Edip Cansever ne ‘yaptı’, şiirlerine bak ayna
Cansever’in şiirlerinde ötekileri, kadınları, çocukları, doğayı, kenti buluruz. Ezilenleri, emekçileri, acı çekenleri buluruz. Bireysel trajediler ön plandadır. Ama değindiğine değinirken incitmeyen bir dil de buluruz. Onun şiirlerinde dikkati çeken inceliğin de kaynağı olan dil.
İkinciyeni dalgasından önceki kuşak, yani Garip dalgası, Cemal Süreya’nın deyişiyle şiiri sokağa çıkardı, ona “kasket” giydirdi. Aynı zamanda bir şiir düşünürü de olan Cemal Süreya, 1967 tarihli “Orhan Veli’nin Yanlışı” başlıklı yazısında şunları dile getiriyor: “Orhan Veli’nin kavgası edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum. Bu kavganın yurdumuzdaki bütün şiir köklerini büyük büyük ırgalayan bir işlevi oldu. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi. Şiire kasket giydirdi, sivilleştirdi onu. Bugünkü şiir verimleri onun da verimleridir biraz.”
Şiir sokağa indi
Garipçilerin girişimi şiire yalnızca kasket giydirmedi. Modern Türkçe şiir, ilk kez sokağa çıktı, indi demeliyiz belki de. Dahası orda halka, halktan insanlara karıştı, sıradan kişilere odaklandı; Süleyman Efendilerin, Dalgacı Mahmutların yanında durdu.
Çok daha öncesinde Nâzım Hikmet’in girişimiyle modern Türkçe şiirin, ses olarak odalardan, salonlardan meydana çıkmış olduğunu kaydedelim. Modern Türkçe şiirin sesi Nâzım Hikmet’le birlikte açık havaya çıkmış, meydan sesi özelliği kazanmıştı. Ama şiirin söz olarak, dil olarak da sokağa inmesi, sokaktaki yaşantıya odaklanması, deyim yerindeyse sokaklara yayılması Garip’le birlikte gerçekleşir.
İkinciyeni dalgasının öncü şairlerinden Edip Cansever, sokağa inen şiirin odaklandığı ve Garip’te lakaplarıyla var olan sıradan insanları kişileştirdi. Garip’te eksik olanı buldu ve tamamladı. İnsanların lakaplardan ibaret olmadığını, onların bir kişilikleri olduğunu hatırlattı. Onların kimliğinin teslim edilmesine yönelik duyarlılık, farkındalık yarattı. Kısaca sıradan insanın da birey olarak bir kimliği, bir kişiliği olduğuna dikkat çekti. Toplumun ötekileştirilmiş, yalnızlaştırılmış bireyini kimlik ve kişiliğiyle birlikte şiirin dramatik sahnesine çıkardı.
Ara not
Cansever’in 1944’e tarihlenen şiir yolculuğu Garip’in egemen olduğu yıllarının ortasında başlamıştır. Elbette Garip şiirinin ortasında şiire başlamak demek onun etkilerine açık olmak demektir. Edip Cansever’in sonradan “gömeceği” on dokuz yaşında yayımlanan kitabı “İkindi Üstü”nde yer alan şiirler de etkileşimin izlerini, Garip etkisini bütün yönleriyle yansıtır. Burada biraz durmak gerekir diye düşünüyoruz.
