Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Nazım Hikmet hayranı bir Katalan...

Mağdur Katalonya Başkanı Puigdemont'a Brüksel'de reva görülen muamele Avrupa Birliği ve onun merkez ülkesi Belçika adına gerçekten bir skandaldı... Şen ola AB demokrasisi!

Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel’de onyıllardır çok basın toplantısı izledim, yakın tarihte iz bırakmış sayısız siyasi liderin, ülkelerinde adı «hain»e çıkartılmış olanlar da dahil, bu kentin uluslararası kurumlarında, medya ortamlarında nasıl özgürce konuştuklarına tanık oldum.

Hele Boulevard Charlemagne’daki Uluslararası Basın Merkezi (IPC)’nin konferans salonları… Belçika Gazeteciler Cemiyeti’nin yanısıra yabancı gazete ve televizyonların temsilciliklerini de barındıran IPC’de gün geçmezdi ki Avrupa, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki faşizan rejimlere karşı mücadele yürüten hareketlerin temsilcileri bir basın toplantısı yapmasın…

70’li yılların ilk yarısı… Soğuk savaş tüm hızıyla sürmekte… Avrupa Kıtası’nın yarısı Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Varşova Paktı’nda, batı kesimindekilerin ise hemen tamamı ABD’nin başını çektiğı NATO İttifakı’nda...

Ve de NATO İttifakı’na üye dört ülke faşist diktatörlük altında: Portekiz, İspanya, Yunanistan ve Türkiye…

O zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan sadece dokuz üyeli Avrupa Birliği’nin dört kanatlı komisyon binası tam da IPC’nin yanında yükseliyor. Ve faşizm pençesindeki dört Avrupa ülkesinin sürgün gazetecileri olarak sık sık IPC’de bir araya geliyor, dünyanın dört bir yanından gelmiş özgürlük hareketi sözcülerinin basın toplantılarını izliyor, kendi ülkelerimizden gelen demokrasi savunucularının mesajlarını duyurmalarına yardımcı olmaya çalışıyoruz.

Bu dört ülkeden faşist rejimi ilk çökerten Yunanistan, 1981’de birliğe katılıyor… Onu 1986’da Portekiz ve İspanya izliyor… Bittabi Sovyetler Birliği’nin başını çektiği Varşova Paktı’nın dağılmasıyla Doğu Avrupa ülkeleri de 2004’ten itibaren birlik içinde yerlerini alıyor.

Türkiye ise demokratikleşme şöyle dursun önce 1980’in yeni faşist darbesi, ardından ırkçı-islamcı iktidarlar ve de sonunda açık seçik islamcı faşist bir yönetimle hâlâ AB kapılarında görücülerine şirin görünmeye çalışıyor.

40 yıl öncesine dönüyorum… İspanya henüz Franco’nun faşist diktatörlüğü altındayken Belçika siyasal göçmen toplulukları içinde İspanyol arkadaşlar nüfusu en yoğun ve de siyasal açıdan en örgütlü olanlardı.

30’ların efsanevi iç savaş direnişinin yenilgiye uğramasından sonra başlayan bir göçtü bu. Önce o direnişin sürgünleri, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da ağır işlerde çalışmak üzere getirilen göçmen işçiler, onların çocukları ve de torunları… Endülüs’lüsünden Kastilya’lısına, Valensiya’lısından Katalonya’lısına…

İspanyol Komünist Partisi tüm bu kökenler karışımında siyasal direnişin başını çeken tek örgüttü… Brüksel’deki geleneksel 1 Mayıs yürüyüşlerinde İspanyol korteji katılımcı sayısı olarak yerli komünistlere bile fark atar, Drapeau Rouge (Kızıl Bayrak) Gazetesi’nin şenliklerinde en görkemli standları onlar yapardı.

Hele adını faşizmin alçakça cinayetine kurban giden Endülüs’lü büyük ozandan alan Federico Garcia Lorca Kulübü Brüksel’in en önemli kültür, sanat ve sosyal faaliyet merkezlerinden biriydi. Nazım Hikmet biz Türkiyeli sürgünler için ne idiyse, Lorca da onlar için oydu...

Franco rejimi yıkıldıktan sonra İspanyol sürgün ve göçmenlerinin önemli bir bölümü ülkelerine döndüler. Uluslararası kurumlarla ilişkilerde belli bir deneyim kazanmış olan dostlarımızdan bazıları Avrupa Parlamentosu ya da AB kurumlarındaki İspanyol delegasyonlarında görev üstlendiler.

Ama hiçbiri günün birinde İspanya’nın en önemli bölgelerinden birinin, Katalonya’nın seçilmiş başbakanına Brüksel’deki Uluslararası Basın Merkezi’nin kapılarının kapatılacağını düşünemezdi.

Evet dün Avrupa’nın başkentinde bu skandal yaşandı.

