Süreyya Karacabey
Sen işine bak!
“Liberal toplumlarda Shakespeare'in oyunlarının, bütün o feodal arka plana rağmen hala bu kadar ilgi görmesinin ardında, yarattığı karakterlerin hiçbir kötü niyetleri olmamasına rağmen ortalığı kan gölüne çevirmeleri yatıyor. “ A. Gopnik'in bu sözünü alıntılayan Susan Neiman, aç gözlülük ve basiret yoksunluğunun ölümcül günahlar olmadığını ama savaş sonucundaki korkunç tahribatların gerçek sorumlusunu görmek için bakılması gerekenin bunlar olduğunu söyler. Bu akıl yürütmenin çıkış noktası, artık herkesin bildiği gibi Arendt'in, 20. yüzyılın bütün kötülüklerinin kendi halinde, şeytani özellikleri olmayan, sıradan bürokratlar tarafından örgütlendiğini anlattığı Eichmann Kudüs'te kitabıdır.
Altındağ belediyesinin üstlerinin aldığı karara, hızlı bir biçimde uyma telaşının sonucunda ortaya çıkan ürkütücü manzarayı, hepimiz bir “barbarlık” olarak nitelerken aklıma yeniden bu alıntı geldi. Emre itaatin tek bir biçimi olmadığını alandaki polislerin tavrından biliriz. Bazıları aldıkları emri uygulamak zorunda olduklarını hatırlatacak biçimde davranırlar, bazıları ise emrin çıktığı kökenle aşırı bir özdeşleşmenin sonucunda, eylem alanındaki insanlara kişisel düşmanları gibi davranırlar. Hepsi sonuçta engelleyici ve alanı eylemcilerden temizleyici rolündedir, fakat itaat kısmını kendi arzularına çevirerek aşırı bir noktaya ulaştıranlar, orantısız şiddete daha fazla eğilimlidir. “Vur deyince öldürmek” deyimini ortaya çıkaranlar onlar gibidir.
Barbarca kelimesi, barbarlardan daha zavallı halde olduğumuz halde bir türlü dilden silinip gidemedi. İnsan fenalıklarını anlatmak için kullandığımız bütün kelimeler aslında yanlış; barbarca, canavarca, hayvanca... Yapılanların hepsi gayet insanca çünkü. Ancak bir insan, emre itaat konusunda bütün değerlerini hiçe sayarak davranabilir, ancak bir insan, -hadi onların dilinden konuşayım- kişisel tekamülün eşsiz yolculuğunu, bir başkasının iktidar arzusunun bendesi haline getirebilir, kendini hiçleştirerek çoğaldığı sanısına kapılabilir. Barbarcaymış! Barbarlara ilişkin Kropotkin'in aktardığı şu alıntıya bir bakın:
Yapılması gereken şeyi, düşmanlardan, iblislerden, kaderden çekinmeyen bir insan gibi, açıkça yapmak; (...) tüm eylemlerinde özgür ve cesur olmak; dostlarına ve klanının dostlarına karşı şefkatli ve cömert davranmak; düşmanlara karşı sert ve tehditkar olmak, fakat, onlara karşı bile, zorunlu tüm görevleri yerine getirmek... Mütarekeyi bozmamak, kimseyi çekiştirmemek, iftira atmamak. Bir insanın yüzüne söylemeye cesaret edemeyeceği şeyi asla arkasından söylememek. Barınak ya da yiyecek arayan birini, düşman bile olsa, asla geri çevirmemek.
Köpeklerin kafasını kesenler, Gazze'de çocukların üzerine bomba yağdırıp, hastanelere saldıranlar, yevmiyesini isteyen işçiye işkence yapanlar, yabancıların evlerini yakanlar, bu dünyayı bir cehenneme çeviren bütün eylemlerin sahipleri insandır; hatta aralarında akrabalarınız, komşularınız, kahvede okey oynayıp çocukların geleceğinden söz ettikleriniz bile vardır. Hiçbiri şeytan değildir, ama yaptıkları şeytanidir.
Emre itaat etmeyi basitçe reddeden insanların varlığı, başka bir toplum için tek ümidimizdir, buyrulan iş, ahlaki ilkeleriyle, inançlarıyla vb.örtüşmediğinde huzursuzluk duyan insanlar hepimizde saygı uyandırır ama yine de, bir kâğıda imza atmanın, yap denileni yapmanın, bizi bir suç ortağı haline getirmeyeceğine ilişkin kanaat, hep daha güçlüdür. Yok edilmesi buyurulan bir zümrenin katledilerek toplu mezarlara doldurulması sırasında kendini kötü hissedip, oradan uzaklaşmaya çalışana, “sonucu değiştirmeyeceksin nasılsa” denmiştir her zaman,”sen işine bak.” İşte o işine bakmayanların kurtardıkları parça, işlerinden, geçimlerinden daha önemli olmalıdır ki direnebilsinler. “Dünyayı sen mi kurtaracaksın” sözünü, çeşitli zamanlarda işitmiş herkesin bildiği şey şudur: Mesele dünyayı kurtarmak değil insanın kendine saygısını, inandığı değerleri kurtarmasıdır çoğu zaman.
Dünyaya nereden bakıyorsanız oradan anlayabilirsiniz değer meselesini. Mutlak itaat kadar alçaltıcı bir şey yoktur, geriye zekasıyla övünen o kibirli insandan sadece bir kalıntı bırakır. Mesele sadece başkasının hakkı için savaşmak bile değildir, merhamet hiç değildir, bir değerler çerçevesini hayata çağırmak için, insanın kendinden kalan parçayı kurtarma mücadelesidir. Çünkü hayvanın, işçinin, yabancının, azınlığın, vb. düşman ilan edilmiş her topluluğun, uğradığı felaketlere şahit olup, sessiz kalma mecburiyeti kadar yok edici bir şey yoktur. Onlara acıyarak bakmak kibirdir, ama soğukkanlı biçimde, başka varoluşlara saygıyı yitirmeden her türlü varlık alçaltıcı emirlere itaatsizlik, kendimizi kurtarmanın bir yoludur.
Kafası kesilen, savaşta ölen, toplu mezarlarda yatanlar artık kurtulmuştur, şimdi esas konu, bizim kendimizi bu utançtan nasıl kurtaracağımızdır?