Şair “İkindi Üstü” kitabından yaşarken vazgeçmiştir. Şiir miladını bir sonraki yapıtına çekmiştir. Öyle ki yaşarken yayımlanan seçme, bütün şiirler, toplu şiirler gibi toplamlarda, bu ilk yapıtını “yok” kabul etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki tecrübesizliğin verdiği heyecanla ve acelecilikle yaptığı hamleden pişman olmuştur. Sağken yayımlanan bütün şiirleri, toplu şiirleri, seçme şiirler gibi toplamlarda ise bu yapıtından hiçbir şiire yere verilmemiştir. Şairin ölümünden sonra, kitaplarını daha önce yayımlayan yayınevinin de değişmesiyle birlikte, deyim yerindeyse kıyı bucak arkeolojik kazıya tabi tutulmuş, ne bulunduysa toparlanmış ve yayımlanmıştır. İyi mi olmuştur, kötü mü olmuştur; tartışıldı, belki daha da tartışmak gerekir. Hangisi doğru. Şairin kararı mı, yayıncının kârı mı? Şairin kararına saygı mı, yoksa… Diyelim ve geçelim…
İlk önemli adım
Cansever’in, şiiri arayan genç bir şair olarak içine doğduğu Garip dalgasından etkilenmesi aslında yadırganacak bir durum değil. Çünkü her yeni kuşak, şiirde kendisine en yakın kuşakla, yani bir önceki kuşakla etkileşime girmiştir, giriyor. Geçmişin hemen hemen tüm deneyimleri bunu kanıtlar nitelikte…
Edip Cansever’in çıkışı, etkisinde kaldığı, kendisinden önceki kuşağın, yani Garip dalgasının çekim alanından hızla uzaklaşması ve yeni bir şiir arayışını yoğunlaştırmasıyla gerçekleşmiştir.
Okurla 1952’de buluşan ikinci kitabı “Dirlik Düzenlik” de bunu kanıtlar niteliktedir. Kitap, şairin aklının başka bir şiirde olduğunu gösteren örnekler içermesiyle dikkati çeker. O örneklerden biri dillere persenk olan “Masa da Masaymış Ha” şiiridir; genellikle de bu bahiste ilk akla gelen o olur. Şairin yenilik arayışına örnek göstereceğimiz şiirlerden biri de kitaptaki “Şekerli Gerçek”tir. Şiirden bir bölüm okuyalım:
İğreti bir yaşayış içinde adam
Duvarları yalnızlık yemiş bitirmiş
Gökyüzü üstünde yıldızlar daha üstünde
Kim örtsün damı duvarları kim koysun yerine
Adam bir hiçliğin üstüne uzanmış
Kimseler görmez
Kıl bir torba içinde sabunlar kımıldaşır
Sabaha kadar
Adam bıktığını anlayınca hiçlikten
Gelsin pencere gelsin duvar
Gelsin karısı çocukları
Islak taslar sabah işleri
Adam dükkâna döner gene
O gerçek dediğimiz şey ısıl ısıl
Yapışık sesler çıkarır şekerlerin üstünde.
Başka bir şiir yapmak
Ellili yıllarda aslında şairin önceliğinin Garip etkisinden çıkmak, ondan kurtulmak, kaçmak, uzaklaşmak başka bir şiir yapmak olduğu söylenebilir. Yapmak fiilini özellikle kullandık. Çünkü Cansever, şiirin yazıldığını değil, yapıldığını savunur. Bu düşüncesini ise ilk kez “Yerçekimli Karanfil” kitabında yer alan “Kaybola” başlıklı şiirinde kaydeder. İşte şiirin o bölümü:
En saklı yerlerinden en güzelliğin çıkıyor
Ansızın doğan hayvanlar gibi güzel
Bakınca bir şiir canlıyorum dünyaya
Yapılan bir şeydir şiir; yuvarlak, kırmızı, geniş
En genişi en kırmızısı o ezilmişler katında
Şimdi bir gizliyi kovuşturuyor
Gözlerinden içeriye üç kişi
Deli ediyor onları mısralarımda
Bir karanfil az
Bir karanfil çoğala çoğala.
Bunu, 1956 yılında a Dergisi’nin 7. sayısı için Edip Cansever’le söyleşi yapan Erdal Öz sorar. Konuşma şöyle: “Erdal Öz: Yeditepe’nin son (116) sayısında ‘Kaybola’ adlı bir şiiriniz çıktı. Orada şöyle bir yer vardı: ‘Yapılan bir şeydir şiir.’ Bununla ne demek istiyorsunuz? Edip Cansever: Şiir yapılır diyorum sadece. Yazılan şeyse yazıdır. Duymak, dokunmak, koklamak bir de görmekle varılır şiire.”
İkinciyeniye öncü olmak
“Şiiri yapmak” düşüncesinin kendisi bile aslında devrimcidir. “Yerçekimli Karanfil”i de, onun ardından gelen “Umutsuzlar Parkı”nı da, hatta “Petrol”ü de bu bakış açısının ürünleri olarak değerlendirebiliriz. Şunu da eklemek mümkün: İkinciyeninin öncüsü olmuş şairlerden İlhan Berk, Turgut Uyar gibi Edip Cansever de aslında Garip’ten kaçmak, ondan kurtulmak isterken İkinciyeni dalgasının ortasına düşen şairlerdendir. Yani ikinciyeni dalgasıyla gelmemişlerdir. Şu ya da bu biçimde bir önceki dönemleri vardır. Ama üç şair de ortasına düştükleri o akıntıda sürüklenmemiştir. Bilakis modern Türkçe şiir için yeni olduğu kadar bir hayli derin ve geniş kanallar açmayı başarmışlardır.
İkinciyenici şairlerin hiçbiri birbirine benzemez, tümü de kendi şiirini yazar, birbirlerinden bağımsızdırlar, buna karşın bir büyük devrimci dalga olur İkinciyeni…
Garip’ten sonra onu aşacak daha büyük bir dalganın yükselmesinde, kültürel planda cumhuriyet sonrasında gelişen tasfiye sürecinden restorasyon dönemine geçiş aşamasında yaşanan siyasal, sosyal, kültürel değişimin ve koşulların da önemli rol oynadığını göz ardı etmemek gerekir. Konuyla ilgili, Cansever’in “Gül Dönüyor Avucumda” adlı kitabına alınan Ahmet Aktay’ın iki yazısı başvuru kaynağı olabilir.
Arayışa devam
İkinciyeni şairlerinin belki vurgulanması gereken özelliklerinden biri de arayıştan hiçbir zaman vazgeçmemiş olmalarıdır. “Şiirin Evliye Çelebisi” olarak anılan İlhan Berk değil yalnızca, dalganın öncüsü tüm şairler şiir arayışını sürekli kılmışlardır.
Edip Cansever de şiir arayışını sürekli kılan şairlerdendir. Modern Türkçe şiirin yerleşik şiir dilini, algısını, beğenisini altüst eden 1957’de yayımlanan “Yerçekimli Karanfil”, dönemin genç şairinin, yalnızca yeni bir şiirin arayışında olduğunu değil, kanının nerede kaynadığını, canının nerede yandığını, dilinin nereleri kurcaladığını da kaydeder. Alıntıladığımız şu bölüm “Yangın” başlıklı şiirden:
Sizi görmüyor muyum dikkat! trenlere çikolata yediriyorum
Bunu her zaman yapıyorum akılla oynamak yani
Öyle trenler var ki, insanı şımartıyor;
Çıkıp kuruluyorum pencere yanına gel keyfim gel
Gidip duruyorum böylece, adımı bileceksiniz; çok ülkeli adam
Üstelik daha kalkma saati gelmeden trenlerin ...
O da haksızca suçlanmıştır
Toplu yapıtlarına eklenen daha önce yayımlanmamış şiirlerini de katarak değerlendirdiğimizde Cansever’in, kendini anlatırken insanı anlattı diyebiliriz. Hangi insanı diye sorulabilir. Tekil insanı ya da birey durumundaki insanı. İnsanın birey olma halini, sıkıntısını, yalnızlığını, açmazını, çıkmazını anlattı. Toplum içindeki bireyi anlattı. Doğa içindeki bireyi anlattı. Bireyin doğasıyla ilişkisini anlattı. Toplumla ilişki içindeki bireyi anlattı. Toplumla ilişkisini koparmış bireyi anlattı. Kalabalığa karışan, ama kalabalıkta kaybolamayan bireyi anlattı. Sokaktaki bireyi anlattı. Bireyi anlatırken hem toplumu anlattı, hem mekânı, yani kenti anlattı. Ancak toplumu da, kenti de anlamaya açık bir dille anlattı. Bireyi dinleyen, duyan bir dille anlattı. Kısaca meselesiyle barışık, meselesiyle çatışmadan; anlamak, çözümlemek isteyen, duyan, duyduğunu duyurmayı amaçlamış bir dille anlattı. Anlatacağı konular, temalar, izlekler için yeni şiir forumları bularak anlattı. Düşüncesini somutlayarak anlattı. Dilinde, imgelerinde nesnel karşılık kurarak anlattı diye de eklemeliyiz. Mustafa Öneş’le söyleşisinde dile getirdiği nesnel karşılık konusundaki şu sözünü de aktaralım: “Eliot’un nesnel karşılık kuramına çok önem verdim.”
