Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Borçlu öleceğiz!

Borçlar silinirse özgür olursun. Dünya Bankası yokken bile borçların kazındığı tabletlerin kırılması, yeniden özgürlüğün kazanılması olarak görülmüştü.

Geçen gün kredi borçlarının ödenemeyecek kadar yığılmasından söz ediyordu birileri, her zamanki gibi tam dinlemedim, çünkü sistemin zaten borçlandırma politikası üzerine kurulduğunu A101'in önünde yatan kedi Kavun bile biliyordu. Savaş, sömürü, istila, borçlu köleler yaratılmasının en eski biçimiydi ve modern ekonomik dünyaya ait sanılan pek çok şeyi anlamak için merkez bankası başkanını, IMF'nin sözcüsünü falan dinlememe hiç gerek yoktu.

Eski bir Sümer tableti, kutsal kitaplar, Roma'da kölelik sistemine değinen bir metin, sık kullanılan terimlerin nereden geldiğini etraflıca anlatan etimolojik bir sözlük, hatta Shakespeare bile onlardan daha kolay anlamamı sağlayabilecek kaynaklardı. Sistem sorunsuz devam etsin diye çalışanları dinlemek yerine Atinalı Timon'u dinlerim. “Altın! Sarı, pırıl pırıl, kıymetli altın. Bunun birazı bile karayı ak, çirkini güzel, eğriyi doğru, alçağı yüksek, ihtiyarı genç, korkağı yiğit eder. Bu sarı köle din de kurar, din de bozar. Hırsızları mevki sahibi eder; senatoda yeri olan üyelerle beraber onlara da ünvan ve itibar verir.” Nasıl, daha öğretici değil mi?

Borçlandırarak köleleştirme, uygarlığın en eski uygulamalarından biri ve bütün okumalardan çıkardığım tek bir şey var; nerede bir servet birikimi oluşsa, orada eşitsizlik, hiyerarşi, rahip kral vs. boy göstermekte. Bu yüzden refah toplumu, bollukta eşitlik gibi parlak vaatler hiç ilgi çekici gelmiyor, çünkü nerede altın çoğalsa, yürürlükte olan Murphy'nün altın yasasıdır: “Altını olan yasayı koyar.” Olan bitene bir ekonomist gibi bakan yurttaşların sayısının artması şu anlama gelir, sistem herkesi borçlu olduğuna ikna etmiş, ve borç ödemeyi de ahlaki bir yasallık olarak herkese yutturmuştur.

Graeber borç meselesini anlattığı şahane kitabında, borç kelimesinin sapkın biçimde bütün ilişkileri kuşatan kapsayıcı bir terim oluşundan söz eder. Tanrı'ya borçluyuz, topluma borçluyuz, birbirimize borçluyuz, iyi de niye borçluyuz? İlkin yönetmek, sonra sistem kurmak için ideal bir çözümün, yani borçlandırma yasasının, ahlaki yargıları kapsayacak genişletilmesindeki ideolojik komplikasyonların deşifrasyonunu size bırakıyorum.

Borçlar silinirse özgür olursun. Dünya Bankası yokken bile borçların kazındığı tabletlerin kırılması, yeniden özgürlüğün kazanılması olarak görülmüştü. Şimdi herkes, işgal edilen topraklarda yerel halkın borçlandırılarak köleleştirilmesinin kapitalizmin doğum nişanesi olduğunu biliyor. Borç yoksa sistem tehdit altındadır, bunu da herkes biliyor.

Kredi borçları ödenemeyecek hale geldiğinde yani kapitalizmin defalarca kıyısına geldiği batak çoğaldığında, çözüm her defasında yeni haraçlarla, pardon borçlarla bulunacak, bunu da bilmeyen yok. En bilinmesi gereken buysa diyorum kendime, aradaki faiz, borsa gibi tuhaf jargonun sistem uyutması denilen yemeğini ne demeye tadayım.

Kızkardeşimin oğlu okumayı yeni öğrenirken, öğrendin mi diye soran birini şöyle cevaplamıştı: “Hayır ama Ali'yi nerede olsa tanırım.” Ekonomiyle yurttaşın ilişkisinin tam da böyle olması gerekiyor, sürekli parayı nasıl çoğaltırım içerikli işlemlere kafayı takmak yerine, borç kelimesini gördüğü yerde, hak gaspı, kölelik gibi şeyleri düşünmesi yeterli. Ayrıntılara çalışmanın sadece, bizi borçlu olduğumuza ikna eden bu toplumun, bu dinin, bu ekonominin, kısaca sistemin tıkır tıkır işlemesi için gerekli olduğunu hatırlamak yeterli. Onun yerine “ne borcu” sorusunu sormak belki daha işlevseldir ve yaşamak için “kime ne borcumuz olabileceğini” hatırlamak yeniden dünyada payı olan özneler oluşumuza bizi uyandırabilir.

Graeber'in kitabını okurken not ettiğim bir alıntı vardı, o geldi aklıma şimdi. 19. yüzyılda İngiliz misyonerlerinin Kongo macerasına ait bir anlatı, şöyle:

Yana'ya vardıktan bir veya iki gün sonra, yerlilerden birinin ağır zatürree hastası olduğunu gördük. Comher adamı tedavi etti, tavuk çorbasıyla besleyerek hayatta kalmasını sağladı, evi kampın yanında olduğu için gidip gelip dikkat ve özenle baktı. Yola koyulmaya hazır olduğumuzda, adam iyileşmişti. Yanımıza gelip bizden bir armağan isteyince şaşırıp kaldık, vermek istemeyince de bizi şaşırttığı kadar kendisi de şaşırdı ve öfkelendi. Kendisinin bize armağan verme durumunda olduğunu ve biraz müteşekkir olması gerektiğini söyledik. Bize şöyle dedi, 'Pes doğrusu! Siz beyaz adamlarda hiç utanma yok!'

Evet, beyaz adamlarda gerçekten de hiç utanma yok.


Süreyya Karacabey kimdir?

Süreyya Karacabey Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik, Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek başlıklı kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Görsel: Marinus van Reymerswale - The Banker and His Wife

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi