Doğan Özgüden
Öcalan'ın tutuklanmasında ABD'nin kirli rolü...
İmralı'da yıllardır yasalara ve de Türkiye'nin de imzacısı olduğu uluslararası insan hakları bildirgelerine aykırı şekilde avukatları ve aile mensuplarıyla dahi görüşmesi engellenen Abdullah Öcalan'ın tecridine son verilmesi, iktidarın aşırı milliyetçi ortağı Devlet Bahçeli'nin sürpriz bir açıklamasıyla gündeme geldi.
Ancak Kürt halkının desteğiyle seçilmiş olan belediye başkanlarını, tıpkı geçen dönemlerde olduğu gibi, kayyım'a kurban ederek, hattâ zındana atarak başlatılan yeni terör kampanyası da gösteriyor ki, "Öcalan'ı Meclis'te konuşturma" önerisinin asıl amacı Kürt ulusal direnişinde bölünmelere yol açmak, iktidarın önerdiği anayasa değişikliklerini Meclis'ten geçirip Recep Tayyip Erdoğan'ın önümüzdeki seçimlerde yeniden cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamaktır.
Yıllardır yazıyoruz, Türkiye'de Kürt sorununun gerçekten çözümü isteniyorsa, devlet Kürt ulusal direnişinin tüm siyasal güçlerini, TBMM'nin üçüncü büyük partisi DEM'i, Kürt varlığı olan tüm ülkelerde örgütlü Kürdistan Toplulukları Birliği (KCK)'yi ve bittabi PKK'nın kurucu lideri Abdullah Öcalan'ı birlikte muhatap alarak masaya oturmalıdır.
Bunun gerçekleşmesi için de, Abdullah Öcalan'la aynı zamanda Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ da özgürlüğe kavuşturulmalı, sürgündeki KCK temsilcilerinin de tutuklanma tehdidi olmaksızın Türkiye'ye girişleri sağlanmalıdır.
Ancak Türkiye'nin mevcut iktidar kompozisyonunun böylesi gerçekten barışçıl açılımı başlatması hiç de olası görünmüyor...
Cumhurbaşkanı Erdoğan değil miydi bundan dokuz yıl önce, üstelik İmralı zindanındaki PKK lideri Öcalan'ın da fiilen katıldığı çözüm sürecini, Dolmabahçe de bir mutabakata varılmış olduğu halde, masayı tekmeleyerek sona erdiren?
Erdoğan'dan öncesi de var... Bundan tam 26 yıl önce dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel değil miydi komşu Suriye'yi PKK lideri Öcalan'ı sınırdışı etmeye zorlayan, ardından da ABD Cumhurbaşkanı Clinton'un da desteğiyle komplo kurarak Kenya'da tutuklattıran?
Kürt ulusal direnişinin sesini dünyaya duyurmak üzere 1995'te Belçika'da kurularak Kürtçe ve Türkçe yayın yapan Med TV’nin birçok programına katılmış, Öcalan’ın ve Türkiye’deki Kürt siyasetçi ve aydınlarının da telefonla katıldığı tartışma programlarında yer almıştım. Öcalan’la soru-yanıt şeklinde diyaloglarımız olmuştu.
ÖCALAN'IN 26 YIL ÖNCEKİ BARIŞÇIL ÇÖZÜM ÇAĞRISI
28 Ağustos 1998'de telekonferans programının yöneticisi Günay Arslan telefon ederek o günkü programda Öcalan’ın önemli bir barış çağrısı yapacağını, bunun için programa tüm medyayı çağırdıklarını söylemiş, mutlaka benim de katılmam için ısrar etmişti.
Anımsadığım kadarıyla programa benim dışımda Kürt medya temsilcilerinin yanısıra NTV, ATV, Milliyet, İhlas Haber Ajansı’ndan muhabirlerle birlikte birçok da yabancı medya mensubu katılıyordu.
Öcalan açış konuşmasında silahlı çatışmanın her iki taraf için de kalıcı bir çözüm getiremeyeceğini vurgulayarak Türk Devleti ile her türlü barışçıl çözüm için görüşmeye ve ateş kes yapmaya hazır olduklarını duyurmuştu.
