Murat Türkeş: İklim değişikliği böyle giderse bilimkurgu filmleri gerçek olacak

Paris İklim Anlaşması’nın öngördüğü önlemler alınmazsa dünyanın 2100 yılında Amerikan felaket filmlerindeki gibi olacağını söyleyen iklim bilimci Prof. Dr. Murat Türkeş’e göre kritik eşiği bu yılın Temmuz ayında birkaç defa aştık.

Türkiye’de bilim insanları ve birkaç “marjinal” çevre dışında iklim değişikliğini ana gündemi yapan kimse yok. İklim değişikliğinden kaynaklı afet ve felaketleri de gerçek bağlamına oturtarak konuşmuyor, tartışmıyoruz.

Oysa bu yılın Temmuz ayında küresel ölçekte, Ağustos’taysa Türkiye’de sıcaklık rekoru kırıldı ve dünya açısından büyük felakete daha da yaklaşıldı. Dahası Paris İklim Anlaşması’nın asla aşılmaması gerektiğini söylediği 1,5 derecelik sıcaklık artışına tanık olduk.

Küresel felakete gidişi durdurmanın veya bu süreci yavaşlatmanın tek yolu, kapitalist üretimin frenlenmesi. Fakat bu da pek olası görünmüyor. Peki biz şu an neyi yaşıyoruz ve nereye gidiyoruz? Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş’e kulak veriyoruz…

İklim değişikliğinin etkilerini özellikle yaz sıcaklarındaki anormal artışlar nedeniyle daha fazla konuşur olduk. Küresel ölçekte yaşanan krizi öncelikle yerel yansımalar üzerinden konuşalım. Örneğin sizin de geçen yıl ziyaret ettiğinizi bildiğim memleketiniz Hakkâri’de bulunan Cilo Dağı buzullarındaki erimenin dramatik bir hızla artması neyin sonucu ve göstergesi?

Dünya ölçeğinde Alpin tipi buzulların 20-22 bin yıl önceki son buzul çağından günümüze kadar kalabilmiş olmasının temel nedeni çok yüksek bölgelerin kuzeye bakan yamaçlarında bulunmaları. Örneğin Cilo Dağlarında, Reşko’nun tepelerinde yükseklik 4,100 metreye kadar çıkıyor. Cilo’da yaklaşık on, Türkçeleştirilmiş isimleriyle İkiyaka Dağı’nda dört, Kavuşşahap Dağları’nda 14 tane buzul bulunuyor. Fakat bulundukları yüksekliğe rağmen artık Munzur, Cilo, Süphan, Kaşkar ve Ağrı dağlarındaki buzullar hızla eriyor. Dağların tepelerindeki küçük çanaklarda oluşmuş “Sirk Buzulları” ise büyük ölçüde erimiş, yerlerini “sirk göllerine” bırakmış durumda. Türkiye’de çoğunun alanı küçülmüş, boyu kısalmış yaklaşık elli buzul var. Aslında yıllar önce Cilo buzulları üzerine çalışmak istediğimde orası yasaklı alandı. Şimdi ise turizme açtılar bölgeyi ve insanlar da buzullara zarar vermeye başladılar.

Nasıl?

Cilo-Reşko doruğunun dibindeki Erinç Buzulu’nun üstünde fotoğraf çektiren insanları sık sık görmeye başladık. Yine Cilo’da bulunan, geçmişte Nasturi halkının yaşadığı Geverok Vadisi’ndeki son buzul çağından kalma buzul da ciddi ölçüde erimiş durumda. Reşko’nun eteklerindeki buzul üzerine ilk çalışan coğrafyacı Prof. Dr. Sırrı Erinç olduğu için buzula onun adı verilmiş. Sırrı Erinç 1937’de orada çalıştığında Erinç Buzulu 3,3 kilometre uzunluktaydı ve 2,600 metre aşağıya kadar iniyordu. Şu anda ise bu buzul, sirkin içinde bir kilometreye kadar kısalmış durumda.