İspanya merkezi hükümetinin Franco dönemindeki gibi guardia civil’leri halkın üzerine salarak ezmek istediği Katalan bağımsızlık hareketinin lideri Carles Puigdemont sesini dünyaya, özellikle de Katalonya’nın özerk bölge olarak bağlı olduğu Avrupa Birliği’ne duyurmak için beş yardımcısıyla Brüksel’deydi.

Bağımsızlık iradesi hiçe sayılarak Erdoğan’vari bir kararla başkanlıktan uzaklaştırılıp yerine «kayyum» atanınca ve hakkında onlarca yıllık mahkumiyet riski taşıyan soruşturmalar açılınca AB vatandaşı olarak bunu yapmasından daha doğal bir şey yoktu.

Kaldı ki Puigdemont sadece bir siyaset adamı değil, uzun yıllar Katalonya Haber Ajansı’nın genel yönetmenliğini yapmış olan bir gazeteciydi, baskı rejimlerine karşı mücadele veren halkların sesini ülkesinin insanlarına duyurmak için çalışmış bir meslekdaşımızdı

Puigdemont’un Brüksel’de olduğu haberi duyulur duyulmaz Belçika medyasında inanılmaz bir aşağılama kampanyası başlatıldı. İsyana sürüklediği Katalan halkını kendi yazgısıyla başbaşa bırakarak Belçika’dan iltica isteyeceği iddiaları gazetelerin manşetlerinde, televizyonların ekranlarında birinci haberdi.

Puigdemont’un meslekten bir gazeteci olarak bu iddiaları yalanlamak, Brüksel’e gelişinin gerçek amacını kamuoyuna açıklamak için tıpkı yarım yüzyıl önce Franco faşizmi karşıtlarının yaptığı gibi IPC salonlarını seçmesi son derece doğaldı. Basın toplantısı yapacağı öğrenilir öğrenilmez de Brüksel’de üstlenmiş yüzlerce yabancı gazeteci AB Bakanlar Konseyi’nin hemen yanıbaşındaki IPC’ye doğru koşuşturmaya başladı.

Ama bu IPC yarım yüzyıl önceki IPC değildi… 2000 yılından beri eski tarihi mekanını terkederek Résidence Palace’a taşınmış ve de doğrudan Belçika Hükümeti’nin otoritesine bağlanmıştı.

Belçika Hükümeti ise, Katalonya krizi patlak verdiğinden beri diken üstündeydi.

Öncelikle AB’nin ağır toplarından İspanya Devleti, sağcı hükümetiyle, Kral’ıyla, medyasıyla ve de Guardia Civil’leriyle Katalan bağımsızlıkçılarına karşı topyekun savaş açmıştı, bu nedenle de AB ülkelerinin tamamının nezdinde de Puigdemont «persona non grata» ilan edilmişti.

Ancak AB’nin merkezindeki Belçika için durum daha da kritikti.

Belçika Federal Hükümeti’nin başını frankofon liberali Charles Michel çekmekle birlikte koalisyonun ağırlıklı ortağı Flaman milliyetçilerinin partisi N-VA idi. Tıpkı Bask bağımsızlıkçıları gibi Katalan bağımsızlıkçıları da federatif Belçika Devleti’nin nüfus ve yüzölçüm ağırlıklı Flaman kesiminden her daim büyük dayanışma görmüşlerdi. O kadar ki N-VA Puigdemont’un partisi PDeCAT’ın "kardeş örgüt"ü konumundaydı, bağımsızlık referandumu sırasında ve daha sonraki Katalan gösterileri sırasında Barcelona’ya delegasyon göndererek dayanışma göstermişti.

Dahası, İspanya’da Puigdemont hakkında dava açılacağı duyulduğunda hükümetin göç işlerinden sorumlu devlet bakanı N-VA’lı Theo Franken bir gazetecinin sorusu üzerine Katalan liderine isterse Belçika’da sığınma hakkı verilebileceğini söylemiş, bu nedenle de kıyamet kopmuştu.

Başbakan Michel bu açıklamasından dolayı Franken’i hizaya çekmeye çalışırken Puigdemont’un Belçika’nın ünlü avukatlarından Paul Bekaert’le temas kurduğu haberi üzerine ortalık iyice karışmıştı. Avukat Bekaert geçmişte Bask örgütü ETA ve Türkiye’den de DHKP-C ile ilgili davalarda savunma yapmış olduğu için Katalan bağımsızlık liderinin Belçika’ya gelişine bir de «terörizm» boyutu eklendi.

Oysa Puigdemont’un hiç de sığınma isteme gibi bir niyeti yoktu ve bunu açıklamak için IPC’de basın toplantısı yapmak istiyordu.

Sen misin isteyen? Uluslararası ilişkilerde zaman zaman oldukça barışçıl ve demokratik çıkışlar yapan Belçika Başbakanı Charles Michel şimdiye dek hiç görülmemiş bir yola başvurarak kendi otoritesine bağlı olan IPC’de Puigdemont’un konuşmasına izin vermediğini açıkladı.

Bu tam bir skandaldı.

