Şahap Eraslan
Öldürmenin şölenini yaptılar Madımak'ta
İnsanların hayatında ömür boyu izler, yaralar, incinmeler bırakan olaylar vardır. Bu olaylarla yüzleşmeden, duygularıyla yeniden ilişkilenmeden üzerini örtmek, onları geride bırakmak ve kendine yeni bir sayfa açmak mümkün değildir. Eğer bu yüzleşme ve duygulanımlar olmazsa hiç olmadık yerde karşımıza çıkar ve kendini tekrara zorlar. Yaşadığımız olayı başka biçimlerde, bazen deforme şekilde yeniden yaşarız. Toplumlarda da böyle kültürlerinden kolektif ruhlarında derin izler bırakan olaylar vardır. Bunların travmatik etkisi vardır ve bu etkiden kaçmaya çalışmak travmayı kalıcı ve sonsuz yapar. Bana göre bizim kolektif bilinç ötemize bırakılan dertler Osmanlı’nın son dönem travmaları, Ermeni Katliamı, Kürt İsyanları, cuntaların yaraları... Bu yaraları sembolize eden olaylar... Hrant’ın ayakkabısı, Tahir’in sokak ortasındaki cesedi, Berkin’in pala kaşlı fotoğrafı... Ve ruhsal kirlenmemize yol açan Madımak’ın dumanı.
SİVAS’IN DIŞ DÜNYADAKİ HABER DEĞERİ İTLERİ VE ZULMÜDÜR
Bu kentin binlerce yıl öteye uzanan bir tarihi var. Bazen istila edilmiş, bazen döşünde cenkler yapılmış, bazen yenenlerin bazen de yenilenlerin yurdu olmuş. Bir dönem Hititliler, başka bir dönem Medler yaşamış… Bir ara Romalı olmuşlar, başka bir zaman Danişmendli, sonra biraz Kürt, biraz Alevi, biraz Sünni ve biraz Türk olmuşlar… Sonra bu kentin bayrağına mutlaka ve mutlaka “hakiki Türk” yazmak isteyenler gelmiş… Cumhuriyeti kuranlar burada toplanmış, Koçgiri de bu coğrafyada yaşanmış. Adı Sebaste olmuş, Sipas olmuş, Megalopis olmuş. Kısacası Sivas olması yeni bir hikaye. Bu eski, aynı zamanda çeşitli travma ve sevinçlerin anlatıldığı karışık bir hikaye.
Toprakları çok verimli değildir. Her ne kadar lokal patriyotik söylemlerde “Gardaş Suvaslıyık” dense de nankördür toprağı, doyurmaz. Bu yoksulluktandır her bir yana göçümüz. “Vatanımız, yurdumuz” nostaljisi aslında köy romantizmimizle de ilişkili. Bu romantizm özellikle çalınan sazlarla ve bu topraklarda bestelenen türkülerle beslenir. Aslında Sivas ağırlıklı olarak Alevi Türkülerinde anlamlı ve güzeldir. Bu türküleri kültürden çekseniz söylenecek başka türkü kalmaz duygusu olur bazen. Sivas’ın dış dünyada haber değeri ise itleri ve zulmüdür. Kangal köpekleri, Koçgiri, Sivas olayları, insan yakmaları…
“YANANLARDAN MISIN, YAKANLARDAN MI?”
Bizi yabancı ve yabancılık tedirgin eder. Bir otobüs yolculuğunda yanımıza oturanla hemen tanışık olmaya, onu yabancı olmaktan çıkarmaya çalışırız. Yabancı, tedirginlik ve güvencesizlik demektir. Bu nedenle sorarız: “Nerelisin hemşerim?” Bu sorunun amacı o yabancıyla yakınlık kurmaktır. Ve zaten konuşmaya başlamak yakınlık aramaktır ve henüz ilk cümledeki “hemşerim”de de yakınlaşma vardır. Bu sorularla aslında yabancının etnik, kültürel ve dinsel koordinatlarını çıkarırsınız. Yanındaki Dersimliyse çoğu kez kendini gizlemek için belki başka nedenlerle “Tunceli” cevabını verir. Burada bu insanın büyük bir ihtimalle Alevi, belki Kürt, belki de Zaza olduğunu anlarsınız. Bazı coğrafyalar karışıktır. Tokat mesela. Onun için daha ayrıntılı sorular sormak, onunla ortak kontekstler bulmak ve onu zararsız bir yabancı haline getirerek ilişkilenmek için çabalarsınız. “Haa, bizim dairede de bir arkadaş var, o da Tuncelili. Ben severim Tuncelileri; tabii onlar da insan” gibi.
Aleviliği ve Kürtlüğü sevmiyorsanız ya dönüp diğer yandaki yolcuyla sohbet edersiniz ya da bu Tunceliliyle başka ortak yanlar bulmayı denersiniz. Eğer kontekstleriniz çok yakınsa biraz sonra bu insan Dersimli olur, daha sonra da başka özelliklerini sanki saklıyormuşçasına açığa çıkarır. Sivaslı olduğum için ben de benzer diyaloglar yaşadım. Madımak’tan sonra radikal bir değişim oldu. “Sivaslıyım” dediğimde bazen insanı alt üst eden o soru geliyor: “Yananlardan mısın, yakanlardan mısın?” Kafanızda onlarca soruyla, belki varacağınız yere dair ya da birazdan kavuşacağınız insanlarla kavuşma anı senaryosu kafanızdayken, sevinçlerin provasını yaparken, ya da okuyacağınıza sevindiğiniz o roman aklınızdayken… İşte hiç beklenmedik bir yerde, hiç beklenmedik bir anda, hiç tanımadığınız birinde karşınıza çıkan şeydir Madımak! O kadar yıl geçti, bir harami gibi yolumuzu kesen, bir eşkıya gibi bizi çaresiz bırakan bir hikayedir…
İnsanlar kayıplarının yasını tutarlar. Yas tutma kültürlerde ritüelize edilir. Bu ritüeller yas tutma süreçlerini kolaylaştırır. Ritüeller bilindiğinden dolayı insanlar bu süreçleri tanırlar ve bu durum beklenmedik olayları engeller. Ritüeller yasın kontrollü bir biçimde tutulmasını da mümkün kılar. Tutulan yas bir rahatlamayı, hayatı normale döndürmeyi sağlar… Sivas’ın yası tutulamıyor, çünkü faillerin bu yas tutma sürecine sürekli olumsuz etkileri var. Yas tutulurken olayın dışındakilerin yasa karşı saygılı bir tutumları vardır. Bir komşunuz öldüğünde siz de bir süre bir yakınınız ölmüş gibi davranarak yas tutanı rahatsız etmemeye özen gösterirsiniz… Fail taraftarlarının ve devletin dolaylı ve dolaysız şekillerde failleri koruyucu ve mağdurları suçlayıcı tavrı yas tutmaya engel oluyor ve yeni yaralar açıyor. Tutulamayan yaslar bitirilemiyor ve yas kalıcı hale geliyor. Yani bizler sürekli yas halindeyiz ama yas tutamıyoruz.
MADIMAK ERMENİCE BİR SÖZCÜK
Tutulan yaslardan sonra insanlar yitiklerini hayatlarına entegre ederler, kendilerinin bir parçası yaparlar ve bir dönem sonra acı biter. Sivas sürekli olan ve yenilerinin eklendiği bir acıdır. Sivas faillerinin avukatları parlamentoda insanlık dersleri veriyorlar. Pamuk Dede festivalleri düzenleniyor. Kısacası yeniden ve yeniden katlediyorlar sembolik olarak. Amacım o gün orada olanların ve onların yakınlarının acısının önüne kendi acımı geçirmek değil. Ama şu bilinsin isterim: Yıllar önce o insanlar katledildiler, öldüler ve bitti. İşte hala bitirilmesine izin verilmeyen, bu nedenle de bitirilemeyen konular var. O kadar insanı katletmeleri ve bunca zulüm bu insanların öfkelerini ve hınçlarını bitirmiyor. Hala birileri “Ben de oradaydım, suçluyum, pişmanım” demedi. İntikam değil peşinde olduğumuz, adalet.
Yaşanmış olanı yaşanmamışçasına eski haline getirmek değil ki! Bir duygu sadece. Sürekli özlenen ama ele geçmeyen şey. Adalet ölenleri geri getirmez biliyorum... Bizim için adalet faillere “neden”i sormak. Fail sandalyesine oturtup suçlu ve masum arasındaki o kalın çizgiyi çekerek ve yüzlerine bakarak sorularımıza yanıtlar aramak. Sorularımıza yanıt aramaktır adalet. Hâlâ herkes masum. İşte bu suç bilincinin oluşmaması, hala inkar edilmesi yas tutmayı ve bu defteri kapatmayı zorlaştırıyor. Bunun bir başka anlamı da şu: Devlet ve bu insanlar fail kültürünü geliştiriyorlar ve benzer olayları da yapmaya çok yatkınlar. Bu kültür sadece Sivas'ta değil tüm ülkede canlı tutuluyor. Hatırlamak yas tutma sürecine dahildir. Bu süreci bozan hatırlamak değil hatırlatılmak, hem de faillerin hatırlatması. Yani hatırlamak yas tutma sürecinin gereği olarak yaşanmıyor; dışarıdan, bilhassa fail tarafından hatırlamaya zorlama durumu söz konusu. Bu da yas tutma sürecini zorlaştırıyor ve yası bitirilemez hale getiriyor. Bu, mağdurlarla özdeşleşen insanlara bir tehdit adeta.