Yani son buzul çağından beri var olan Cilo’daki buzul, son yüz yıl içinde üçte ikisini kaybetmiş, öyle mi?

Evet, üstelik çok yüksekte bulunmanın avantajına rağmen! 2011 yılında yapılmış incelemeye göre Cilo buzullarının yıllık ortalama gerilemesi 25 metre civarında! Bu çok ürkütücü bir oran. Doğu Karadeniz’de de buzulların yıllık geri çekilme ortalaması 10 metre. Doğu Karadeniz, Kaçkarlar ve Güneydoğu Toroslar, yani Cilo ve Sat Dağları hâlâ kar yağışı alabildikleri, kuzeye baktıkları için varlıklarını sürdürebiliyorlar ama dediğim gibi, hızla eriyorlar.

ALETLİ KAYITLARA GÖRE 1850’LERDEN BERİ EN SICAK AY 2023 TEMMUZ’U, EN SICAK MEVSİM 2023 YAZI OLDU

Peki bu erime ne zaman, nasıl başladı?

Küresel ölçekte bu süreç Sanayi Devrimi’nden itibaren insanın atmosfere yoğun sera gazı vermesiyle, ormanları, yeryüzünün fiziki coğrafyasını yok etmesiyle, güneşten gelen enerjiyi emme-yansıtma oranını değiştirmesiyle, kentsel alanları genişletmesiyle geçmişte hiç olmadığı kadar hızlandı. Böylece fiziksel iklim bozuldu ve özellikle 20’nci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte küresel ısınma hızlandı. Sanayi Devrimi’nden sonra, aletli kayıtların tutulmaya başlandığı 1850-1900 dönemine göre bugün 1,2 derecelik bir küresel ısınma söz konusu. Bu yılın Temmuz ayında ise Paris İklim Anlaşması’nın 1,5 derecelik kritik küresel ısınma eşiği birkaç kez aşıldı. Yine 2023 yaz mevsimi, kayıtlara geçmiş verilere göre yaşanmış en sıcak yaz oldu.

Yani 1850’lerden beri en sıcak ay 2023 Temmuz’u, en sıcak mevsim 2023 yazı oldu, öyle mi?

Evet, maalesef öyle.

Yıllık ortalama açısından şimdiye kadarki en sıcak yıl hangisiydi?

Aletli kayıtlara göre şimdiye kadar yaşadığımız en sıcak yıl 2016’ydı ama bu yılın sonundaki veriler ortaya çıktığında, 2023’ün 2016’ya yakın, hatta şimdiye kadar kayıt altına alınmış en sıcak yıl olması muhtemel.

ŞİMDİYE KADARKİ EN YÜKSEK HAVA SICAKLIĞI 14 AĞUSTOS’TA, ESKİŞEHİR’İN SARICAKAYA İLÇESİNDE ÖLÇÜLDÜ

Paris İklim Anlaşması’nın “aşılmamasını hedeflediği” 1,5 derecelik eşiğin aşılması ne anlama geliyor?

Anlaşmanın hedeflerinden biri, küresel ortalama yüzey sıcaklıklarını 1850-1900 dönemi ortalamasına göre 2 derecenin altında ve mümkünse 1,5 derecede tutmak. Bu eşiğin 2023 Temmuz’unda birkaç kez aşılması, küresel ısınmanın dönemsel değil, öngörüldüğü gibi istikrarlı bir hızla ve artarak devam ettiğini gösteriyor. Bunun yerel yansımalarını zaten görüyoruz. Mesela bu yıl Türkiye’de de yeni bir sıcaklık rekoru kırıldı. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün kayıtlarına göre Türkiye’de şimdiye kadarki en yüksek hava sıcaklığı 14 Ağustos 2023 tarihinde 49,5 dereceyle Eskişehir’in Sarıcakaya ilçesinde ölçüldü. Daha önceki sıcaklık rekoru 20 Temmuz 2021’de, 49,1 dereceyle Şırnak-Cizre’de kaydedilmişti.