Cansever’in şiirlerinde ötekileri, kadınları, çocukları, doğayı, kenti buluruz. Ezilenleri, emekçileri, acı çekenleri buluruz. Bireysel trajediler ön plandadır. Ama değindiğine değinirken incitmeyen bir dil de buluruz. Onun şiirlerinde dikkati çeken inceliğin de kaynağı olan dil. Bunlar önemli. Bunlar niye önemli…
İkinciyeninin diğer şairleri gibi o da haksız suçlamalara maruz kalmıştır. Diğer İkinciyeni şairleri için öne sürülenler onun için de söylenir. Onun da halktan, yaşamdan, dünyadan kopuk olduğu, şiirlerinin gerçeklerden, hayatın sorunlarından kaçtığı iddia edilir. Buna karşın o, büyük bir direnç göstererek, şiirde kalarak şiir yapmayı sürdürmüştür. Şiiri oluşturduğu ilkeleriyle duymuş, yaşamı, dünyayı şiir merceğinden bakarak, görerek düşünmüştür. Öyle ki düşünme biçiminin belirleyicisinin şiir olduğunu şu sözüyle açıklamak olası: “Şiirle düşünmek! Yalnızca buna inanırım. Şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. Felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar.”
Edip Cansever ne yaptı sorusunun karşılığı aslında şu cümle, “Şiirlerine bak ayna” olabilir.
Şiir arkadaşlıktır
Şiir arkadaşlıktır. Bunu niye söylediğimizin açıklamasını şairin, sondan bir önceki alıntımız olan şu şiirinde bulmak olası.
Şairin Turgut Uyar için yazdığı ve ilk kez Ekim 1985’te Gösteri dergisinde yayımlanan “Turgut Uyar” başlıklı şiiri okuyalım:
Kocaman bir avlunun ortasında durdu durdu
İçindeki bomboş avluya bakarak
Gökyüzünden arada bir oraya
Ölü bir kuş ya düşüyor ya düşmüyordu.
Görseydi içinin olmadığını
Çekip onca çelenkten bir sap karanfili
Koymak ister miydi hiç
Bu ikindi vaktinin hırçın vazosuna.
Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de
Dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza
Su içse suya benzerdi biraz
Konuşsa
Üç beş kişi birikirdi herhangi bir köşebaşında
Yolu düşse de başka mor-sarı bir akşam kahvesine
Ne kadar eşleşirdi Van Gogh’un bakışıyla.
Sevgiler gönderirdi nedense utanırdı da bundan
Gönderir gönderir geri alırdı bir gücenikliği sonra.
Dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki
Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik
İki tek votka içtik varmadan Aşiyan’a
Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık
Az sonra kalkıp gitti o
Kalakaldım ben oracıkta
Kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk
- Garson! bize iki tek votka daha.
Şairin bugün 39. ölüm yıldönümü (8 Ağustos 1928 - 28 Mayıs 1986). Daha önce yaptığımız 28 Mayıs’ın “Şairler Günü olması çağrımızı yineleyerek Cansever’e saygı ve selamlarımızı sunuyor, yazımızı onun dizeleriyle noktalıyoruz.
Şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse
O zaman ölünce de şiirler yazar insan
Ölünce de yazdıklarını okutur elbet