortejin arkasında yürüyen erkeklerin çok azı eşcinseldi.

ünlenmişti ama müziği solcular arasında çok tartışılıyordu, arabesk olduğunu söyleyip burun kıvıranlar vardı. geçmişte aydınlıkçıydı ama o sırada o çizgiden uzaklaştığı zamanlar olmalı. sonra çok ünlü oldu, çok ünlüyken anadiline sahip çıktı, sürgünde hayatını kaybetti. bu dünyadan göçmeden önce, eşcinseller konusundaki fikirlerini değiştirmiş midir? açıkçası hiç sanmam, zaten aksi yönde açıklamaları var ama bunun müzik tarihindeki yerini de, müziğinin politik anlamını da değiştireceğini düşünmüyorum. sanatçı, siyasetçiden ve politika yazanlardan farklı olarak, demeçleriyle değerlendirilmez.

zaten göçenin ardından konuşmayı da, üzülmeyi de şaşırtıcı buluyorum. evet, insan tanışmadığı insanları da tanımış kadar oluyor bazen ama yine de tanımadığımız insanların ölümüne niye üzülüyoruz sevgili okurlar? hem üzülmek politik bir tutum değil ki!

diğer yandan yaşayanlar için eleştiri anlamlı ama göçmüş insanın arkasından konuşmanın ne yararı var, nesini değiştireceksiniz? o yüzden ellerinde birer amel defteri, herkesin notunu kıranları anlamak mümkün değil. hem herkesin cömertçe kullandığı hata yapma hakkı, neden adı duyulmuş insanlardan esirgeniyor?

timur selçuk’a döneceğim. onun ailesi gibi ailelerde doğup büyümüş insanların sola bulaşması 1970’li yılların ikliminin bir sonucu. tarihin başka bir mevsiminde aynı bağ kurulur muydu; emin değilim. müzikle iç içe büyümüş, sadece babası değil, kardeşi selim selçuk da müzisyen, önemli bir davulcu. timur selçuk solcu müzisyen olarak anılsa da bu kimliğe sıkıştırılacak biri değil bence. yeri gelmişken yazayım, solcu müzik başlığı altında ele alınan pek çok eserin solculuğu ve/veya müzikliği tartışılır. çünkü bir müzik parçasına, sadece sözlerdeki anlama bağlı olanlar tahammül edebiliyorsa, mesele zevklerin tartışılmazlığını aşar.

politik olarak da, herkesin dinlediği müzisyenlerin verdiği politik mesajları daha etkili ve anlamlı buluyorum; hemen aklıma gelen örnekler, john lennon’ın "working class hero"su, duman’ın "eyvallah"ı, mahsun kırmızıgül’den "kardeşlik türküsü". ama şunu da biliyorum, kürtçe her şarkı politik bir anlamla yüklü. bunun değişmesi bile önemli bir politik dönüşümün işareti olur. 

timur selçuk babasının yaptığı müzikle hesaplaşarak yürümüş, hatta münir nurettin selçuk’un kendi şarkılarını onun sesinden dinlemekten pek hazzetmediği rivayet edilir. sadece politik şarkılar yapmadı ancak politik şarkıları ve şarkıcılığı brehtiyen tiyatronun güçlü etkisini taşır; "ekonomi tıkırında"yı, "kriz var" diye bağırışını düşünün mesela. ama anaakım müziğin de parçası oldu, şiirleri besteledi, "ayrılanlar için", "caddeden sokaklara" gibi şarkıları, 1980 sonrasında solcuların hüznünde karşılık bulsa da, nilüfer, nükhet duru gibi şarkıcılar tarafından da yorumlandı. bütün bunları göz önüne aldığımda onu, ağırlıklı olarak politik şarkılar yapan ve politik kimliğiyle öne çıkan theodorakis’ten ziyade, politik şarkılar da yapan ama politik görüşlerinden bağımsız olarak sevilen bruce springsteen’le kıyaslamayı daha doğru bulurum; illa kıyaslama yapmak gerekirse.

timur selçuk da onun gibi işçi sınıfıyla haşır neşir oldu. sanırım birçok emekçinin canlı olarak piyano dinlemesini o sağlamıştır. politik müziğin tek beslenme kaynağının halk müziği ve sanatı olduğu fikrine karşılık, şehirli bir müzik yaptı hep; bu açıdan yol açıcı olduğunu düşünüyorum. (nitekim bugün de şehirli emekçiler açısından arabeskin eski yerini rap aldı. )

darbeden önce türkiye işçi partisi çevresindeydi diye hatırlıyorum. darbeden sonra? bir müzik okulu açtı, hayko cepkin’in de aralarında bulunduğu önemli müzisyenler yetiştirdi. politik olarak yalnız olduğunu, tek başına düşündüğünü ve çok çok yanlış şeyler düşündüğünü gösteren çok şey var. hayır, inançlı bir müslüman olmasından söz etmiyorum, kürtlere mesafesinden bahsediyorum. ama yalnız kalmasının, yalnız düşünmesinin bir sebebi müslümanlığı olabilir diye de tahmin yürütüyorum.

ama diyelim ki, eski yol arkadaşlarının itirazlarına ve uyarılarına rağmen o yanlış yolu tercih etti, onu ya da herhangi birini ömrünün son on yılında verdiği birkaç imza ve demece indirgeyebilir miyiz? açıkçası o on yılda söyledikleri ve yaptıkları bende sorumluluk duygusu da uyandırıyor, neden kimse onunla düzenli bir politik ilişki kurmadı, diye geçiyor aklımdan.

çünkü fikirler değişebilir, tutumlar düzelebilir. örneğin, 2000 öncesinde bulunduğum ödp’de, onun dile getirdiğine çok yakın görüşlerde insanlara rast geldim, sayıları çok fazla değildi ama vardılar ve şimdi bir kısmı hdp’de. keşke ona da bu şansı tanısaydık.

çünkü türkiyelileşmek yani biz türklerin kürtlere kulak vermesi, sadece bizim kulak kabartmamızla değil aynı zamanda kürtlerin de bizim seslerini duyacağımız kadar yakınımıza gelmeleriyle mümkün. 1987 1 mayıs’ında, disk’in 50. kuruluş yıldönümünde hazır bulunmuş timur selçuk’a bunca yılda bir ses, bir el uzanmadıysa, bu sadece onun kabahati değildir diye düşünüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi