Babası olanın derdi var… (1)
Baba ile bağını koparamayan çocuk (ya da halk), Führer’i rasyonalize ederek savunur. Yani gerekçeler üreterek zalim lideri meşrulaştırır. Çevrede de zalim babaların yüceltilmesine sık sık rastlanır: “Bizi çok döverdi ama bizim için de çalışırdı”...
Baba’dan hepimiz aynı şeyi anlıyoruz. Ama babanın görmezden gelinen başka bir anlamı da var. Dert, hastalık, bela… Baba değsin, baba mı değdi’de ortaya çıkan anlam…
Son yıllarda ortaya çıkan kültürel iklim, bir yandan "kutsal"a sürekli vurgu yaparken, diğer yandan onu sıradanlaştırmakta ve içini boşaltmaktadır. Kutsalı her alana taşımak, onu gerçekten yüceltmek değil; aksine, gündelik ve önemsiz meselelerin içine çekerek kırılgan ve yaralanabilir hale getirmektir. Çok tanrılı inanç sistemlerinde tanrılar insanlara uzak değildi. Tanrı ya da tanrıçalar belirli alanlardan sorumlu olur; kıskanabilir, öfkelenebilir, âşık olabilirlerdi. Bereketten savaşa, havadan doğurganlığa kadar çeşitli alanlarda işlevsel ve ilişkilenebilir varlıklardı. İnsanlara benzerlikleri, onları hem erişilebilir hem de yaşama dair kılardı. Kutsal, bu bağlamda gündelik hayatla iç içe ve doğrudan temas kurulabilir bir şeydi.
Tek tanrılı dinlerle birlikte bu yapı dönüşüme uğradı. Tanrı, insani niteliklerden arındırıldı; eski tanrıların yetileriyle donatıldı fakat bu kez mutlak, aşkın ve ulaşılmaz bir varlığa dönüştü. Artık ne kıskanabilir ne gülebilir ne de ağlayabilir hale geldi. İnsanla benzerliğini yitirdi, yücelere çekildi. Bu aşkınlık ona eleştiriden muafiyet sağlarken, aynı zamanda onunla doğrudan ilişki kurma imkânını da ortadan kaldırdı. Tanrı, yalnızca peygamberler, kutsal metinler ya da din âlimleri aracılığıyla konuşan, soyut bir otorite haline geldi. İşte tam da bu aşkınlık hâli, kutsalın dokunulmazlığını pekiştirirken, insanla kurabileceği ilişkiyi boşlukla doldurdu. Kutsal, giderek dokunulmaz ama aynı zamanda ilişkilenemez, yüce ama gündelik hayattan kopuk bir forma büründü.
Günümüzde ise bu kutsal figürü savunanlar, onu yeniden gündeliğe ve güncele indirgediler. Kutsalı hayatın her alanına soktular. Bu durum, onun yücelerdeki o korunaklı ve dokunulmaz konumunu yitirmesine neden oldu. Artık her mesele kutsal üzerinden açıklanıyor, her soruya kutsaldan cevap aranıyor. Böylece kutsal, yön belirleyen bir ilkeden ziyade, kullarını elinden tutarak yürütmeye çalışan otoriter, kaba ve vesayetçi bir baba figürüne dönüşüyor. Bu figür, insanın olgunlaşmasını, kendiyle baş edebilmesini, otonomisini ve sorumluluk almasını engelliyor. İnanan bireyler "kullar" olmaktan çıkıp her konuda mutlak itaate zorlanan "kölelere" dönüşüyor.
Günümüzde çocuk hakları, kadın hakları, işçi hakları ya da insan haklarına dair her tartışma, kutsal referanslara projekte edilerek tartışma dışı bırakılıyor. (Oysa bu haklar geçmişte ve bugün kutsala karşı verilen mücadelelerle edinilmiştir.) Kutsala yönelen bu sürekli projeksiyonun temelinde ise İbrahimi dinlerin Tanrı’sının insanlarla doğrudan ilişki kurmaması yatıyor. Tanrı doğrudan konuşmadığı için onun adına konuşan "hoca", "âlim" ya da "mürşit"ler devreye giriyor. Onlar da bir hadis veya kıssa üzerinden sundukları yorumları Tanrı'nın doğrudan sözleriymiş gibi meşrulaştırıyor.