ALEVİLERDE NEFES CANDIR AMA MADIMAK’TA CANLARIMIZ NEFES ALARAK ÖLDÜLER
Alevi anlatılarında nefes sadece havayı teneffüs etmek değildir. Felsefi ve gizemli bir anlam ve derinlik vardır. Nefes ve can birbirine çok yakın dururlar. Nefesle canlılığı tespit edersiniz. İnsanlar çağlar boyunca insanların nefes alıp almadıklarından yola çıkarak ölümü tespit etmişler. Nefes almak yaşamaktır yani. Dünyayla tanışıklığımız nefesle başlar ve nefes olmayınca biter. Yaşamda en çok gereksinim duyduğumuz ve kullandığımız elementtir nefes. Nefes candır. Sadece anne karnındayken nefes almadan ve ciğerlerimiz dolmadan yaşarız. Sonrasında canlı olma halimiz nefese bağlıdır. Yoldaşlarımız nefes almışlar, nefes vermişler. Ciğerleri dumanla dolmuş. Nefesle boğulmuşlar.
Bir insanın boğazı sıkılıp nefesi kesildiğinde öldüğünü filmlerden biliyoruz. Denizlerin anlatılarında kurguladık boyuna dolanan urganı ve ölümü. Ama nefes alarak, ama dumanla boğulmanın fantezisi bile yoktu bende. Fantezilerde ve hayal gücümüzde yeri olmayan bir şekilde öldü yoldaşlarım. Sivaslılar bize bu vahşetin çıldırtan hayalini kurdurdular. Ateşi alevlendirmek için üfleriz. Asım Bezirci nefes alıp verirken, havaya hasretken ve üflerken çoğalmış mıdır alevler? Yeryüzünde bu kadar çok olan hava ve Madımakta havasızlıktan boğulan yoldaşlarım... Uzmanlar oksijen olmayınca söner diyor yangın. Yani yangın havaya bağlıymış. Ateşi söndüren havasızlık insanı da öldürürmüş. Daha sonra alevi Sivas’ta söndürdüler...
İNSAN OLMAYA DAİR BİR YOK ETMEDİR SİVAS
Yunan mitolojisinin en bilinen öykülerinden biridir Prometheus; ateşi insanlar için çalmıştır. En büyük tanrı Zeus onu bu nedenle sonsuza kadar cezalandırmıştır. Bazı kültürlerde ateşin tanrısı var. İslam’ın anlatılarında ateş en büyük cezanın elementidir. Tanrı’nın cehennemindeki en ağır ceza. Antropolog James Frazer bazı “ilkel” kültürlerdeki ateşe dair mitolojik anlatılara dikkatimizi çeker. Çeşitli kültürler ateşe sahip olmayla insan olmak arasındaki ilişkiyi vurgularlar. Ateşi kullanmak ve yemek pişirmek insanla hayvan arasında farkı yaratmıştır. Birçok kültürde ateşe tanrısal anlamlar yüklenir ve ateşten yıkıcı ve yok edici gücünden ötürü de korkulur. Doğada ateş yok ederken aynı zamanda yeniye olanak verir. Afrika savanalarında ateş kurumuş otları yakar ama taze otlara, yani yeni yaşama da alan açar... Johan Goudsblom yaptığı kapsamlı çalışmasının adını “Ateş ve Uygarlık” (1992, Feur und Zivilisation, Springer Verlag) koymuştu...
Norbert Elias Uygarlık Süreci kitabında, uygarlığın nerede başladığının kesin olarak bilinemeyeceğini söyler. Buna rağmen Goudsblom ateşin kullanılmasının uygarlıktaki en önemli sıçrama noktası olduğunun altını çizer. Ateş vardı; çakan şimşekler ve sürtünmeler ateşi ortaya çıkardı etti. Ama her ateş bir gün geldiğinde sönüyordu. İnsan doğayı denetleyerek uygarlaşıyordu. Ateşi kontrol edebilmek, ateşin zararını engellemek, ateşten yararlanmak, ateşi kullanabilmek bu anlamda uygarlıkta en önemli sıçramalardan biri oldu. İnsan daha sonra ateşi silaha da dönüştürdü, hem hayvanlara hem de başka insanlara karşı... Ateş ve alev... Uygarlığın başladığı yer. Ve Madımak... Uygarlığı başlatan ateş uygarlığı bitirdi. Sadece “Allahu Ekber” değildi söylenen ve yoldaşlarımız değildi yok olan. İnsana, insan olmaya dair bir yok etmedir Sivas...
UYGARLIĞI VE İNSAN OLMAYI KATLETTİLER SİVAS’TA
Alevin büyüleyici bir yanı var. Kış geceleri şömine karşısında oturanlar, sahilde ateş yakanlar ateşi izleyerek eğlenirler de. Alevi izleyenler içlerini ısıtırken fantezilerini çoğaltırlar. Alevler yaksa da, yok etse de umuda ve yeniye bir yoldur aynı zamanda. Ateş gibi yıkıcı bir gücün kontrol edilememe ihtimalinin yarattığı korku ile bu korkulan objeyi denetleyip ıslah edebiliyor olmanın yarattığı güçlülük duygusunun, hatta mutlak güç fantezisinin kesiştiği yerde oluşan bir keyiftir de. Ateş çok yıkıcıdır ve yaktığı şey geri dönüşümsüzdür. Amaçsızdır ve kendini üretir, yayar. Bir çarpışma, bir vuruşma onarılabilirken ateş arkasında sadece kül ve deforme olan eşyalar bırakır. Ateş kül edene kadar sürer. Vahşi bir doğa faciasıdır.
Ateşle uygarlıkta yol alan insan, insanı yakmayı da icat etti. Ortaçağ’da yakılan cadılar... Ölüm cezasının (Todesstrafe) tarihini inceleyen Karl Bruno Leder, ateşe vererek öldürmenin ateşin özelliklerinden kaynaklandığını yazar. Birçok öldürme biçimi geride ceset bırakır. Kötü ruhlu insanlardan kurtulmak ya da cadılığı yok etmek isteyenlerin, cesetten ve dolayısıyla suçladıkları insanların her şeyinden kurtulmak için onları yaktıklarını anlatır. Zamanla ölüm cezalarında bir ‘hümanistlik’ oldu. Bazı öldürme biçimleri, mesela giyotin, elektrikle idam ve asarak öldürme kaldırıldı. Bazı ülkelerde idam cezası tümüyle kaldırıldı. Mesela idam edilecek insanlara ABD’de ölüm anında acı çekmesinler ve ölme süresi uzamasın diye iğne vuruluyor... Kısacası biri(leri)ni yakmak ilkel dönemlere ait bir ceza. Günümüzde dünyadaki eğilim, ölüm cezaları şayet uygulanıyorsa ölüme en kısa zamanda gidilen yöntemleri kullanmak yönünde. Yakarak öldürme yüz yıllardır devletler tarafından uygulanmıyor. Acımasız, uzun süren, vahşi bir ceza! Sivas’ta bizi yüz yıllar öncesine, hem de en büyük vahşete götürdüler. Uygarlığı, insan olmayı katlettiler Madımak’ta...
SİVAS’TA ÖLDÜRMENİN ŞÖLENİNİ YAPTILAR
Taş ve sopa ilk silahların kullanıldığı dönemlerde öldürmek, bedensel yakınlığını, dokunmayı, göz göze gelmeyi, öldüreceğiniz insanın nefesini ve sesini duymayı gerektiriyordu. Beden bedene bir kavgaydı yani. Geliştirilen silahlar dövüştüğümüz insanla araya mesafe de getirdi. Önceden yakınlık, silahın (mızrak, kılıç) uzunluğu kadardı. Artık roketler ve uçaklarla sürdürülen öldürmelerde düşmanları görmüyor, duymuyorsunuz. Öldürmek teknik bir mesele artık; çayınızı içerken bir düğmeye basarak onlarca, binlerce insanı öldürebiliyorsunuz. Bu aradaki mesafe öldürme tabusunun oluşturduğu tereddüdü ve frenlemeyi de minimalize etti. Öldürmek artık öldürülen insanın ölme sürecine tanıklık etmeden, ölümü görmeden yapılmaya başlandı. İşte Sivas, insanların duyarak, görerek, dans ederek ve tekbirler getirerek öldürmeyi yaşadıkları bir yerdir. Öldürmenin şölenini yaptılar Sivas'ta.
Tarihte unutulmayan yangınlar vardır. Roma yangını daha sonraları birçok insana projeksiyon imkanı vermiştir ve İmparator Neron’un alevleri seyrederek eğlendiği anlatılmış, söylenegelmiştir. Nazilerin toplu kitap yakmalarının sembolik önemi büyüktür. İskenderiye Kütüphanesi dönemin en önemli bilgi merkezidir ve yanmıştır... Bir de Madımak Yangını. Yangınla büyük bir göç, kaçış başlar. Aleviler... yangın sonrası... Her biri her bir yana dağıldılar.
Devam edecek.
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.