Enver Topaloğlu
Neden ya da niçin şiir okumalıyız - 1
Enver Topaloğlu
Birçok şairin, filozofun şiirin ne olduğuna ilişkin tanımları, şiirin nasıl yazılacağını anlatan metinleri, yazıları, kitapları var. Örneğin Terry Eageltan Türkçe çevirisi Agora yayınlarından 2011’de yayımlanan kitabı “Şiir Nasıl Okunur”da, adından da anlaşılacağı üzere şiirin nasıl okunacağını irdeliyor.
Vladimir Mayakovski’nin “Şiir Nasıl Yazılır” adlı yapıtı her şairin başucu kaynağıdır. Rilke’nin “Genç Şaire Mektuplar”ı okunmadan şiir yazmaya başlayanlar gerçekte hiçbir şeye başlamış sayılmazlar.
Buna karşın, görülen o ki şimdiye kadar “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunun karşılığı aranmış değil. Halbuki en az şiirin tanımı ya da nasıl yazıldığı, yazılacağı kadar bu da önemli bir soru. (Şimdiye kadar üzerinde durulmamış olmasının dolayısıyla gecikmenin nedenini ayrıca tartışmak gerekebilir.)
Biz bu düşünceyle başta şaire ve şair olmanın yanı sıra şiir çevirmeni, şiir editörü, şiir eleştirmeni, şiir dergisi yöneticisi gibi değişik kulvarlarda şiiri uğraş edinen isimlere “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunu yönelttik. Görüşünü sorduğumuz isimlerin seçiminde hangi etkenlerin belirleyici olduğuna da açıklık getirelim. “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunun bilhassa, şiir yazmakla kalmayıp şiirin okurla buluşması için başka kanallarda da uğraşı içinde olanlarca yanıtlanmasını amaçladık.
İlk yanıt Emel İrtem’den. İrtem’i şiir okurları elbette tanıyor. Biz kısaca bir kez daha hatırlatalım.
İrtem 1969, Eskişehir Seyitgazi doğumlu. Eskişehir Sağlık Meslek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Filoloji Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi.
Emel İrtem’in ilk şiiri üniversite öğrencisi olduğu dönemde okurla buluştu. Şiirleri daha sonra İblis, Sombahar, Ludingirra, Varlık, Göçebe, Yasak Meyve, Evrensel Kültür, Şiir Ülkesi, Martı, Gard gibi dergilerde yayımlandı.
İrtem, şiir yazma sürecini “daha önce yaratılmış iyilik halini bana taşıyan özel an ve bende o yanın yansıması olan, heyecan uyandıran boyut transferi” olarak tanımlıyor… Emel İrtem edebiyatı, iki yönlü bir yaratıcılık süzgecinden geçirip hem yazarın, hem okurun evirip çevirebileceği bir zaman olarak tanımlıyor ve orada nefes alıp verdiğini belirtiyor.
Sevdiği ve etkilendiği yazarları Handke, Beckett, Blanchot, Calvino, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan, Sevim Burak olarak sıralıyor.
İlk kitabı 1993’te “Gittik Yaşayanlardan Biri Gibi” adıyla okurla buluşan İrtem’in yayımlanmış diğer şiir kitapları şunlar: “Divaneliğe Dönen Pergel” (1999), “Zaviyesi Yıkık Gönye” (2009), “Zehirli Rüya” (2006), “Marcus’un Lisan-ı Kalbi” (2008), “Sana Seviyem” (2013), “Kapıttan Kapılar” (Seçme Şiirler (2016), “Hu” (2020).
Tadımlık olarak Emel İrtem’den bir de şiir paylaşalım. “Kara Yazı”: başlıklı şiirin tamamını aktarıyoruz:
Mektup yanar pervane döner.. sen nasılsın
Gönlümden bir yol geçer.. sen nasılsın
Sonra kapı açılır, açan korkar, vıy der kaçar
Bu kül bahçesinde sakin bir su mürekkep
Yanan dünya ıslansın.. peki sen nasılsın
Elimde bir zarf, bir yaz bir kış
Sonra bir tas deniz içinde tufan var
Ekseninden kaymış bakış, bu yedinci çember
Ben neredeyim bu kadar hayata yakışıksız
Mezarlıklardan taşıyor ölüler... sen nasılsın
Meydanı olmayan bütün coğrafyalar benim
Denizsiz bir kentte giyiniyor hayâl
Bana yazdıklarını okudum anladım
Gölgesine sığındığım bu hikâyede mahşer
Kapı artlarından eşiğime gülümser
Söyle yârim... ademden beri sen nasılsın
Saz sustu, keman sustu yaz şimdi sen yaz şimdi
Kapı tufan kapısı
Vııııy... vıııy
Konuşur kendi kendine
Gıcııır... gıcııııır
Eğer beni soracak olursan...
eh!.. ben de iyiyim
Sevgili Emel İrtem dizi soruşturmamıza seninle başlıyoruz. Soruşturmamızın konusunu da oluşturan ve karşılığını aradığımız soru “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” Neler söyleyeceksin…
Dünya üzerinde yaklaşık dört milyon yıldır hayat var ve üç yüz bin yıldır da insan var. Yani hayat önce gelmiş, insan sonra. Bizim bir önemimiz yok, ama hayatlarımızın var. Çünkü dünyaya eklemlenen şey bu. Gene de dünya ile kurduğumuz bu ilişkide daha çapraşık bir durum var.
Dünya bizi madde ile karşılıyor, biz ise dünyayı tasavvurla. Düşüncelerimiz maddesel değil. Bizi bir arada tutan şey zorunluluk dışında gönüllü bir bağ. Şöyle bir şey sanki: Beş yüzyıl evvel Ay’a baktığında orada köyden kaçan eşeğini gören köylüyle, bugün aynı Ay’a baktığında orada gülümseyen bir yüz gören altı yaşındaki çocuğun ortak duygusu. Bu çocuksu duygu bizi şiire kadar götürüyor. Tanrıyla da böyle ilişki kurduk. Biz varken o yok ve o varken biz yoğuz. Bir araya geliş tuhaf bir kıyamet planı. Ama geçişi sağlayan bir dil var ve o şiirdir. Tanrı da söyleyeceklerini bize şiirle aktarmıştır. Belki de bu nedenle onun lisanının şiir olduğunu düşünürüz. Bize gökte yüzebilme denizde uçabilme olanağını tanır. İnsan ise bu katmerlenmiş anlam çeşitliliğinde evrenler arasında geçiş yapar. Orada biraz ölür, biraz âşık olur, biraz kahramanlık yapar, düşer, dönüşür geri döner. Sonsuz seçenekler arasında bu dünyadan kısa bir tatil…Herkesin bir tatile ihtiyacı vardır.
Şiir okumanın, şiir yazmanın bir türü olduğuna inanırım. Aynı kompartımanda yolculuğa çıkan biri şair diğeri okuru iki kişi asla aynı yere gitmez. Hatta aynı coğrafyada, aynı dünyada, aynı zamanda bile olmayabilirler. Bu açıdan baktığımızda genel kabulün aksine şiir onları birleştirmez, tam tersine, hatta belki zıt yönlere savurur. Ama bu savruluşun başladığı yerde birliktelerdi. Aynı sözlerden yola çıkmışlardı.
Maddesel dünya bizden onu kendi verdiğimiz isimle ve kendi sesimizle çağırmamızı talep eder. Bizim hayal gücümüze ihtiyacı vardır böyle tamamlanır. Bu olmazsa dağılır. Hayatın o başlangıçtan bugüne kadar olan şanlı yürüyüşü son bulur. Elbet dünyayı kavramaya aracılık eden bütün sanat dalları için söyleyebiliriz bunu. Fakat şiirde durum biraz daha farklıdır. Çünkü şiir, bütün sanat dallarına sızarak kendini devamlı dönüştüren devrimci bir dünya tasarımının nükleer çekirdeğini oluşturur. Bir enerji alanı yaratır. Okur ise şiirde ruhunun cisimlenmiş halini görür. Bir çeşit ruh aynası. İyi şiir okurları bu aynanın müdavimleridir işte. İnsan bir ruhunun olup olmadığını başka nasıl anlayabilir.
Bugün çok şairden, çok şiirden ve okumaya yetişememekten yakınılıyor. Zaman zaman ben de buna benzer sözler sarf ettim. Geçenlerde üniversite öğrencisi iki gencin konuşmalarına misafir olunca başka türlü düşünmeye başladım. Gençlerden biri bilinen bir şarkı sözünü şiir gibi okuyordu. Sözlerinde herhangi bir derinlik ve özen bulamayacağınız popüler bir şarkı. Diğeri “çok güzel bir şiirmiş” dedi ve hangi şairleri okuduğunu sordu,
Arkadaşı, “Kavgam kitabını okuyorum”, dedi. “Biliyor musun Hitler de şairmiş…” Şunu düşündüm: Şu an yeryüzünde yaşayan ve ölen sayısız şair varken neden bütün hayatı boyunca birkaç şiir yazmış eli kanlı bir diktatörü şair olarak tanımlar ve okursun?
Dünyanın güzelliğe, inceliğe, bizim ise ruh aynamızda kendimizle buluşmaya ihtiyacımız var. Ve sanırım acilen var… Evet çok yazılıyor olabilir, ama belki de artık insanlar çığlık atmıyor şiir yazıyor… Okumaksa tam bir meydan okuyuş, gittikçe vahşileşen dünyaya karşı bir denge noktası, kolektif kötülüğe bir siper… Şiir her şeye yeter!
Kim ölmüş okumaktan?
Emel İrtem’in “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusuna yanıtının başlığı “Ruh Aynası” olduğunu kaydedelim. İrtem, yanıtında şiiri “ruh aynası” olarak tanımlıyor. Herkesin bakmaya muhtaç olduğu bir ayna… Ama galiba bunun farkında olanlar çok değil. elbette çoğalsın isteriz istiyoruz.
Şiir şairin dediği gibi “ruh aynası”. Bu aynaya bakanın yani şiir okuyanın hayatında neler oluyor, neler değişiyor. “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” soruşturmamız, bunu açığa çıkarmaya yönelik bir girişim ve devam edecek…