Daha önce bazı yazılarımda bu durumu Midas etkisi olarak adlandırmıştım. Mitolojik anlatıya göre, şarap tanrısı Dionysos'un yoldaşı Satyros, Frigya'da dolaşırken Midas'ın gül bahçesinde uyuyakalır. Onu bulan Kral Midas, konuğunu on gün boyunca sarayında ağırlar. Bu konukseverlikten etkilenen Dionysos, Midas'a bir dilek hakkı sunar. Midas, dokunduğu her şeyin altına dönüşmesini ister. Ancak kısa sürede bu dileğin lanete dönüştüğünü fark eder: Yiyecekler, içecekler ve hatta en sevdiği gül bahçesi bile altın olur. Sonunda bu gücün geri alınması için Dionysos'a yalvarır.
Kutsalın her alana sokulması da böylesi bir lanete dönüşebilir. Bugün yaşamın her alanı kutsallık iddialarıyla bezeli: Bir hocanın, şeyhin ya da gavsın herhangi bir sözü kutsallaşabiliyor. Kıçın nasıl yıkanacağından mahremde kimin üstte olacağına; sakız çiğnemekten halay çekmeye, türkü söylemeye, gülmeye kadar her davranış kutsal ölçütlere bağlanıyor. Hatta rüyalar bile "sakıncalı" ya da "sakıncasız" diye ayrılıyor. Böylece yaşamın tüm alanı kutsallaştırılıyor ve eleştiri imkânsız hale geliyor.
Bugün artık günah sayılmayan neredeyse hiçbir eylem, hiçbir eğlence kalmadı. Boğuluyoruz. Kral Midas'ın altına çevirdiği nesneler gibi, dokunulan her şey kutsallaştıkça değerini yitiriyor. Kutsalı her yere sokmak, onu yüceltmek değil, sıradanlaştırmak; hatta zamanla alay edilebilir, karikatürize edilebilir hale getirmektir. En sonunda ise kutsalın içi boşalır, efsunu, parlaklığı söner. İnananlar kendi kutsallarını öldürüyor. Bu enflasyonist kutsallık kullanımı, kutsalın değerini pula çeviriyor. Dini eğitim yaygınlaşıyor, ama kutsal değerler ciddi bir aşınma yaşıyor. İnanmayanların sayısı artıyor. İnanç, gösteriye dönüştükçe inandırıcılığını kaybediyor. Burada kutsalı ödipal bir yok ediş yok. Kutsalın yavaşça ve dolaylı tüketilmesi var…
Anneye de kutsallık atfediliyor. Cennet, annenin ayakları altına konuluyor. Çocuklar "melek" sayılıyor. Yani melekler için en layık yer annenin ayakları. Bu söylem dokunulmaz bir annelik imgesi yaratıyor. Ancak bu idealize figür, aynı zamanda büyük bir riyakârlığın örtüsüdür. En kutsal sayılan anne figürüne karşı en şiddetli saldırılar da bu kültürden çıkıyor. Annelik kutsanırken, öfke anlarında annenin bedenine yönelik küfürlerin en ağırları dile getiriliyor: "Ananı..." ile başlayan cümleler, annenin kutsiyetini yerle bir ediyor. Namus ve ahlak gibi söylemlerin merkezine yerleştirilen anne figürü, çatışmalarda ilk hedef haline geliyor. Kendi annesini kutsal sayan bir bireyin, başkasının annesini cinsel hakaretin nesnesi haline getirmesi, bu çarpık kutsal söylemin iki yüzlülüğünü ortaya koyuyor. En çok değer verilen, aynı zamanda en kolay kurban edilen oluyor.
Bayrak da benzer biçimde kutsallaştırılıyor. "Uğruna ölünür" deniliyor. Ve gerçekten de insanlar bu uğurda ölebiliyor. Ama bu mutlak değer iddiası, büyük bir çelişkiyi içinde barındırıyor: Bu ülkede yakılmamış bayrak kalmadı. Çin, Amerikan, Yunan, Alman, Fransız bayrakları defalarca ateşe verildi. Bir yandan kendi bayrağımızı kutsal sayarken, diğerlerinin bayrağını "paçavra" olarak görmek, aslında kutsallığın kendisini milliyetçi bir üstünlük fetişine dönüştürmek demektir. Bir bayrağın kutsal olduğuna inanmak, o kutsallığı başkalarının bayrağına da aynı asgari saygıyı göstererek koruyabilir. Aksi takdirde bu yalnızca narsistik bir milliyetçilik gösterisine dönüşür.
Babanın katli
Psikanalizde daha önceki yazılarımda söz ettiğim bir fenomen var: babasız toplum. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman erkeklerinin cepheye gönderilmesi, bazılarının ölmesi, bazılarının ise uzun süre esaret altında kalmasıyla birlikte toplumda ciddi bir erkek eksikliği oluştu. Birçok çocuk babasız büyüdü. Daha sonraki yıllarda ise iş hayatının zorunlulukları nedeniyle erkekler evden, dolayısıyla da çocuğun duygusal dünyasından uzaklaştı. Bu eksiklik yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda simgeseldi.
Bizde ise bu gerçeklik, kahramanlık, kurtuluş ve başarı öyküleriyle perdelenmiştir. Oysa Osmanlı’nın son dönemlerinde süregelen savaşlar — Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı — Anadolu’daki erkek nüfusunu cepheye sürüklemiştir. Fransa’dan lejyoner ithal edilmedi; bu savaşları Anadolu’nun erkekleri verdi. Anadolu, uzun süre “az erkekli” bir dönem yaşadı. Çocuklar, babasız büyüdü.
Ben çocuktum. Dedemin lakabı “Taptap”tı. Yürüme zorluğu nedeniyle, ayağını yere her vurduğunda çıkan sesten almıştı bu lakabı. Dedemler yedi kardeşmiş; (sanıyorum) dördü askere alınmış. Yedi yıl süren askerlikten sonra dedem, engelli biri olarak geri döndü. Delikanlı olarak gittiği cepheden, yıkılmış ve yenilmiş, yürüme zorluğu olan bir adam olarak geldi. İki kardeşi hiç dönmedi. Onlara kahramanlık hikâyeleri yükledik: “Vatanı savunurken şehit düştüler” dedik.
Dedem savaş anılarını anlatırken çoğunlukla çektiği çileleri, yaşadığı açlık ve yoksunlukları dile getirirdi. Mağdur yanını öne çıkarır, kendisini güçsüz, masum ve çaresiz bir figür olarak sunardı. Oysa o yolculuğun asli görevi, “vatanı korumak” için “düşmanı öldürmek”ti. Dan Bar-On, Die Last des Schweigens (Susmanın Yükü, 1993) adlı çalışmasında, Nazilerin çocuklarıyla yaptığı görüşmelerden yola çıkarak “çifte duvar” fenomeninden söz eder. Bu kavrama göre failler, savaşta işledikleri kötülükleri anlatmaz; susarak gelecek kuşağa karşı bir “sessizlik duvarı” örerler. Burada zor konulardan kaçınılarak çocukları koruma motivasyonu da önemli bir rol oynar. Aynı zamanda çocuklar da kahraman bir baba gereksiniminden ötürü sorgulayıcı sorulardan vazgeçerek kendi “koruma duvarlarını” inşa ederler. Böylece iki taraflı bir suskunluk oluşur. İki duvar arasındaki boşluk… Bu boşluk zamanla gelecek kuşaklara yük olur. Çünkü anlatılan hikâyelerde de bu boşluğun olduğu fark edilir. Bu boşluk bilinçötesine kaydedilir ve bunu daha sonraki kuşaklar bu boşluğu ve sessizliği tercüme etmekte zorlanırlar.
Biz de dedeme soru sormadık. Savaşta kötülük yapıp yapmadığını, yaptıysa neler yaptığını öğrenmeye çalışmadık. Psikanalist Susanne Döll-Hetschker (Transgenerationalität, 2025), Rosenthal’i alıntılayarak çocukların bu suskunluğunda korkunun da etkili olduğuna değinir. Cinayet işlemiş, insan öldürmüş bir babanın/amcanın/dedenin, bir gün kendi çocuğuna da zarar verebileceği —hatta onu öldürebileceği— korkusu, çocuğu sessizleştirir. Çünkü baba, savaştaki öldürmelerini ve kötülüklerini anlatabilse, kendi “öldürebilme kapasitesini” de açığa vurmuş olur.
