Aris Nalcı
Nahel'in adı Emanuelle olsaydı...
Mülteciler dünya tarihinin her döneminde konuşulan, bazen işçi göçü, bazen beyin göçü bazen sömürü bazen de savaş başlıkları altında konuşulan konular oldu.
Fransa'da geçtiğimiz hafta Cezayirli bir ailenin 17 yaşındaki üyesi Nahel'in polis kurşunu ile öldürülmesi sonucunda Avrupa tekrar ve tekrar mültecilik konusunu yoksulluk, banliyöler, göçmen sömürüsü başlıkları altında tartışmaya açtı.
Özellikle Fransa'nın Cumhurbaşkanlığı adaylarından biri olan aşırı sağcı La Pen'in eski bir danışmanının, Nahel'i öldüren polis için sosyal medyada bağış toplaması ve bu bağışların milyon Euroyu geçmesi sosyal medyanın da 'sağ'ının ve 'sol'unun belli olmayacağını gösterdi. Yani iyi şeyler yapmak için sosyal medyayı kullanıp para toplanabildiği gibi aslında bazıları için 'kötü' olan şeyler yapmak için de para toplanabilen bir ifade özgürlüğü alanı sosyal medya.
Ermeniler ve Ermenistan ile ilgili yazılar yazan ve yıllardır her yazısının altına küfür yiyen biri olarak bu görüşü doğrulayabilirim...
Nahel'in katledilmesi üzerinden sizlere aslında Avrupa'da uzun süredir takip ettiğim ve gözlemlediğim bir konuyu anlatacağım. Fransa'daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında radarıma Avrupa'daki aşırı sağ ve milliyetçi söylem girmişti.
Bir süredir bu konuda özel araştırmalar yapan haberleri takip ediyorum. Bazen de Avrupa'nın ana akım medyasının çok da umurunda olmadan bu aşırı sağ söylemleri körüklediğini gözlemliyorum.
MİLİTARİZE POLİS VE IRKÇILIK
Özellikle korona döneminde polis güçlerini 'insan haklarını korumak' kisvesi altında ırkçılaştıran Fransa, Almanya ve kuzey Avrupa ülkelerinde, Eurostat'ın seçim anketleri takip edenler ilginç sonuçları görebilecek. Polis şiddetinin arttığı yerlerde sağcı partilerin oyları hem yerel hem ulusal anlamda artıyor.
Özellikle, ekonomik kriz ve Corona sonrasında yükselen enflasyon sonucu alım gücü düşen orta direk Avrupalıların üye oldukları sendikaların yaptığı grevlere, polis müdahaleleri çok şiddetli oldu. Bu şiddeti, ırkçıların mülteci karşıtlığı ile harmanlamayı öğrenen Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi ülkelerdeki hükümetler, ırkçılara kadro kapılarını açtılar.
Mesela Frontex denen, Avrupa deniz sınır ordusuna Ege ve Akdeniz sınırını mülteci akımından koruma görevi verildiğinden bu yana Yunanistan'a ve İtalya'ya gönderilen polislerin çoğunun Alman sağ örgütlerle bağlantısı konuşulmakta. Frontex çalışanları polis olmak zorunda değil, çünkü Frontex resmi bir güvenlik teşkilatı değil. Aslında bir taşeron güvenlik şirketi. Avrupa'nın Ege ve Akdeniz sınırlarını koruması için Avrupa Birliği bünyesinde kurulmuş polis artıklarını işe alabilen bir kurum.
Yani polislik sınavını geçemeyen veya kurumdan atılanlar da bu şirkette çalışabiliyor.
Yunanistan'a gelen bu kuzey Avrupalı işçilerin parası da tabii ki AB tarafından ödendiğinden Yunanistan da bu durumdan memnun. Yunan polisinin de çok empatik ve barışcıl olduğunu söyleyemeyiz, ancak Frontex kontrolünün adalarda artması sonrasında mülteci botlarının kadere ve denizin insafına, dahası kaçakçıların paragözlüğüne terk edildiği de bir gerçek.
VOLKSWAGEN GOLF'LAR
Tam benzetmek belki doğru olmaz ama ironisinin doğru olduğunu düşündüğümden Golf araçlar örneğini vermek istiyorum.
Fransa'da ve Benelüks ülkelerinde Golf araçları daha çok sonradan bu ülkelere gelen göçmenler kullanır.
Yani özellikle Ortadoğuluların çok satın aldığı bir marka ve model.
Bu özelliği ile Golf'ler uyuşturucu trafiğinde de çok kullanılan araçlar olarak biliniyor. Bu yüzden de trafikte aracınız bu marka ise sık sık durdurulabilirsiniz.
Oysa hiçbir suçunuz olmayabilir ama sırf bu yüzden ters bir polise denk geldiğinizde dayak da yiyebilirsiniz.
Polisler artık Koronadan bu yana artan güçlerinin bir bölümünü bu araçları trafikte sıkça durdurmak ve çoğunlukla biz 'Kara kafalı'ları şiddete maruz bırakmak için kullanıyorlar.
Son 2 sene içerisinde sırf benim bildiğim en az 3-4 şiddet olayı oldu. Mesela bir Süryani genci, İspanya'nın tatil kasabasında bardan çıkarken taksi tarafından kabul edilmedi, sonrasında kavga etti ve aylarca hapiste kaldı.
Kavga aslında 'kara kafalı' birinin taksiye kabul edilmemesiydi.
Bir başka olayda arabası çevrilen henüz geçici ehliyeti olan bir Ermeni genci, durup dururken bir 'beyaz Belçikalı polis' tarafından dövüldü.
'Beyaz polis' ancak Ermeni genci dövdükten sonra kimliğini sordu, o sırada anladıklar ki çocuk Hıristiyan. Hemen hastaneye götürüp şişikler daha da büyümeden darp raporu aldırdılar.
Düşünün bu Ermeni gencin adı Abdul olsaydı ne olurdu? Belki de öldürülürdü ve polis bunu nefsi müdafaa olarak geçerdi kayıtlara.
Davalar hala devam ettiğinden isim vermiyorum ama bu iki vaka da çok yakınımda oldu.
Üstelik iki vakada da polis müfettişleri, « Corona'dan sonra artık polis için çok seçici davranılmadığından arada böyle vakalar yaşanabiliyor. Özellikle elit yerleşim yerlerinde ırkçılarla bağlantılı görevliler işe alınabiliyor » diye açıktan bilirkişi raporu bile düzenleyebiliyor.
Yani her şey açık seçik gözümüzün önünde oluyor aslında.
Fransa'da Nahel'in öldürülmesine de bu şekilde bakmak gerekiyor.
Derin bir ayrılığın ve sorunun deşilmesidir bu aslında.
Avrupa hiçbir zaman ‘kara kafalıları’ kabul etmemiştir. Onlara sadece ucuz işgücü olarak bakmıştır. Bu alanda 'adaptasyon' veya 'entegrasyon' kurumları, ayrımcılığın yeni gelen göçmenlere kabul ettirilmesini sağlayan kurumlara dönüşmüş durumda.
Nahel'in adı Emanuelle olsaydı inanın o kurşun onu bulmazdı.
Tamam belki birçok kez yaramazlık yapmış bir gençtir Nahel, ama standart bir Fransız gencinin yapacağından daha fazla yaramazlık yapmamıştır kesin.
Öte yandan insanları eğitimsizliğe mahkum eden, kaliteye parayla erişmeye teşvik eden sistemleri kuranlar sorgulanmalıdır bu süreçte. O sistemin mağdurları değil.
Bir baba olarak tüm bu okuduklarınızı gözlemlerken düşünmüyor değilim. İki oğlumun da adı Ermenice ve Ortadoğulu. Onlar da bu kurbanlardan biri olabilirlerdi.
Tehdit herkesin çok yakınında.
Kimse güvende değil.
Aris Nalcı: 1998'de Agos'ta, Hrant Dink ve arkadaşlarıyla çalışmaya başladı. Haber müdürlüğü, editörlük ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. İMC televizyonunda programlar sundu ve bir süre haber müdürlüğü görevini üstlendi. Aynı dönemde Türkiye'de azınlıklarla ilgili ilk program olan Gamurç - Köprü'nün editörlüğünü ve sunuculuğunu yaptı. Programa halen ARTI TV'de devam ediyor. Birçok sivil toplum örgütünde azınlık hakları ile ilgili çalışmalar yaptı, sergi ve raporlar hazırladı. 1965 kitabının editörlerinden biridir, Evrensel ve Kor yayınlarından çıkan Paramazlar adlı kitabın ise çevirmenidir