Bundan sonra da zamana karşı bir yarış başladı. Neyse ki Le Soir Gazetesi’nin eski dış politika yazarlarından Maroun Labaki birden devreye girerek başkanı olduğu özel basın kuruluşu Press Club’ü Puigdemont’un basın toplantısına açtıklarını açıkladı.

Bu kez yüzden fazla yabancı gazeteci kameralarıyla, kayıt cihazlarıyla, bilgisayarlarıyla Rond Point Schuman’dan Press Club’ün bulunduğu Rue Froissart’a akmaya başladı. Sokak aynı zamanda Katalan bağımsızlık hareketi taraftarlarıyla karşıtı İspanyol’ların da bayraklı, flamalı saldırısına uğradı.

Press Club’ün küçücük salonunda kısa zamanda değil oturacak, ayakta duracak yer bile kalmadı. Fransızca, İngilizce, İspanyolca, Almanca, Japonca konuşmaların birbirine karıştığı bir ortamda hararet 30 dereceyi de geçmişti ki nerdeyse «istenmeyen terörist» muamelesi görmeye başlayan Puigdemont herkesin merakla beklediği o sorunun tek cümlelik yanıtını açıkladı.

Hayır, Belçika’dan iltica istemeye gelmemişti.

Zaten Belçika’ya da değil, başkanı olduğu Katalan Bölgesi’nin de üyesi olduğu Avrupa Birliği’nin merkezi Brüksel’e, sırf İspanyol merkezi hükümetinin insan haklarını ayaklar altına alan uygulamalarını açıklamaya ve Katalan halkına dayanışma gösterilmesini istemeye gelmişti.

Üstelik bağımsızlık kavgasını asla şiddete başvurmadan, demokratik yollardan sürdüreceklerini vurguluyor, bu nedenle de partisinin Katalonya’da 21 Aralık’ta yapılacak bölgesel seçime katılacağını açıklıyordu.

Mesajı netti, Katalancaydı, İspanyolcaydı, Fransızcaydı, İngilizceydi…

Basın toplantısı sürerken Madrit’ten Anayasa Mahkemesi’nin referandumda alınan bağımsızlık kararının iptal edildiği haberi gelecek, akşam üzeri de Puigdemont ile 13 bakanının bir İspanyol mahkemesi tarafından Madrit’e celbedildiği açıklanacaktı.

Bundan sonra olacaklar artık belliydi… Eğer Madrit’e giderlerse mahkene Kraliyet Savcısı’nın isteği üzerine halkın oyuyla seçilmiş Katalan yöneticilerini 30 yıla yakın hapis talebiyle yargılanmak üzere zındana gönderecekti.

Ve de tüm bunlar kendini demokrasi ve özgürlüklerin kalesi olarak gören Avrupa Birliği bünyesinde olup bitmekte.

İspanya Avrupa Birliği’nin batı ucunda…

Bir de doğu ucu var ki, orada da henüz üyelik statüsü kazanamamış olsa da «aday üye» sıfatıyla Avrupa Birliği’nin vazgeçilmez ortağı Türkiye… Üstelik hem Avrupa Konseyi’nin, hem de NATO’nun asli üyesi…

Günümüzde İspanya’da da Türkiye’de de Avrupa için yüzkızartıcı gelişmeler yaşanmakta… Her ikisinde de halkın oyuyla seçilmiş yöneticiler görevlerinden uzaklaştırılmakta, hapis tehdidi altında tutulmakta, yerlerine sallabaş kayyumlar atanmakta…

Ve batı ucunda bir bölge ki Katalonya derler adına ve de doğu ucunda bir bölge ki Kürdistan derler adına, «Tek Millet -Tek Bayrak» histerisindeki liderlerin zulmü altında.

Ve de AB’nin merkezi Brüksel’de daha iki yıl önce, hem de 1915 Ermeni Soykırımı’nın 100. Yıldönümünde, Türkiye’nin islamcı faşist diktatörünü kırmızı halılar sererek karşılayan Belçika ve AB yöneticileri bugün de İspanya’nın Franco’culuğu hortlatan Başbakan Mariano Rajoy gibi liderlerine destek veriyor.

Ya bizde «Kürdistan» kelimesinden öcü gibi korkan, korktukları için de Katalonya bağımsızlıkçılarına «şeamet habercisi» gibi bakan sözde demokratlarımız, hele bunların bir de solcu geçinenleri?

Bugün hapis tehdidi altındaki Puigdemont geçen yıl Katalonya Özerk Yönetimi başkanlığını üstlenirken yaptığı konuşmada bir dize okumuştu, anımsatayım:

«En güzel deniz henüz gidilmemiş olandır!»

Evet, bu dize bir zamanlar Brüksel’de şiirlerini Federico Garcia Lorca’nınkilerle birlikte yüksek sesle okuduğumuz büyük ozanımız Nazım Hikmet’indir.

Dizelerin ardını birlikte dinleyelim:

En güzel çocuk:

Henüz büyümedi.

En güzel günlerimiz:

Henüz yaşamadıklarımız.

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:

Henüz söylememiş olduğum sözdür.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi