Süreyya Karacabey
Bir pazar yazısı
Dikkatli tutulmamış not defterlerinden daha absürd bir şey yoktur, nereden alındığını-yıllarca işiniz bu olduğu halde, kaydetmeyi belki aceleden, belki de hafızanızın sizi hiç yanıltmayacağına ilişkin boş güvenden-asla hatırlamadığınız bu köksüz notlar, bütün gününüzü iptal edebilirler. Kütüphanedeki kitapların dağınık biçimde masaya yığıldığı ve notların kaynağını bulmak için debelendiğiniz o tuhaf zamandışı anlar. Dikkat dağınıklığı ile kendine güven arasındaki bağlantıyı böyle zamanlarda keşfetmiş olabilirim. Aradıklarımın tamamına ulaşamadığım o sinir bozucu anda ise, “çağımızın sorunu bu, her sözü birine yapıştırmak ve ortak mülkiyet olarak söz zincirinin mülkiyet hakları hakkında konuşmak” diye hey heylenerek hatamı, kendim için hafifletmeye çalışırım.
İnsanın kendi hatasını kabul etmemek için her yere savrulabileceği, uzamdan bile çıkabileceği bilgisi bana böyle zamanlarda gelmiştir. Bu tek kişilik gösterileri lüzumsuz hale getiren fazlalık, benim için öğretici olmuştur. Özellikle bilincinde bile olmadığım, “kendini haklı çıkarma” arzusundaki çiğliğin, bir başka göz olmadan bile nasıl işlediğini gösterdiği için. “Hep haklı çıkmaya çalışmak kabalıktır” sözünü bilirsiniz, bu seansların bitiş cümlesi olarak genellikle bunu kullanırım.
Sabah defterlerden birinde not ettiğim bir fıkra yüzünden aklıma geldi bunlar. Fıkrayı sonra anlatırım ama çok basit bir “eksik çalışmayı” hemen kabul etmeyişin ya da “ne saçmalıyorum ben” dememek için, evrende bir tur atmanın mantıksızlığına hemen uyanmıyor olmanın arkasında yatan patoloji gerçekten nedir? Anneannelerin deyişiyle “kendi hakkıma girmeyeyim”, çünkü bütün bu anlık saçmalamaları, kendimi suç üstü yakalamak için bir vesile olarak kullanırım. Yanlış bir toplumsallık sözleşmesinin ilk maddesi, birbirimize nerelerde saçmaladığımızı hatırlatmamak olduğu için, en basit haklı çıkma arzusunun o kitaplar gibi masaya yatırılması gerektiğini, arada kendime kapılsam bile, sonunda görürüm. Ama bütünsel bir görüş değildir bu, tekrarlanabilir; başka bir argümanla telafi etmeye çalıştığınız haklılık ısrarınızın her tekil deneyiminde, yeniden kendinizi pataklamanızı gerektirebilir.
Kendini Pataklama Sanatı'nı yazıp senden haklısı ve şahanesi yok içerikli binlerce kitap dizisinin karşısına çıkarmak için aldığım notlardı bu yazıyı yazmama neden olan şey. Sonra bu kitabı yazmadan önce, haklılık meselesinin adaletle ilişkisi ve adaletin yoklukla ilişkisi üzerine çalışmak gerektiğine çarptım. Akıl yürütme biçimim, parçalardan oluşan, yarısı sahipsiz not defterlerime çok benzediği için, haklılık'la ilgili ilk hatırladığım şey, Sophokles'in Antigonesi'nde (Brecht), Yaşlılar'ın Antigone'ye seslendiği bir yerdi: "Ama o da bir zamanlar / Karanlık kayalıklarda / Pişirilen ekmekten yemişti. Oturmuştu / Kulelerin lanetleri gizleyen gölgelerinde rahatça."
Köksüz notlara döneyim, buraya onlar yüzünden gelmiştik: Alıntının kaynağını yazmadığım notlardan birinde, “özgürlüğün ölçüsünün ve sınırının, ortak dünyanın korunması” olduğu yazıyordu. Benim onun yanına düştüğüm kişisel not ise şöyleydi. Ortak dünyanın korunması için, sınırları durmadan gelişen bir müşterekler hakkında düşünmemiz gerekiyordu, oysa biz en haklı davalarda bile, bir ortaklık kurma konusunda zayıftık. Tekil sesin ayrıcalığına fazla kafa yoran bir çağda, kendimizi bütün ortaklıklardan kopararak, ulaşmaya çalıştığımız özgürlük, kesinlikle sonsuz haklı çıkmanın versiyonlarından birine dönüşmüştü.
Özgürlük, başka yazının konusu olsun, zira özgürlük hakkında tutulmuş notlarda bile, esas meseleye gelmek için, en azından benim, bu çağın içindeki davranış kalıplarımız hakkında daha fazla bilgi toplamaya ihtiyacım var. Aynı defterde, tekil sesi ayrıcalıklaştıran monolojik formla ilgili bir paragraf yazıp yine kimin söylediğini belirtmediğim bir alıntı eklemişim paragrafa. Kabaca şöyle: Monolojik dilin baskınlığı bir süre sonra, kaçındığını sandığı koronun sesiyle aynılaşır. Koroda kaybolduğu için yası tutulan tekil sesin geldiği nokta. Konu aslında, tek kişilik oyunlarla ilgiliydi ama görüldüğü gibi, yeterince takıntılıysanız, hep aynı yere gelebilirsiniz. Bunun sonuna da bir Kore dizisinden not düşmüşüm; “takıntılar soyludur” diyen o karakteri unutmamam lazım.
Girişte andığım fıkrayı da ekleyeyim buraya, -aslında ben bu fıkradan yola çıkarak, genel halimiz hakkında bir yazı yazacaktım. Onun yerine, yazı yazma atölyesinin işlem gördüğü materyal katmanı sunmuş oldum. Avangardlarla arkadaş olsam beğenirlerdi, ama şimdi dağınık ve anlamsız bulunacak.
Holmes, Watson'la birlikte kamp yapmaktadır. Gecenin geç bir saatinde Holmes uyanır ve Watson'u dürter. “Watson” der, “göğe bak ve bana ne gördüğünü söyle.”
“Milyonlarca yıldız görüyorum.”
“Peki bundan ne sonuca varıyorsun, Watson?”
Biraz düşündükten sonra, “şey” der, “astronomik açıdan milyonlarca galaksi ve muhtemelen milyarlarca gezegen bulunduğu sonucuna varıyorum. Astrolojik açıdan Satürn'ün Aslan burcuna girdiğini görüyorum. Zamansal açıdan yarının harika geçeceğini düşünüyorum. Teolojik açıdansa Tanrı'nın her şeye gücünün yettiğini ve bizim minnacık olduğumuzu çıkarabiliyorum. E, peki sen ne sonuca vardın?
“Biri çadırımızı çalmış dostum.”
Önce çadırımızı çalanları bulalım, haklı çıkma ısrarını, özgürlükten kaçmamızı, ortak dünyayı durmadan ıskalayan hallerimizi ve soylu takıntıları, hepsini, çadırı ararken birlikte düşünelim, çünkü hiçbir şeyin anlamlı bir sırası yok.
Süreyya Karacabey kimdir?
Süreyya Karacabey Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik, Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek başlıklı kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.