Oysa o günlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. yılını kutlama hazırlıkları aşırı milliyetçi gösteriler haline dönüşmüş, histeri derecesinde bayrak, vatan ve milli marş, onuncu yıl marşı, Atatürkçülük yüceltmeleri yaşanmaktaydı.
Ayrıca o sıralarda Türkiye seçim atmosferine girmiş bulunuyordu... Seçim kampanyaları döneminde en güçlü partilerin dahi Kürt ulusal hareketi ile siyasal diyalogu önerecek bir yaklaşımdan kaçınacakları şüphesizdi. Seçim kampanyasının en azından Mayıs'a kadar süreceği, hatta Mayıs'tan sonra koalisyon pazarlıkları nedeniyle bu gerginliğin daha da uzun süreceği göz önünde tutulursa, böyle bir ateşkes çağrısına siyasi çevrelerden olumlu yanıt beklemek gerçekçi olabilir miydi?
Bunları anımsatarak Öcalan'a sormuştum: "Bu ortamda Türk Devleti'nin Kürt ulusal hareketi ile siyasal çözüme yaklaşması beklenebilir mi?"
Öcalan da yanıt olarak 75. yıldönümünü kutlayan cumhuriyetin de kendi bekası için Kürt sorununa çözüm bulmak zorunda olduğunu, bu bakımdan barış çağrılarına olumlu yanıt almayı umduğunu, 20. yüzyılın bu son yıllarında herhangi bir çözüme kavuşturulamadığı takdirde 21. yüzyılda daha büyük sorunlarla karşılaşılacağını belirterek şöyle demişti:
"Şüphesiz savaşı geliştirmek isteyen çevreler, ağırlıkta şoven çevreler, çok güçlü siyasi partiler yarış içerisinde bulunacaklardır, bu doğrudur. Hatta provokasyon yapacaklardır. Ama realiteler provokasyanlardan, demagojilerden daha güçlüdür. Kaldı ki, bizim daha tutarlı bir yöntemi öne sürmemiz ne bir zaafımızdır, ne de savaşa dayanmama gibi bir durumdur. Ben aynı zamanda vicdani ve ahlaki bir sorundan da bahsediyorum burda. Bir Dünya Barış Gü- nü dolayısıyla böyle bir girişimde bulunmak ne zayıflığımıza işarettir, ne de hayalciliğimize. Duyarlı çevrelere bir mesajdır. Belki anlarlar, iyi olur. Bundan da hiç kimse kaybetmez. Gerçekten Türkler de kaybetmez. Kaybedecek tek kişi, bu işin rantıyla uğraşanlardır. Bunun dışında herkes kazanacaktır diye düşünüyorum. Başarılı olursa biz bundan memnunluk duyarız. Başarılı olmasa da meşru savunma hakkımızı kullanmasını, askeri olarak daha derli toplu bir biçimde, daha başarılı bir şekilde savaşmasını da bilecek konumdayız. Ve hatta dediğim gibi askeri olarak da işleri asıl bundan sonra daha dilediğimiz gibi yürütebilecek konumdayız."
Programdan ayrılırken son derece düşünceliydim. Öcalan’ın barış girişimini desteklemek için PKK de silahlı eylemlerini uzun süredir durdurulmuştu. Ama Ankara’daki faşist yönetimin lügatında hiçbir zaman barış olmamıştı.
ÖCALAN'IN ÇAĞRISINA DEVLETİN TERÖRLE CEVABI
Nitekim 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Öcalan’ın barış önerileri Türkiye gündemini işgal ederken MGK’nin PKK konusunda Suriye’ye baskı yapma kararı aldığı duyuldu. Bunu 15 Eylül 1998’de de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Attila Ateş’in Suriye sınırında yaptığı tehdit konuşması, ardından da 1 Ekim’de Cumhurbaşkanı Demirel’in Meclis açış konuşmasındaki tehditleri izleyecek, 9 Ekim’de de Esat Hükümeti’nin zorlamasıyla Öcalan yıllardır örgütünü yönettiği Suriye’den ayrılmak zorunda kalacaktı.
Öcalan’ın, 15 Şubat 1999’da Kenya’da Amerikan gizli servislerinin yardımıyla tutuklanıp Türkiye’ye getirilmesine kadar geçen dört aya yakın sürede sığındığı Yunanistan, İtalya ve Rusya'dan bir takım sudan bahaneler uydurularak sınırdışı edilmesi bu ülkelerin yöneticileri açısından utanç vericiydi.
Hiç unutmam... Albaylar Cuntası döneminde Belçika’ya sığınmış olan, demokrasiye geçişten sonra Atina Haber Ajansı’nın Brüksel muhabirliğini yapan Yunanlı bir gazeteci arkadaş Öcalan’ın Yunanistan’dan sınırdışı edildiği akşam bana ağlayarak telefon etmişti: "Doğan, bugün Atina’da olup bitenler tek kelimeyle utanç verici… Halkım adına özür dilemek için telefon ediyorum."
Tüm bu gelişmeler olurken iktidarda Anavatan Partisi, Demokratik Sol Parti ve Demokratik Türkiye Partisi'nin oluşturduğu Anasol-D Hükümeti bulunuyor, Başbakan Mesut Yılmaz'ın yanında Başbakan Yardımcısı olarak 70'li yılların başında tüm solun umut bağlamış olduğu, Kıbrıs fatihi Bülent Ecevit yer alıyordu.
Ama Abdullah Öcalan'ın en son bulunduğu Yunanistan'dan Kenya'ya gönderildiği ve orada CIA'nın desteğiyle Türk istihbaratı tarafından tutuklandığı günlerde başbakanlık koltuğunda artık Demokratik Sol Parti lideri Bülent Ecevit oturuyor ve Öcalan'ın tutuklanıp Türkiye'ye getirilişini, Kuzey Kıbrıs'ın işgalinden tam 25 yıl sonra, Türk kamuoyuna yeni bir "ulusal zafer" gibi duyuruyordu.
Öcalan'ın isminin, Kenya'da tutuklanıp İmralı'ya ömürboyu hapsedilmesinin üzerinden tam 25 yıl geçtikten sonra islamo-faşist iktidar tarafından kirli politik hesaplar için kullanılmaya başlandığı bugünlerde, eski İtalya Başbakanı Massimo D'Alema'nın gazeteci Erem Kansoy'a o tutuklamada Demirel-Ecevit yönetiminin destekçisi olan ABD Cumhurbaşkanı'nın rolü üzerine yaptığı ayrıntılı açıklamalar ne yazık ki medyada yeterince duyurulmadı.
Öcalan 9 Ekim 1998'de Suriye tarafından dışlandığında uçakla ilk olarak Yunanistan'a gitmiş, ancak iltica talebi kabul edilmeyerek ülkeyi üç saat içinde terketmesi söylendiği için özel jetle Moskova'ya geçmişti. Öcalan'ın Rusya'ya iltica talebi 4 Kasım'da Duma tarafından onaylandığı halde, Rusya Hükümeti kendisini ülkeyi terketmeye zorlamış, bunun üzerine İtalyan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi'nin bir üyesi Moskova'ya gelerek Öcalan'ı sahte pasaportla 12 Kasım'da Roma'ya götürmüştü.
Öcalan İtalya'da iken Türk Devleti hem ülkede, hem de Avrupa ükelerinde İtalya aleyhine şiddet de içeren gösteriler düzenliyor, İtalyan ürünlerine Türkiye'de boykot uygulanıyordu... Avrupa'daki şiddet uygulamalarından birinde de Brüksel'deki Kürt Enstitüsü ile aynı sokaktaki bir Kürt derneğinin lokalleri hedef alınmış, üç hilalli bayraklar taşıyan saldırganlar Belçika polisinin gözleri önünde iki kuruluşun da lokallerini ateşe vermişlerdi. Saldırganlar daha sonra yan sokakta bulunan İnfo-Türk lokaline yönelmişler, ancak olayı izleyen gazetecilerin müdahalesi üzerine uzaklaşmışlardı.
ÖCALAN'IN TUTUKLANMASİNDA ABD'NİN KİRLİ ROLÜ
D'Alema'nın röportajda ayrıntılı şekilde anlattığına göre, İtalyan Hükümeti daha güvence altında olacağını düşünerek Almanya'dan Öcalan'ı kabul ederek mülteci statüsü tanımasını istemiş, ancak Türk Devleti'nin isteği üzerine bir Alman mahkemesinde Öcalan aleyhine "cinayet sanığı" olarak dava açıldığı gerekçesiyle bu talep reddedilmişti.
Bu arada ABD devreye girmiş, D'Alema'nın anlattığına göre Başkan Clinton kendisini telefonla arayarak "Öcalan'ı Türkiye'ye verin" diye dayatmıştı.
Röportajda D'Alema konuşuyor: "Evet, bunu Başkan Clinton bana söyledi ve biz de cevap olarak ‘hayır’ dedik. ABD ile müttefik olup da onlara 'hayır' demek inanın hiç de kolay değildir. Kesinlikle bana inanın bu hiç de kolay değildir. Amerika 'Bunu yapmak zorundasın' dediğinde, İtalya içerisinde gazeteler, politik liderler, birçok insan 'Evet Amerika'nın talebini yerine getirmeliyiz' diye ayaklanmıştı... Biz İtalya'yız ama Amerika Birleşik Devletleri'nin müttefikiyiz. Biz Türkiye ile birlikte NATO'nun bir parçasıyız. Baskıya direnmek ve ABD'ye 'hayır' demek kolay değildi bizim için."
D'Alema bu söyleşisinde, Öcalan'ın hapiste ve tecritte tutulmasının insan haklarına aykırılığını vurgulayarak Kürt sorununa bir an önce barışçıl bir çözüm getitirilmesi gerektiğini de vurguluyor.
Evet, İtalya'da daha fazla kalması mümkün olmayan Öcalan, 31 Ocak 1999'da bir kez daha uçakla Yunanistan'a geçecek, oradan CIA ile işbirliğindeki Yunan Milli İstihbaratı'ndan bir ajanın refakatinde 2 Şubat 1999'da Nairobi'ye götürülerek Yunanistan'ın Kenya Büyükelçiliğine geçici olarak yerleştirilecekti, oradayken Yunanistan'a siyasi sığınma talebinde bulunsa da bu talebine bir cevap alamayacaktı.
15 Şubat 1999'da Yunan büyükelçi Öcalan'a seçtiği bir ülkeye gitmekte serbest olduğunu ve Hollanda'nın kendisini kabul etmeye hazır olduğu yalanını söyleyecek, Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportuyla Kenyalı yetkililerin gözetiminde büyükelçilikten Nairobi hava alanına götürülecekti.
Öcalan hava alanına vardığında Türkiye'den iş insanı Cavit Çağlar'a ait özel uçakla gelen Engin Alan'ın komutasındaki özel kuvvetler ekibi tarafından tutuklanarak Türkiye'ye götürülecekti. İstanbul Atatürk Havalimanı'nda yakıt ikmali yapılan uçak, ardından Bandırma'daki askeri üsse uçacak, buradan Bursa açıklarındaki Deniz Kuvvetleri'ne ait bir hücumbota bindirilerek İmralı'daki özel hapishaneye konulacaktı.
Öcalan tam 25 yıldır bu zindandadır ve çoğunca da insanlık dışı bir tecrit altındadır.
Türk Devleti Kürt sorununa gerçekten bir çözüm getirmek, Kürt ulusuna ana yurdunda özgürce ve eşit haklarla yaşama hakkını teslim etmek niyetindeyse, önce bu tecridi kaldırmalı, ardından Abdullah Öcalan'la aynı zamanda Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ'ı özgürlüğe kavuşturmalı, sürgündeki KCK temsilcilerinin de tutuklanma tehdidi olmaksızın Türkiye'ye girişlerini sağlamalıdır.
Bunlar sağlanmadıkça tüm "açılım" söylemleri cumhurbaşkanlığı süresini uzatma hesabına dayalı ucuz manevralar olmaktan ileri gidemeyecektir.