Tuğba Sivri
Mutfakta neler oluyor? Sinemada yükselen "açlık" meselesi
Nerde olduğunuzun farkında mısınız? Burada sadece en iyiler yarışabilir! Türkiye'nin en becerikli gelinleri siz misiniz peki?!
-Tabii ki!
Mutfakta mükemmel değilseniz burada yeriniz yok! Bu yarışmada kimse kimseye acımayacak!
-Tabii ki! (Burada komando marşı müziğiyle söylenen "Yemeklerim tabakta/ Tatları da damakta" sloganları giriyor.)
- Hanımlar, burada hataya yer yok! Bu altınları sadece en iyileriniz kazanacak!
Yukarıdaki bol ünlemli, gergin diyalog, Gelinim Mutfakta adlı televizyon programının yeni sezon tanıtım fragmanından. Sunucu Nursel Ergin'in yarışmacılar arasına bir komutan edasıyla girip bağırarak attığı bu tirat, mutfağın uzun zamandır bir "askeri alan" olarak kurgulandığı ekran işlerinin bir uzantısı aslında.
Dünya çapında 60 ülkede uyarlanan İngiltere yapımı MasterChef'in Türkiye versiyonunda da sık sık gördüğümüz üzere aşçılık/şeflik ve mutfak ilişkisi adeta küçük bir diktatörlük temsili olarak sunuluyor.
Son yıllarda hem beyaz perdede hem de çevrimiçi/geleneksel televizyonlarda mutfak/aşçılık/açlık/yemek kültürü gibi meseleleri merkeze alan yapımlar da bir akım haline gelecek denli çoğaldı.
2000'lerde aşçılık daha çok komedi/dram türünde ele alınan "soft" bir temayken (Julie&Julia, Chef, Ratatouille, vs.) 2020'ler, aşçılığın, yükselen açlık sorunuyla ve sınıfsal uçurumlarla birlikte ele alındığı gerilim türünde filmlerin öne çıktığı yıllar oluyor (The Menu, Hunger, hatta Fresh buna örnek olarak verilebilir). Bu yazıda bu akımın sinemadaki son örneklerinden 2023 yapımı Hunger (Açlık) özelinde bu filmlerin siyasi ve toplumsal açılardan ne söylediğini tartışmaya çalışacağım.
AÇLIK: KİMİN MESELESİ?
TÜİK'in verilerine göre, 2022'de Türkiye’de altı aylık ve daha yukarı yaştaki çocukların yalnızca %12,7’si et, balık ve tavuktan bir tanesini her gün tüketebildi. Dünyada da durum daha farklı sayılmaz. Açlık, neoliberal kapitalizmin sınıflar arası uçurumu derinleştirdiği son yıllarda küresel bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yansımalarını kültürel alanda da görmeye başladık.
Bir yanda türlü şovlarla bezeli, özellikle et tüketimine dayalı, eril ve yıkıcı bir mutfak kültürü zenginler arasında yaygınlaşırken diğer yanda çocukların açlıktan okulda bayıldığı bir gerçekliği yaşıyoruz. Ben bu yazıyı yazarken (11 Eylül 2023) yeni ilköğretim döneminin ilk günü yaşanıyor ve Twitter'da çocuklar için "1 Öğün Sağlıklı Ücretsiz Yemek" etiketi dolaşıyor.
Instagram'ın ilk yıllarında insanların yedikleri yemeklerin fotoğrafını paylaşması üzerine yapılan tartışmalar genelde "Olan var olmayan var, insanların gözüne sokmamak lazım" şeklinde ilerlerken gelinen noktada sadece yemeğin fotoğrafını paylaşmak değil, yemeğin yapımından sofrada sunulmasına kadar şeflerin türlü görsel şovlarını kayda almak bir alışkanlık haline geldi.
Öyle ki restoranlar "yıldız şef" arayışında. Müşterisine ya kötü davranan, ya kullandığı malzemelerle çeşitli görsel şovlar hazırlayan ya da bir şekilde kendini sosyal medyada "parlatan" şeflerin ünlenişine şahit oluyoruz. Yemek yemek her zaman sınıfsal karakterin bir dışavurumu olduysa da bu kadar kolektif bir "gösterinin" parçası hiç olmamıştı sanırım.
Hunger, tam da derinleşen sınıfsal uçurumu merkezine alan, bir yanda zenginlere yemek yapan ünlü bir şefle (Chef Paul) diğer yanda varoş mahallesinde aile restoranını işleten sokak yemekçisi bir kadının (Aoy) yollarının kesişmesini anlatan, Tayvan yapımı bir film. Kore, Tayvan gibi ülkelerden çıkan Parasite, Hunger gibi filmlerin yükselişi bize kapitalizmin neoliberal krizine dair bir şey söylüyor. Amerikan yapımı The Menu'yle estetik açıdan birçok ortaklık barındırmasına rağmen Hunger'ın sınıf meselesi üzerine daha net, daha keskin bir mesajının olması da muhtemelen filmin çıktığı ülkede kapitalizmin yıkıcılığının daha keskin hissedilmesiyle ilişkili bir durum; tabii Hollywood'un bireyci çözümlerinin etkisi de yok sayılmamalı.
'MUTFAKTA SADECE DİKTATÖRLÜK VARDIR'
Filmin iki temel meselesi olduğunu söyleyebilirim: Biri yemek kültüründeki sınıfsallıksa ikincisi -her kapitalist sektörde olduğu gibi- işin "cinsiyetli" boyutu. 2000'lerin başlarında aşçılık daha çok komedi-dram türünde anlatılara konu oluyordu demiştim.
Bu filmlerde aşçılar kadın da olurdu erkek de; sektörün cinsiyetçiliği daha ikincil yollardan anlatılırdı. Ve bu filmlerdeki erkek aşçılar genelde naif, içe kapalı, romantik, bazen sert ama yine de iyi bir "âşık" olabilecek karakterler olarak resmedilirdi.
2020'lere geldiğimizde yemek sektöründeki büyümenin etkisiyle erkeklerin buradaki etkinliği daha da artarken aşçılık, militarist bir erkeklikle karakterize olmaya başladı. Bunda yemeğin bir sermaye metaforu olarak kapitalizmin vahşiliğini anlatmakta kullanılmasının da etkisi var. Ancak yükselen sert, şiddete meyilli ve otoriter erkeklik anlatısı, sinemadaki şefleri de birer diktatöre dönüştürdü. (Öyle ki Gelinim Mutfakta'nın fragmanında bile militarist öğeler görüyoruz; tabii kadınlar "en iyi gelin" olmak üzere askerleşiyorlar.)
Hunger'da ünlü şef Paul'un yanında çalışmaya başlayan genç sokak aşçısı Aoy, bir yandan adeta askeri bir eğitimden geçerek aşçılık yeteneklerini geliştirirken diğer yandan zenginlere yemek pişirmenin "sakıncalarıyla" yüzleşmeye başlar.
Önceleri şef Paul'un malzemelerini yerel üreticilerden alması, üstelik onlara çok iyi fiyatlar vermesi Aoy için "zenginlere yapılan yemekler fakirlerin de işine yarıyor" gibi bir anlama gelir. Böylelikle sınıfsal farklar bireysel tercihlerle üstü örtülebilen, apolitik bir yerden tanımlanır: "Şef Paul iyi biri"
Zamanla zenginlerin aslında yemeğin lezzeti için değil, şef Paul'un ismi nedeniyle onu tuttuklarını, tüm bu yemek şovlarının aslında bir itibar meselesi olduğunu, öyle ki sınır tanımazlığın kanun tanımazlığa varabileceğini fark eden Aoy bir kırılma yaşar. Kendi küçük aile lokantasından, varoş mahallesinden çıkarak yeteneklerini gösterebileceği, daha büyük bir şey yapabileceği, "özel biri" olabileceği hayaliyle koyulduğu bu yolda erkeklerin güç gösterilerinin bir parçası haline gelmek onu rahatsız eder.
Tam da Şef Paul'un yanından ayrıldığı sırada ünlü bir girişimci Aoy'a kendi restoranının başına geçmesini teklif eder. Henüz profesyonel bir "mutfakta" yeni çalışmaya başlamasına rağmen tavayı kullanışı ve yemek pişirme yeteneğiyle öne çıkan Aoy, Şef Paul'un ekibinden Tone'u da kendisiyle çalışmaya davet ettiğinde aldığı cevap, sektörün erilliğini gözler önüne serer: "Mutfakta demokrasi yoktur, yalnızca diktatörlük vardır. Senden emir almak konusunda rahat olabileceğimi sanmıyorum." Genç bir kadının erkeklere "komutanlık" etmesi ne kadar rahatsız edici, değil mi?