Diğer yandan çocuk, “kahraman” ama aynı zamanda “iyi” baba imgesini korumak ister. Bu nedenle mağduriyetler açıkça dillendirilirken, kötülük bizim ortak suskunluğumuz olur. Askerler genellikle “düşman” karşısında yaşadıklarını kahramanlaştırır, fakat işledikleri iğrençliklerden söz etmezler. Oysa savaş, insanın en ilkel, en barbar ve en vahşi hâlidir. Bu kötülük, mağdur tarafın anlatılarında yer alır; fail ise failliğini susar. Kurtuluş Savaşı, ardından bu ülkede muhaliflere yapılanlar, soykırımlar, Kürt coğrafyasının kana bulanmış tarihi… Bunlar konuşulmadıkça, temiz ve açık bir toplum olmak neredeyse imkânsızdır.
Bu neden zor?
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanlar yenildiler. Bu yenilgi hem çok belirgindi hem de inkâr edilemeyecek kadar açıktı. Üstelik yenenler —Amerika, Sovyetler Birliği, İngiltere— yenilenleri yüzleşmeye zorladı. Yenilginin bu kadar bariz oluşu, maskelenememesi, savaş anlatısında derin bir kırılma yarattı. Almanlar, hikâyelerini artık “yenilenler” perspektifinden kurmak zorundaydılar. Bu ağır yenilginin onarılasına ‘yeniden ve daha iyisini inşa’ ideolojisi pozitif katkı yaptı. Oysa genelde yenilgi, başka tarihsel bağlamlarda genellikle bahanelerle yumuşatılır ya da tümüyle görmezden gelinir. Türkiye Cumhuriyeti, aslında bir enkazdan arta kalandır. Osmanlı’nın son dönemleri önemli toprak kayıplarıyla, son yüzyılları ise ardı ardına gelen yenilgilerle doludur. Ancak burada, yenilgiyi kabul etmekten çok, onu gerekçelendirmeye ve bahanelerle hafifletmeye yönelik bir tarih anlatısı egemen olmuştur. Bu anlatı, yenilgiyi “görecelileştirme” üzerine kuruludur. Kusurlar çoğunlukla kişiselleştirilir: “Şu sultan şöyle yapmasaydı, şu sadrazam böyle karar almasaydı yenilmezdik.” Yenilgilerin sorumluluğu ise ‘dış güçler’e yüklenir: “Ermeniler çete kurdu”, “Araplar sırtımızdan vurdu”, “Kürtlere rahat battı, dağlara çıktı.” Böylece yenilgi, kolektif bir travma olarak yüzleşilecek bir gerçek olmaktan çıkar, suçluların dışarıda olduğu, kendini aklayan bir hikâyeye dönüşür.
Psikoanalitik perspektif
Yenilgi, tıpkı çocuklukta ideal babanın düşüşü gibi, narsistik bütünlüğe ağır bir darbedir. Psikanalizde bu tür sarsıcı deneyimler “narsistik yaralanma” olarak tanımlanır. Balkan Savaşı yenilgisi de böyle bir etki yapmış… Yenilgiyi doğrudan kabul etmek, benliğin kırılmasına ve ideal ben’in çökmesine yol açar. Bu nedenle bireyler —ve toplumlar— savunma mekanizmalarına başvurur: inkâr (yenilgiyi reddetmek), yansıtma (suçu dışarıdakilere yüklemek), rasyonalizasyon (yenilgiyi “haklı” sebeplerle açıklamak). Bu süreçte toplumsal anlatı, bir tür “kolektif baba fantezisi” işlevi görür. Yenilmiş bir imparatorluğun çocukları, kendilerini hâlâ güçlü ve yenilmez hissedebilmek için idealize edilmiş bir “geçmiş baba figürü”ne sığınır. Bu bazen Osmanlı’nın ihtişamı, bazen Atatürk’ün “kurtarıcı baba” imgesi olur. Böylece gerçek baba —yani yenilmiş, güçten düşmüş, otoritesini kaybetmiş baba— unutulur ya da yerinden edilir. Yerine ulaşılmaz, kusursuz, mitolojik bir baba geçirilir. Ancak psikoanalitik açıdan bu durumun bir bedeli vardır: Gerçekle temas bozulur. Nasıl ki birey ideal babayı asla “öldüremez”se, toplum da yenilgiyi tam olarak kabullenemez. Bu kabullenememe hali, geçmişin hayaletlerini sürekli geri çağırır; politik söylemde, kültürel hafızada ve düşman imgelerinde kendini yeniden üretir.
Cüneyt Arkın gibi olmak
İnsanın sosyalleşmesi, kişiliğin oluşum sürecinde yalnızca başkalarıyla ilişki kurmayı değil, aynı zamanda kişinin yaşadığı koşullarla baş edebilme becerilerini geliştirmesini de kapsar. Sosyalleşme süreci, Daniel Hajok’un Theoretische Konzepte und empirische Fakten zur Mediensozialisation (2006) başlıklı çalışmasında belirttiği gibi, iki aşamalıdır. Birincil sosyalleşme, çocuğun aile ortamında normları, değerleri ve temel toplumsal davranış biçimlerini öğrenmesiyle gerçekleşir. Bu dönemde çocuk yalnızca kuralları içselleştirmekle kalmaz, aynı zamanda becerilerini de geliştirir. İkincil sosyalleşme ise genellikle üç yaş civarında başlar; çocuk bu evrede içinde bulunduğu ailenin ve toplumun kurallarını, geleneklerini, tabularını ve normlarını öğrenir. Masallar ve masal figürleri bu süreçte önemli rol modeller olabilir.
Anna Stach, Jugendkultur und regressive Entgrenzung (2006) adlı eserinde, fantezi zenginliğinin ve çeşitliliğinin sınırlı olduğu ortamlarda çocukların rol model olarak medyatik figürleri, özellikle de starları tercih ettiğini belirtir. Sosyal ve psikolojik yoksunluk içinde büyüyen çocuklar için bu uzak kahramanlar cazip hale gelir. Ancak medya, çoğu zaman bu çocukların gerçekçi biçimde ulaşamayacağı hayatları sunar. Böylece rol modeller, hayali ve erişilmez figürlere dönüşür. Sosyal sermayesi düşük olan bireyler için bu durum daha belirgin hale gelir. Geleneksel toplumlarda nasihatler ve anekdotlar önemli birer rehberlik aracıydı; oysa günümüzde çocuklar sürekli sınırlarla karşı karşıya. Bu sınır deneyimleri çoğu zaman zorlayıcı olabilir. Dolayısıyla modern çocuk eğitiminde en değerli yardım, onlara yalnızca nasihat vermek değil, sınırlarla başa çıkma ve bu deneyimlerdeki hassasiyeti geliştirme becerisini kazandırmaktır. Bu yaklaşım hem otonomiyi güçlendirir hem de yaratıcılığı teşvik eder.
Psikanalitik kurama önemli katkılarda bulunan Michael Ermann, Über mediale Identifizierung (2003) adlı çalışmasında çocukların medya ve televizyon aracılığıyla figürlerle özdeşleşme biçimlerini inceler. Ermann’a göre sosyal medya ve ekran kültürü, “anne memesi” işlevi üstlenir; çocuklar uyutulmak ya da oyalamak amacıyla ekranlarla “beslenir”. Ancak bu “beslenme” çoğu zaman zehirli içeriklerle gerçekleşir. En önemli sorunlardan biri, çocukların özdeşleşme nesnelerini bu sanal dünyadan seçmeleridir. Medya, insanın arzularını ve fantezilerini sürekli uyarır: Gece uyumaya hazırlanırken izlenen bir mafya dizisi izleyiciyi kahramanlık fantezilerine sürükler; kitap okurken televizyondaki bir yemek programı iştahı kabartır ve mutfağa yönlendirir. Freud, mutsuz çocukların yaşadıkları yoksunluktan kaçmak için mutlu olacakları fanteziler kurduklarını ve buna “aile romanı” adını verdiğini yazar. Bu “aile romanı”, mutsuzluğun yarattığı yarıkta sığınılan imgesel bir mekândır.
Babasız çocukların (reel baba var ama çocuğun gönlündeki baba koltuğuna oturamadığı için babasız kalıyor çocuk) “aile romanı”nda, baba figürü genellikle güçsüzdür. Çocuk, kendisinden daha güçlü birine öykünmek ister; ancak baba güçsüzse bu özdeşleşme sekteye uğrar. İşte bu boşluğu kimi dönemlerde Cüneyt Arkın gibi popüler figürler doldurur. Çocuk, “Cüneyt Arkın olmak” olmak ister önce. Ama Cüneyt Arkın olmak kendi’nden vaz geçmesi, kimliğini değiştirmesi demek. Psikotik bir durum. Psikozda kişi kendisini başka biri sanır. Ama daha sonra “Cüneyt Arkın GİBİ olmak” formülüne sığınarak hem kendi kimliğini kısmen korur hem de fantezisini bu kahramanlık imgesiyle donatır. Ödipal çatışmada çocuk babayı aşmak ister; bu kez hedef Cüneyt Arkın’ı da geçmek, ondan da daha iyi olmak ister. Ancak kuleden kuleye atlayan, uçan figürün hayali yer çekimine çarptığında, çocuk fantezisini daha gerçekçi figürlere yöneltir. Atatürk gibi tarihsel liderler burada devreye girer: reel bir kişilik, bilinen başarılar ve bunun üzerine eklenen “Cüneyt Arkın’lık” payı. Böylece çocukça fanteziler, gerçeklikle harmanlanarak yetişkinleştirilir. Ali ve Hamza anlatılarının cazibesi de benzer şekilde “cüneytarkıncadır”.
Türk Kahraman ama yenilmiş bir Kürt adamdı dedem
Yunan psikanalist Stavros Mentzos, Türk-Yunan Savaşı üzerine tanıkların anlatılarında gurur ve hayranlıkla örülü bir ton fark ettiğini yazar. Bu hazzın, kahramanlık anlatısı ile narsizmin birleşiminden doğduğunu belirtir. Savaşın zulmü ve kötülüğü, kutsallık ve yücelikle maskelenerek hikâyeleştirilir. Bu anlatılarda figür, başarısını “ben’in güçlülüğü” (Ich-Stärke) olarak sunar; savaşta işlenen ahlaksızlıklar ise üstlenilmez. Oysa savaşta, savaşanlar en ilkel, en barbar ve en kötü hâldedir. Çocukların, kadınların katledilmesi, tecavüzler, talan… Askerler, savaş sonrası bu tür eylemleri anlatmaz; çünkü böylesi bir alçaklık kahramanlık mitolojisiyle bağdaşmaz. Savaş hikâyelerinde haz, genellikle ahlaki normlara uygun bağlamlarda kurgulanır.
Dedem Kürt’tü. Uğruna savaştığı devlet, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti oldu. Ancak Kürt kimliği nedeniyle bu ülkeye sığdırılamadı; ona bir sığınmacı gibi davranıldı. Anadolu, geri dönmeyen erkeklerin yokluğuyla ya da dönenlerin harabeye dönmüş halleriyle şekillendi. Kimi erkekler ise simgesel olarak “kastre edilmiş”ti: yarım erkek, engelli, suskun, yenik, yaralı… İşte “babasız toplum”dan söz ederken kastettiğim tam da bu: Çocukların baba boşluğunu nasıl doldurmaya çalıştıkları ve bu boşluğun, toplumsal hafızada nasıl tekrar tekrar yeniden üretildiği.
Erkeklerin gitmesi kadınlar için her zaman özgürleşme anlamına gelmedi. Evde kalan yaşlı erkek, ailenin “reisi” konumuna yükseltilerek kadın üzerinde hâkimiyetini sürdürdü. Kadın ise hem kendi sorumluluğunu hem de erkeğin görevlerini üstlenerek ağır bir yükün altına girdi. Böylece ortaya şu tablo çıktı: Erkeksiz aileler, — Ataerkil düzenin gölgesinde güçlü addedilen ama aslında güçsüz yaşlı erkekler, — Savaştan dönmüş, travmatik, sakat ve kırılmış adamlar, — Ve asker kaçaklarından oluşan köylere tehdit oluşturan eşkıyalar...
Çocuklar bu erkek figürleriyle özdeşleşmek zorunda kaldı. Bu figürlerin hiçbiri gerçek bir kahramanlık vaat etmiyordu. Kahramanlık anlatısı, bu kırık gerçekliğin üzerine inşa edildi. Parıltılı hikâyeler, harabe bir geçmişin üstünü örttü. Eğer kişi, kendi babasıyla ödipal bir özdeşleşme kuramamışsa — yani onu yüceltip örnek alamamış, onun gibi olmayı arzulayamamışsa — içsel bir eksiklik doğar. Bu eksiklik, çoğu zaman kurmaca figürlerle telafi edilir. İdeal baba imgeleri yaratılır. Gerçek baba silinir, yerine mitolojik babalar konur.
Psikanalizdeki Ödipus kompleksinde asıl mesele, kuşaklar arası sınır ve ilişkilerdir. Türk kültüründe “babayı geçmek” ya da sembolik olarak ortadan kaldırmak yerine, geleneği sürdürmek ve babanın otoritesini tanımak öne çıkar. Yani değiştirmek ya da dönüştürmekten çok, muhafaza etmek söz konusudur. Eğer babalar zayıfsa, onları “geçmek” ya da “yerinden etmek” bir yandan suçluluk duygusu yaratır; öte yandan güçsüz bir babayı yenmek, zalimlik ve merhametsizlik anlamına gelir. Ödipal meselede baba–çocuk ilişkisinde düşmanlık barındıran bir yan olsa da sevgi bağı da ağır basar. Çocuk, babasıyla rekabet ederken aslında derin bağ kurduğu, sevdiği kişiyle rekabet eder. Bu durum, merhametsizliğe izin vermez.
Ayrıca, babanın yerine geçen sembolik figürler genellikle yüceltilmiş, devasa figürlerdir (Atatürk, Muhammed, Ali gibi). Çocuk, bu figürlere karşı isyan etmeyi aklından bile geçirmez. Çünkü bu devasa figürlerin hem koruyucu hem de öfkeli yanları vardır ve bu, ürkütücüdür. Yüceltilmiş figürlerin asimetrik güç ilişkisi, çocuğu daha da zavallı hissettirir. Bu dengesizlik de korkutucudur.
Bir başka mesele de içselleştirme sürecinde ortaya çıkar: Çocuklukta “baba pozisyonu” otoriteye ayrılır. Baba otoriterdir, gerektiğinde şiddet kullanabilir. Ancak çocuk, kaçınılmaz olarak babasına sevgi de besler. Böylece otorite, sevgi ilişkisine karışır. Otoriter, korkutucu bir baba aynı zamanda çocuğun iç dünyasına sevgiyle girer (‘hem döver hem sever’, ‘babanın vurduğu yerden gül biter’ gibi). Yani bu kültürde korku, saygı ve sevgi çok iç içedir. Baba/tanrı/yüceltilen sembolik babalar. Saygın, korkutan, sevilen otoritedirler… Çocuk özdeşleşme yoluyla babasına benzemeye çalışır ve onu içselleştirir. İşte bu yüzden böyle bir babadan kopmak, ona karşı çıkmak ayrıca çok zordur. Bu kültür asiliğe çok sınırlı izin veriyor yani… Bu kültürde otoriter, zalim figürlerle bağı koparmak da bu nedenle güçleşir (Erdoğan’ın hâlâ ilgi görmesi de bu mekanizmalara bağlıdır). Baba ile bağını koparamayan çocuk (ya da halk), Führer’i rasyonalize ederek savunur. Yani gerekçeler üreterek zalim lideri meşrulaştırır. Çevrede de zalim babaların yüceltilmesine sık sık rastlanır: “Bizi çok döverdi ama bizim için de çalışırdı” ya da “Çalıyor ama çalışıyor” gibi açıklamalar buna örnektir.
Muhammed, Ali, Atatürk… Yüceltilen mitolojik figürler…
Davam edecek…