Süreyya Karacabey
Türkiye yüzyılı fıkıh modeli
Yeni “maarif” sistemi hakkında konuşan iki öğretim üyesinin söylediklerini okuyordum az önce. Henüz taslak programı incelemediğim için bu konu hakkında yazmak aklımdan bile geçmiyordu, ama okuduklarım o kadar tuhaftı ki, ülkede iki ayrı evrende yaşayan insanlar olduğuna ve bu insanların aynı dilde, anlaşarak konuşmasının imkansız olduğuna tamamiyle ikna oldum.
Bu hocalar neden yeniye ihtiyaç olduğunu açıklarken, eğitimde de her şey gibi, “cari” olan ilkenin, “sırrı tekâmül” olduğunu söyleyip, şöyle sürdürüyorlar konuşmalarını: “Bu ilke gereğince kâinattaki yaratılmış her şey ve olgu, mükemmele doğru akış halindedir. Yani değişim, kâinatın bir sırrı olup, Sünnetullahtır. Değişmemek veya sabitlik, Kâinattaki bu akışa ters düşmektir. Buna mukabil, Yaratıcı ve kısmen de onun insan fıtratına derç ettiği öz (fıtrat), bu değişimden bağımsızdır. Yani değişim, akış ve sabitlik arasındaki salınımda var olan bir denge halidir. Burada önemli olan değişimin gerekçesi, zamanı ve sıklığıdır. Bu meyanda eğitim; sistem olarak ara sıra ve ama müfredat gibi alt boyutlar sıklıkla (5-6 yılda bir) değişmelidir.”
Değişim, esas diyorlar, sonra da değişim ilkesini asla değişmeyecek bir yaratıcıya sabitliyorlar. Bir hareket eğrisinin bütün uzanımları, önceden kararlaştırılmış bir noktaya doğru ilerliyor. Bütün bilgiler oraya ulaşmak için var. Ortaçağ'da rahipler, “bilmeye değer tek şey var” diyordu, “araştırılması gereken tek şey”; burada da bilgi, çürütülmesi imkansız bir inanç sisteminin bağlaşığı olarak ele alınıyor ve inanç'ı merkeze alan bütün sistemlerin binlerce yıldır kabul ettiği şeyi, yenilenmenin yolu olarak karşımıza koyuyor. Bir metafizik sabitlik, aşkın bir referans noktası, bu anlayışa göre değişimleri kendinde topluyor ve kendi ispatının araçları haline getiriyor.
Devam ediyorlar: “Bilim, teknoloji ve sosyal alanlarda yaşanan değişimler ile Türkiye’nin son yıllarda kalıbına sığmayan dinamizmi, bu değişimin gerekçeleridir. Dahası, eğitimde değişim, “mevcutla yetinmeme” demek olduğundan ve mevcut eğitim sistemimiz ile müfredatımız ( ki çoğu bize ithal veya devşirmedir), Türkiye’nin son yıllardaki yerli ve milli rüzgârına eşlik etmekte yetersiz kalmaktadır. Bu itibarla eğitimde yerli ve milli bir arayışı ifade eden değişimler kaçınılmazdır”
Burada evrensel yaratıcıya ulaşma yolu aniden “yerli ve milli” bir patikaya sapıyor ve tarihsel olarak daha geride duran bir ideolojik formasyon, geleceğin ufkunu tayin edici bir yere geçiyor. Değişim kaçınılmaz, akış esas, bilimsel bilgi nesnel, ancak onun ilerlediği yola kurulan arkaik barikat, onların hepsini (akış, bilgi, nesnellik, değişim) bakır bir tasa doldurarak, din havuzunun içine döküyor ve buna da yenilik deniliyor. Asıl vurguladıkları nokta, bu yerli ve milli kimlik inşasını mümkün kılacak formun, “deney ve gözlem ürünü pozitif bilgilerin alınıp yerli ve milli kaplarda sunulması.” Korkulan ise, kimlik kaybı ve “kendisi olarak kalamama.”
Zira “bilgi” objektiftir, objektif olmayan ve ideolojik olan bunun sunuluş dilidir. Örnek olarak bilgi aktarımında özne ya da fail tabiat (doğa) olarak sunulduğunda, pozitivizm, materyalizm ve darwinizme kapı aralanırken; bilgi de özne yada fail Yaratıcı olarak sunulduğunda, başka mecralara kapı aralanır.”
Yeni eğitim modelinin amaçları hakkında daha başka şeyler de söylüyorlar, ancak bu kadarı bile karşı karşıya kaldığımız şey hakkında yeterince fikir veriyor. Bilimsel bilginin “yerli” bükülüşüne yol açıp, tek bir simgeye bile ortak zor sevinen bir toplumu, milli sıfatıyla homojen kılmak ve yeryüzünün bütün okullarından kovdurmak.
Bu çağda bilimsel bilgi ile inanç sisteminin, iki farklı bilme biçimleri olduğunu, ilkinin eleştirel akıl ve tartışmalarla olgunlaşırken, ötekinin tartışmaya kapalı ve ilksel kabullerle varlığını sürdürdüğünü, en temizinin aralarındaki ontik farka saygı duyulup, -kişisel düzlemde bağlantılar kuranlar olsa bile- ikincinin mümkünse, toplumu, siyaseti ve eğitimi belirlemeye kalkışmadan, müminlerin dünyasında kalması gerektiğini, sahiden yeniden konuşmak zorunda mıyız?
İnternet aracılığıyla bütün dünya koca bir köye dönmüşken, herkes eşzamanlı olarak aynı filmleri izleyip, aynı müzikleri dinlerken, aynı markaları kullanıp, aynı patron tarafından sömürülürken, çok milli ve yerli yöneticiler, çocuklarını yurtdışında okutup, paralarını da dolar ya da sterlin biçiminde biriktirirken, yerli ve milli bu koca küresel pazarda turistik bir reyona dönüşmüşken, maarif sisteminize hakikaten Sakallı Celal çarpsın.
Biz'in bu tanımı ve algısı gerçekten eskimiştir, üzülseniz de artık “kesinti, dışlama ve parçalanma” dır bir topluluğu karakterize eden şey. Bu parçalanmış ve esasında temsil edilemez bir şey olarak yorumlanan topluluktan üretilmeye çalışılan her türlü homojenlik, geleceğin geçmişe havale edilmesi ve çoktan kaybolmuş bir hatıranın yapay bir yolla yeniden üretilmesidir. Bütün yapaylıklar da olduğu gibi, bu da bir protezden başka anlama gelmeyecek, şimdiye kadar kendi daraltılmış tahayyülleriyle minicik bir kutuya doldurdukları topluluk, yeni eğitim hamleleriyle iyice sakatlanacaktır.
Değişim, sizi de içine alarak ilerler, tarihte bir arayüz oluşturma çabanızı da içine alarak dönüştürür, bu dünyayı anlamaya yönelik çabaların önüne metafizik bir sınır koymak, aklın küstahlığından daha aşırı bir şeye dönüşebilir. Yaratıcının işini, eğer inanıyorsanız kendisine bırakın, size ihtiyacı olduğunu hiç sanmıyorum.
Süreyya Karacabey:: Süreyya Karacabey Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik, Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek başlıklı kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.