BİR METAFOR OLARAK AÇLIK
Sinemada yemek yeme sahnelerinin, orta-üst sınıfın "açgözlülüğünü" eleştirmek için kullanılması neredeyse bir klişedir. Özellikle yemek yiyen ağızlara yapılan yakın çekimler, eti ısıran ağızdan akan kanlar hem zenginlerin açgözlülüğünü hem de kapitalizmin vahşiliğini temsil etmek üzere kolaycı bir metafordur. Bu filmde de bunu sık sık görüyoruz. Şef Paul, zenginlere elle yemek yedirmeyi, yemek yerken ağızlarından sosların, yağların aktığını görmeyi sever; bu ona barbarların karşısındaki medeni adam olma iktidarını sağlar.
The Menu'deki şef gibi Şef Paul da alt sınıf bir aileden gelmektedir. Annesi zenginlerin yanında hizmetçilik yapan bir kadındır ve Paul çocukken bu zengin hayatlara yakından bakma fırsatı bulur. Bir gün bu zengin evlerden birinde, sürekli uzaktan görüp imrendiği havyarı yemek için kavanozu eline alır ve ev sahibine yakalanır. Elinden düşen kavanoz kırılır ve bu çok pahalı havyar yere dökülür. Ev sahibi havyarı annesine temizletirken Paul yere parmağını banarak o çok merak ettiği havyarın tadına bakar.
Aoy'a bu anısını anlatırken kurduğu cümle önemlidir: "Tadı bok gibiydi." İşte o an aşçı olmaya karar verir Paul. Zenginlere "bok" yedirerek zengin olacaktır. The Menu'de de aşçı, zenginlerden yemek yoluyla intikam alıyordu. Burada sınıfsal öfkenin, bireysel yükselme hırsına dönüşerek aslında narsistik bir yolla da olsa bastırılması söz konusu.
Zenginlerden intikam almanın yolu, onlara değersiz şeyleri çok pahalıya satmak, bu yolla zengin olmak ve onlarla dalga geçmektir. Bu bireysel çözüm, nihayetinde Şef Paul'un da vahşi bir zengine dönüşmesinden başka bir işe yaramaz.
Mutfağından büyük bir parça et çalındığını fark ettiğinde ekibinde çalışanları azarlarken bunu daha net görürüz. "Hırsızdan şef olmaz" diye bağıran Paul'a, ekibin en yaşlı üyesi "Ben çaldım. Her gün burada kaliteli yemekler hazırlıyoruz, ne olur bir kere de biz kaliteli yemek yesek?" diye çıkışır. Paul'ün cevabı, hem kendini nereye konumlandırdığını hem de zenginlerden intikam alma meselesinin içi boşluğunu gösterir: "Benim yemeklerim parası olanlar için, bunu neden anlamıyorsunuz!" İşçi aşçının cevabı nettir, Paul'ü bıçaklar.
BİNLERCE AŞÇI VAR
Aoy, yetenekleri sayesinde keşfedildiğini, çok çalışarak kendi restoranının başına geçtiğini düşünürken aslında girişimcinin, Şef Paul'a rakip bir isim yaratmak üzere kendini seçtiğini fark etmesi çok zaman almaz. Şef Paul'ün bıçaklanmasının ardından ekip dağılınca Aoy'un hoşlandığı Tone da kendi restoranını açmaya çalışır ancak başarısız olur. Bunun üzerine Aoy, girişimciden Tone'a yardım etmesini ister.
Girişimcinin sözleri Aoy için bir aydınlanma anı daha yaratır: "Tone yetenekli olabilir, ama onun gibi milyonlarca yetenekli aşçı var." Aoy'un seçilme nedeni aşçılık yetenekleri değil, "gösteri" için pazarlanabilir oluşudur. Aoy bunu fark ettiğinde artık "köyüne dönmek"ten başka bir yol göremez.
Burada film, yine romantik bir mesajla sınıfsal çatışmanın üzerini örtüyor. Aoy, anneannesinin tarifini yapabileceği, yemeğe "sevgi katabileceği", küçük, mütevazı hayatına geri döner ve tariflerini burada uygulayacağını söyler.
Oysa Şef Paul'ün kullandığı o özel etleri, o biricik karidesleri alabilmek için sermaye gerekir. Varoş mahallesinde o tarifleri tutundurabilmek için de "soylulaştırma". Çünkü hiçbir işçi, 12 saat mesai sonrası yorgun argın eve dönerken ya da 15 dakikalık mola sırasında iyi pişirilmiş bir risotto'nun tadına varacak fiziksel, mental ve maddi sermayeye sahip değildir. Zenginlerin gözü doymasa da açlık, doymak için yiyen fakirlerin meselesidir.