Koray Düzgören
Neçirvan Barzani’nin barış çağrısı ne anlama geliyor?
İktidar koalisyonunun ‘beka’ meselesi olarak gördüğü 31 Mart yerel seçimlerine sayılı günler kala, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başbakanı Neçirvan Barzani Türkiye'ye yeni bir barış süreci çağrısı yaptı.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bu toz duman arasında, özellikle de milliyetçiliğin, Kürt düşmanlığının ve ayrımcılığın zirve yaptığı böyle bir ortamda bu çağrı bana biraz ilginç göründü?
Üstelik de ‘barış’ diyenin yargılandığı, barışı savunanların işlerinden atıldığı günlerde yeni bir barış süreci çağrısı yapmak hayli dikkat çekici bir söylem…
Bilindiği gibi Neçirvan Barzani’nin başbakan olduğu Kürdistan Bölge Yönetimi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye Kürtlerinin defolup gitmesini istediği bölgenin resmi adı.
Neçirvan da Kürdistan Bölge Yönetimi’nin şu anda resmen başında olmasa da, doğal lideri olan Mesut Barzani’nin yeğeni. Aynı zamanda da varisi.
Onun yerine Bölge Başkanı olması bekleniyor.
Daha önceleri Bölge Yönetimi’nin Türkiye temsilcisi olan Neçirvan’ın, 25 Eylül 2017’de yapılan bağımsızlık referandumuna kadar Ankara ile, daha doğrusu Erdoğan ve ailesi ile yakın ilişkileri vardı.
İktidarın özellikle referandum sonuçlarına karşı kesin bir tavır almasıyla bu ilişkiler bir süre soğumuş olsa da Neçirvan, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı görevine başlaması nedeniyle yapılan törene davet edilmişti.
Peki, Neçirvan bu çağrıyı böylesine ilginç bir süreçte niçin yapmış olabilir?
Barış masasının iktidar tarafından devrilmesiyle birlikte başlayan savaş sürecinde kan gövdeyi götürür, Kürt siyasi hareketine yönelik büyük bir sindirme ve bastırma harekatı seçim sürecinde bile hız kesmeden sürerken böyle bir çağrının gerekçesi ne olabilir?
Tabii Neçirvan bu çağrıyı durup dururken yapmış değil.
Al Monitör sitesi adına kendisiyle röportaj yapan Amberin Zaman’ın bir sorusu üzerine bu sözleri söylüyor.
Site yönetimi, ya da sadece Amberin Zaman belli ki bu konuda Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin şu andaki güçlü adamının görüşlerini merak etmiş.
Üstelik de kimsenin barıştan söz dahi edemediği, barış sözcüğü ile terörist sözcüğünün eş anlamlı kullanıldığı, barış için diyalog ihtimalinin neredeyse sıfır olduğu bir dönemde sorulmuş bu soru.
BU SORU NEÇİRVAN’A NİÇİN SORULMUŞ OLABİLİR?
Kuşkusuz Neçirvan’ın bu soruya muhatap olmasının bazı nedenleri bulunuyor.
Erdoğan ve çevresine yakınlığı önemli bir neden.
Diğer nedenler de belki şöyle sıralanabilir:
Ailece yönetiminde bulundukları Kürdistan Demokratik Partisi’nin Türkiye Kürdistanı’nda çok eski dönemlere uzanan köklü ilişkilerinin bulunması.
PKK ile Türkiye devleti arasındaki savaşta, geçmişte de zaman zaman resmi arabuluculuk olmasa da iki tarafla birden ilişkide olmanın sağladığı olanaklarla barış girişimleri yapmış olması.
Tabii belki de en önemlisi Türkiye’de Kürt sorununa çözüm bulunamaması nedeniyle süren savaş dolayısıyla Kürdistan Bölgesi’nin bir türlü istikrara kavuşamaması.
Türkiye’nin PKK gerekçesiyle yaptığı sınır ötesi harekatlardan bölgedeki yerleşim yerlerinin ve sivillerin sürekli zarar görmesi.
Ayrıca, Kandil Dağ’ında üslenen PKK’nin siyasi faaliyetlerinin bölgedeki Kürt partilerinin tabanını ciddi bir biçimde etkiliyor oluşu.
Amberin röportajın bir yerinde soruyor:
"Türkiye şu an burada askeri olarak çok daha aktif görünüyor; PKK’ye hava saldırılarıyla saldırıyor ve sivil ölümlerine neden oluyor. Bu nedenle yerel halk Türkiye’ye karşı büyük protesto gösterileri düzenledi. Siz, sürekli olarak Türkiye ile PKK arasında sıkışmış bir pozisyonda görünüyorsunuz.
Geleceğin başkanı olarak, Türkiye ile PKK arasındaki barış görüşmelerinin canlandırılmasına yardım etmek ister misiniz?
Görüldüğü gibi soru hayli ilginç…
"Şunu hatırlatayım: Geçen yıl Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yemin törenine katıldım. Bu, referandum sonrası ilişkilerde düzelme yönünde ilk adımdı. Şunu her zaman çok açık ve net bir şekilde söyledim: PKK Türkiye’nin müdahalesine bahane sunuyor. Kürdistan bölgesinin bu tür grupların komşularımıza karşı faaliyet göstermesi için güvenli bölge olarak kullanılmasını kabul edemeyiz. Dolayısıyla, Türkiye’nin meşru güvenlik endişelerini teslim etmeliyiz. Fakat bu durum epey uzun süredir devam ediyor. Sadece askeri bir çözümün kalıcı çözüm sunmayacağı açık."
Amberin sorusunu 26 Ocak’ta Duhok yakınlarında yerel halkın Türk Silahlı Kuvvetlerine ait bir askeri üsse yönelik saldırısı olayına dayandırıyor.
O gün, savaş uçaklarının PKK’ye operasyon gerekçesiyle Şeladizê kasabasına yönelik bombardımanında 6 sivil hayatını kaybetmişti. Olayın sonrasında Şeladizê halkı TSK’ya ait askeri üsse doğru yürüyüşe geçmiş. engellemelere rağmen telleri aşan halk, askeri üssü basarak hem üssü hem de zırhlı araçları tahrip etmişti. Bu sırada askerlerin açtığı ateşle iki kişi de yaşamını yitirmişti.
Bu olay aslında, uzunca bir süredir PKK mevzileri denilerek sivil yerleşim yerlerinin bombalanmasıyla, birçok sivilin ölümüne neden olan hava saldırıları nedeniyle oluşan bir tepki birikimi sonucu gerçekleşmişti.
Sivil halkın tepkisi Türkiye’ye yönelikti ama bu konuda gereken girişimleri yapmayan Bölgesel Yönetim de yoğun olarak eleştirilmekteydi.
"SÜREÇ BAŞLAMALI, ÖCALAN’LA DİYALOGA GEÇİLMELİ"
Neçirvan’ın bu açıklama sonrasında söyledikleri daha da önemli:
"Günün sonunda diyaloğun yeninden başlatılması gerekiyor. Geçmişte Erdoğan’ı, barış sürecine ve diyaloğun başlamasına izin verecek bir atmosfer yaratılmasına ikna edebilmiştik. Aynı şekilde, diğer tarafı da (PKK) barış ve diyaloğun ileriye doğru tek gerçekçi yol olduğuna ikna etmiştik." diyor.
Amberin bu noktada soruyor:
"Ve siz bu grupla, yani PKK ile diyalog ve barış görüşmeleri yapılması gerektiğine hâlâ inanıyor musunuz? Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onlarla ve ‘terörist olmayan’ Kürtlerle müzakere etmek istemiyor gibi görünüyor."
Cevap Türkiye’yi yönetenleri hiç memnun etmeyecek bir açıklıkta:
"Eğer amaç bu konuyu tamamen çözmekse, bu grupların sürece katılması gerekiyor."
Amberin arkasından can alıcı soruyu soruyor:
"Tutuklu PKK lideri Abdullah Öcalan’ın da bunun bir parçası olması gerekiyor mu?"
Bu cevap da çok açık geliyor:
"Buna şüphe yok, Abdullah Öcalan kilit muhataplarından biri olmalıdır."
Bu cevap üzerinde biraz durmak gerekiyor.
Bu röportajın yapıldığı sırada Türkiye’de, büyük bölümü cezaevlerinde olmak üzere 7-8 bin PKK’li, HDP’li ya da başka örgütlerden, gruplardan insan Öcalan’a yönelik ağır tecrit koşulların kaldırılması talebiyle açlık grevleri yapıyor.
Bu eylemlerin başını çeken Hakkari Milletvekili ve Demokratik Toplum Kongresi Eş Başkanı Leyla Güven 8 Kasım 2018’de başlattığı ve tahliyesinin ardından evinde devam ettirdiği süresiz-dönüşümsüz açlık grevi, dün 128. gününde,
Kürdistan Bölgesi’nin Hewler kentinde HDP üyesi Nasır Yağız’ın eylemi 115, Strasburg’da 14 kişi ve Galler’de İmam Şiş’in eylemi 89, cezaevlerinde 16 Aralık’ta başlayan tutukluların eylemi 90 gündür devam ederken, 1 Mart’ta 7 bine yakın PKK ve PJAK’lı tutuklu da açlık grevi eylemine başladılar.
Başta Leyla Güven olmak üzere çok sayıda eylemci çok kritik bir dönemde bulunuyor.
Eylemciler iktidardan yasa ve yönetmeliklerin uygulanmasını talep ediyorlar.
Böyle bir kritik süreçte Neçirvan Barzani’nin söyledikleri oldukça ilginç geldi bana.
Öcalan’la diyalog ve barış sürecinin yeniden başlaması gibi dileklerin şimdilik gerçekleşmesi pek mümkün değil.
Ama yine de unutmamak gerekir ki barış, tam da böyle kritik zamanlarda, imkansız denilebilecek zor dönemlerde başvurulan bir yoldur.
Bu nedenle barış ve diyalog taleplerinden vazgeçmemek gerekir.
Bu talep zaman isteyen bir meseledir.
Fakat burada çok acil yaşamsal bir konu var. Başta Leyla Güven olmak üzere bir çok insanın yaşamı söz konusu.
Neçirvan, "Öcalan’la diyalog" diyor. Diyalog şimdilik tecridin kaldırılmasıdır.
Dilerim bu sözler sadece iyi niyet temennisi olarak kalmaz.
Aksi durumda ortaya çıkabilecek vahim gelişmelerin yakıcı etkileri Neçirvan’ın Kürdistanı’na kadar uzanacaktır…