Böylesi dramatik sıcaklık rekorunun, sıcak havayla pek anılmayan Eskişehir’de görülmesinin nedeni neydi?

Genellikle sıcaklık rekorları iç, karasal bölgelerde görülüyor. Çünkü karalar çok daha ısınıyor. Kara-deniz etkileşiminin olduğu bölgelerdeyse denizler sıcaklığı kısmen ılıman hale getiriyor. Sarıcakaya da vadi içinde bir istasyon ve sıcak hava dalgaları ile fönlü hava durumları birleşince böyle bir rekora tanıklık edildi.

MEVCUT KENTLER DEĞİŞEN İKLİM KOŞULLARINA KESİNLİKLE UYGUN DEĞİL

Küresel ısınma diyoruz ama aynı zamanda felaketlere neden olan fırtınalar, şiddetli yağışlar, ani soğumalar da yaşanıyor. Yeryüzünde neler oluyor?

Yerkürenin yüzey, yani kara, deniz, okyanus ve alt atmosferdeki sıcaklıkları artarken birbirinden farklı çok sayıda doğrudan veya dolaylı iklimsel değişiklik de ortaya çıkıyor. Bunlardan bir tanesi buharlaşmanın artmasıdır. Sıcaklık arttıkça yeryüzünden daha fazla su buharlaşarak atmosferde birikiyor. Hidrolojik döngünün hızlanmasıyla yağış rejimi ve biçimi de değişiyor. İklim fiziği olarak daha sıcak hava daha fazla buhar tutma kapasitesi yarattığı için yağış çok daha kuvvetli, hızlı ve yıkıcı oluyor. Ayrıca kentler iklim değişikliğine uygun değil. Oysa artık eskinin, 50 yıl öncekinin iklim koşulları için tasarlanmış kentlerde yaşayamayız. Mevcut kentler, değişen iklim koşullarına kesinlikle uygun değil.

O halde ne yapmalı?

Kentleri değişen iklim koşullarına uyumlu hale getirmezsek daha çok felaket yaşarız. Hidrolojik döngü şiddetlendiği için yağışlar çok daha kuvvetli, şiddetli oluyor. Bazen üç ayda yağması beklenen yağış birkaç saatte düşüyor ve hiçbir kent buna hazır değil. Bir kere İstanbul başta olmak üzere kentlerin hepsinde suyu emecek toprak inanılmaz azalmış durumda. Her tarafa beton döktüğünüzde yağış sel olmayıp ne yapacak? Normalde kentler yağışı bir sünger gibi emebilmeli. Öte yandan kentler oluşturulurken morfoloji, topoğrafya yok sayılıyor. Dere yataklarına binalar dikiliyor.

YAĞIŞ REJİMİNDEKİ DEĞİŞİM DERİNLEŞTİKÇE ESKİNİN YANLIŞLARININ BEDELLERİ DE ARTIYOR

Ve şiddetli yağışlarda su akıp eski yolunu buluyor…

Tabii, su eski yoluna giderken karşısında bina, site, okul, AVM vs. olup olmadığına bakmıyor. Nitekim 5 Eylül’de iki kişinin hayatına mal olan İstanbul’daki sel felaketinin nedeni de dere yataklarındaki veya yakınlarındaki yapılaşmaydı. Bu yanlışlar belki uzun süre önce yapılmış olabilir ama yağış rejimindeki değişim derinleştikçe, bu yanlışların bedelleri de artıyor.

İstanbul ve Ankara başta olmak üzere pek çok bölgede çok yoğun yağışlar olmasına rağmen neden aynı zamanda kuraklık sorunundan bahsediyoruz?

Aslında uzun dönemli analiz yaptığımızda, kuraklığın devam ettiğini görüyoruz. İstanbul’u da kapsayan Kuzeybatı Anadolu’da hem hidrolojik hem de tarımsal kuraklık birlikte yaşanıyor. Bu sene Çanakkale’de, geçen haftaya kadar bütün yaz neredeyse hiç yağış olmadı. Öte yandan barajlara, göletlere, yeraltı sularına, toprak nemine, akarsulara, orman ekosistemine en faydalı yağış kar veya uzun süreli yavaş yağmurlardır. Yani orta enlemli ya da Akdeniz kökenli, cephesel alçak basınçların batıdan başlayarak Türkiye’nin doğusuna doğru ilerlediği yavaş yağışlar idealdi. Oysa hidrolojik döngü hızlandığı, yağış rejimi değiştiği için artık daha fazla şiddetli ve kentsel yapı dolayısıyla toprağa karışmayan yağışlar arttı. Buna mukabil toprağı, doğal veya yapay kaynakları besleyen sonbahar ve kış mevsimlerindeki yavaş yağışlar azaldı. Bunlar iklim değişikliğinin ciddi sonuçları. Uyum kapasitemiz olmadığı için de bu değişikliğin bedelleri her geçen yıl daha da artıyor. Her afet ciddi ekonomik kayıplara da yol açıyor. Üstüne bir de yanlış tarım politikaları veya tarım politikasızlığı binince, gıdaya erişimde de sorunlar yaşıyoruz. Bir tarım arazisini, bir akarsuyun stoklama havzasını yok ettiğinizde, orada bozulan ilişkileri ancak sel, taşkın ya da kuraklık yaşandığında görüyoruz.

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ DOLAYISIYLA İSTANBUL BİR TEK KİŞİYİ DAHA KALDIRACAK DURUMDA DEĞİL

Bu sene İstanbul’da da ciddi bir kuraklık olduğu söyleniyor…

Tabii, barajlardaki doluluk oranı bildiğim kadarıyla en son yüzde 29’a kadar düştü.

Küresel ısınmadan kaynaklı deniz ve okyanuslarda meydana gelen buharlaşma da yağış olarak karaya düştüğünde içme suyuna dönüşmüyor mu?

Tabii.

O halde küresel ısınmadan kaynaklı buharlaşma bizim açımızdan ani bir susuzlukla sonuçlanmayabilir mi?

Bu senaryolar da konuşuluyor ama sonuçta iklimdeki her bir değişim uzun vadede olumsuzluklarla karşılaşmamıza neden oluyor. Dolayısıyla iklim değişirken siz aynı sistemde kalamazsınız. Değişen iklim sistemine uyumlu yeni sistemler geliştirmek zorundayız. Karbon, su, enerji ayak izimizi azaltmak durumundayız. Ormanı, stoklama havzalarını korumalı, her tarafa şehir, yol, köprü yapmamalısınız. İstanbul kuraklığı çabuk yaşıyor, çünkü stoklama havzaları çok küçük ve giderek yok oluyor. Üçüncü Köprü, İstanbul Havalimanı yapıldı, Kuzey Marmara bölgesi yerleşime açıldı, kaçak yapılar yasallaştırıldı. Halihazırda iklim değişikliği ve kıt su kaynakları dolayısıyla İstanbul bir tek kişiyi daha kaldıracak durumda değil. Böyle bir kenti değişen iklim koşullarına direngen hale getiremez, aksine olumsuzluklara çok daha açık hale getirirsiniz. Nitekim su baskınlarının sonuçlarını görüyoruz. Ayrıca Türkiye, bugün gözlemlenen iklim değişikliğinden çok etkilenen ve etkilenecek ülkelerden biri.

TÜRKİYE’DE HAVALAR DAHA SICAK, KURAKLIK VE ÇÖLLEŞME DAHA YAYGIN, ORMAN YANGINLARI DAHA SIK VE BİYOÇEŞİTLİLİK DAHA AZ OLACAK

Türkiye açısından geleceğe ilişkin modellemeler neyi gösteriyor?

Bütün modeller gösteriyor ki, Türkiye yakın gelecekte, yani önümüzdeki 30-40 yıl içinde çok daha kurak, çok daha sıcak, orman yangınlarına çok daha elverişli, sıcak hava dalgalarının, kuraklığın bugünkünden çok daha uzun ve büyük yaşandığı, toprak neminin azaldığı ve çok ciddi ekolojik değişikliklerin ortaya çıktığı bir ülke olacak. Yani havalar daha sıcak, kuraklık ve çölleşme daha yaygın, orman yangınları daha sık, biyoçeşitlilik daha az olacak. İçme suyunda da ciddi krizlerin yaşanması beklenen bölgelerden biri Türkiye. O yüzden Türkiye iklim değişikliğiyle mücadeleyi bırakın uluslararası kararları, bırakın bizim gibi bilim insanlarının uyarılarını, kendi halkı için zaten gönüllü yapmalı.

BU KIŞ ÖNCEKİLERE GÖRE DAHA SICAK OLACAK VE İLERİDEKİ KIŞLARA DOĞRU ARTACAK

Örneğin geçen sene 1 Ağustos’ta İstanbul’da hava sıcaklığı 30 dereceyken bu sene 33 dereceye çıktı. Yani üç derecelik bir artış yaşandı. Bunu küresel olarak da genelleyelim. Üç derecelik sıcaklık artışı neden büyük bir felakete neden olsun?

Bizim esas aldığımız hava sıcaklığından ziyade iklim değişikliği göstergeleri. Yani tek tek olayları değil, uzun süreli, istatistiksel olarak anlamlı ve geniş alanlarda etkili değişimleri biz iklim değişikliği olarak adlandırıyoruz. Sıcak havalarda rekorlar her zaman oluyordu ama artık bunların sıklığı artıyor. Bu sene Eskişehir’in kasabasında kaydedilen rekor 49,5 dereceydi. Bu bir ekstrem değer. Fakat bu tek bir istasyonda kalmıyor ve giderek artıyor. Dolayısıyla bunu anlamlı bir iklim değişikliği sinyali olarak alıyoruz. Kuraklığın, sıcak hava dalgalarının sıklığı, şiddeti artıyorsa, biz buna iklim değişikliği diyoruz. Uzun süreli, hızlı ve kalıcı, dolayısıyla geri dönüşü kısa sürede mümkün olmayacak değişimler bizim açımızdan önemli.

Bu seneki kışı nasıl geçireceğimize dair bir öngörüde bulunabiliyor musunuz?

Arada soğuklar, yağışlar olmayacak demiyorum ama büyük olasılıkla bu kışı uzun süreli ortalamalardan daha sıcak yaşayacağız ve bu ilerideki kışlara doğru giderek artacak. Zaten geçtiğimiz kışları da öncekilere göre daha az yağışlı ve daha sıcak geçirdik.

YOKSUL ÜLKELER VE ALT SINIFLAR AÇISINDAN İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN BEDELLERİ GİDEREK DAHA AĞIR OLACAK

Söyleşinin başında bahsettiğimiz Cilo Dağı’nın hemen aşağısında bulunan köyümüzde eskiden domatesler henüz kızarmadan kar altında kalırdı. O zamanlar yılın neredeyse yarısında karla kaplı olan köyümüzde artık bırakın domatesi kayısı bile yetişiyor. Küresel ısınmanın bu tür küçük ve görece “olumlu” sonuçları bize iklim değişikliğinin sadece felaketle görünür olmadığını mı anlatıyor?

Kısa vadede belki. İklim değişikliğinin bazı etkileri doğrusal değil. Eskiden domatesin kızarmadan kar altında kaldığı, şu anda ise kayısı yetiştirilebilen köyünüz istisnai de değil. Bazı bölgelerde artan sıcaklar, yağışın devam etmesi halinde bu tür kısa vadeli sonuçlar doğurabilir. Ayrıca karbondioksit gübrelemesi denen etkiyle bazı meyve-sebzelerde ve özellikle tahıllarda verim artışı olabileceği de bekleniyor. Ama bunlar bir dalgalanma gibi, bir süre sonra değişmeye başlayacak. Çünkü sıcaklık artmaya devam edeceği için kuraklaşma olacak. Yani ne yazı ki pek çok çalışma sizin köyünüzdeki gibi olumlu sonuçların bir süre tümüyle olumsuza dönüşebileceğini gösteriyor.

Bu da küresel ısınmanın kırsalda yaşayan insanlar açısından ağır bedellere neden olacağını gösteriyor, öyle mi?

Zaten iklim değişikliğinin sonuçlarından herkes eşit etkilenmiyor. Yoksul ülkeler ve o ülkelerdeki alt sınıflar açısından bedeller giderek daha ağır olacak. İklim değişikliği gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerdeki yoksulları, kırsalda yaşayıp hayatları küçük topraklarındaki üretimlerine bağlı olanları, kadınları, yaşlıları, hastaları, dezavantajlı grupları çok daha derinden etkiliyor, etkileyecek de. Aynı şekilde gelişmiş ülkelerde de iklim değişikliği sınıfsal farklılıkların üzerine binecek ve alt sınıfları çok daha sert bir biçimde ezecek. Şu anda da sıcak hava dalgalarında büyük kentlerdeki yoksul yaşlılar, hastalar kendilerini koruyamıyor.

KAPİTALİZM PARİS İKLİM ANLAŞMASI’NIN ULVİ HEDEFLERİNİ GÖZARDI EDİYOR

Bütün bunlara rağmen küresel ısınmanın, afetler olmadığı sürece öncelik verilmeyen bir sorun olarak görülmesi çok çarpıcı değil mi?

Bizimki gibi açlıktan, kıtlıktan, her gün artan fiyatlardan bahsedilen ülkeler açısından bu çok şaşırtıcı değil. Böylesi bir ülkede iklim değişikliğinin bir politik mesele olarak gündemde tutulması ancak afet durumlarında söz konusu olabiliyor.

Küresel düzeyde, en azından egemen devletler açısından da durum böyle değil mi?

Tabii, tastamam böyle! Kapitalizmin yarattığı derin sorunlar zaten devam ederken COVID-19 salgını sürecinde dünya enerji, gıda ve lojistikte bir kriz yaşadı. Bunun üstüne bir de Rusya-Ukrayna savaşı bindi. Böylesi bir gündemde kapitalizm Paris İklim Anlaşması’nın ulvi hedefleri göz ardı ediliyor tabii. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin son iki konferansında alınan kararların bile üzerine gidilemiyor. Dahası bazı ülkelerde nükleer enerjiye, bazılarında kömür ve termik santrallerine dönüş konuşuluyor. Kapitalizmin büyüme-kalkınma paradigması da kısa vadeli çıkarları öncelediği için uzun vadeli, iklim dostu, yenilenebilir enerji kaynaklarına istenen düzeyde para ayrılmıyor.

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN TÜM OLUMSUZLUKLARINI YAŞAMAMIZ KAÇINILMAZ HALE GELECEK

Dolayısıyla iklim değişikliği karşısında egemen devletlerin yapısal adımlar atması pek olası görünmüyor…

İklim değişikliğinin inkâr edilemeyeceğini görüyor ama zamana oynuyorlar. Gelişmiş ülkeler, sanayi ve enerji lobileri kârlarından ödün vermeden iklim değişikliğiyle mücadele etmek istiyorlar. Paris İklim Anlaşması’nda yükümlülükler bakımından gelişmiş, az gelişmiş ve yoksul ülke ayrımı yapılmıyor. Bütün ülkeler iklim değişikliğini önlemek üzere sera gazı salınımını azaltmakla mükellef. Bakın, sermayeye sınırsız dolaşım olanağı sunan küreselleşme kapitalizmin yapısal sorunlarını çözmeye yetmedi. Dolayısıyla Paris İklim Anlaşması kapsamında 2030’a kadar karbondioksit eşdeğer sera gazı salınımlarının en az yüzde 45 oranında azaltılması hedefi şu anda uzak bir ihtimal olarak duruyor.

Bu ne demek?

Paris İklim Anlaşması’nın hedefi küresel ortalama yüzey sıcaklık artışının 1,5 derecenin üstüne çıkmasını engellemekti. Bu artık olanaksız. Eşik aşıldı. Dolayısıyla Paris İklim Anlaşması’na taraf devletler bugüne kadar sundukları ulusal niyet beyanlarının tümünü yerine getirseler bile, bu yüzyılın sonunda küresel ortalama yüzey sıcaklığı büyük olasılıkla Sanayi Devrimi sonrası döneme göre 3 dereceye kadar artacak, hatta belki bunu bile aşacak. Bu süreçte, arada kısmi sapmalar olsa bile, küresel ısınmanın öngörülen sonuçlarına ilişkin tüm olumsuzlukları yaşamamız kaçınılmaz hale gelecek.

DÜNYA ÇOK YAŞANILABİLİR BİR YER OLMAYACAK, KARGAŞALAR, SAVAŞLAR VE İKLİM GÖÇLERİ ARTACAK

Yani 2100 yılına geldiğimizde, şu anki iklim koşulları bile tamamen mazide mi kalacak?

İklim değişikliği böyle devam ederse Amerikan bilimkurgu filmlerindeki gibi bir dünya olacak. Dünya çok yaşanılabilir bir yer olmayacak. Ülkeler ve bölgeler arası huzursuzluklar, kargaşalar, savaşlar artacak. İklim göçleri zaten çoktandır başladı ama böyle giderse, dünyanın az gelişmiş ülkelerinden göç milyonları bulacak. Kötümser iklim değişikliği senaryoları yüz milyonlarca insanın 2050’li yıllara kadar iklim göçlerine katılabileceğini gösteriyor. Dünya Bankası’nın çalışması, her şey böyle kötü giderse 2050’li yıllara kadar 250 milyon insanın iklim göçmeni olabileceğini öngörüyor. Daha kötümser sonuçlar öngören çalışmalar da var.

KAPİTALİZMİN BU KADAR EGEMEN OLDUĞU BİR ORTAMDA BİREYSEL MÜCADELE ÇOK NAİF KALIYOR

Bu gidişata karşı bizim tek tek bireyler olarak yapabileceğimiz bir şey var mı?

Ahlaki değerlerimize uygun olarak iklim değişikliğine karşı mücadeleye elbette katkı verebilir, karbon ayak izimizi düşürebilir, enerji, su tasarrufu yapabiliriz. Daha mütevazı yaşayabiliriz. Ama devletler, uluslararası sermaye sera gazı salınımını azaltacak ciddi önlemler almazlarsa, hem iklim değişikliği mücadelesine hem de mevcut koşullara uyuma ciddi katkılar sunmazlarsa, gidişatta radikal bir değişim olmayacak. Ne yazık ki kapitalizmin bu kadar egemen olduğu, liberal ekonominin hâlâ çok kutsal kabul edildiği, küreselleşmeye neredeyse kimsenin karşı çıkamadığı bir ortamda bireysel mücadele çok naif kalıyor. Açıkçası kapitalist düzen dünyanın sonunu getiriyor. Kapitalizme göre hâlâ sanayileşmeye, kalkınma paradigmasına odaklı bir gelecek var. Bu paradigmanın dünya açısından nasıl bir gelecek yaratacağına ise bakılmıyor. Dolayısıyla dünyayı yaşanılabilir halde tutmak zihinsel bir devrim gerektiriyor.

Bu mümkün mü?

Mevcut kapitalist sistem içinde bile zihinsel bir devrim çok şeyi değiştirebilir. Örneğin istihdamı petrolde, kömürde, termik santrallerde değil de yeşil dönüşümde görmek gerekiyor. Yani yerküreye, iklime, havaya, suya daha fazla zarar vermeden de para kazanabilirler. Tabii her ülkenin koşulları farklı ama buna en azından bir burjuva demokrasisinin, sosyal devlet anlayışının, kamucu, planlı bir yaklaşımın eşlik etmesi gerekiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi