Fadıl Öztürk
Öncemizi ve sonramızı bizden aldılar
Eskiden bir taraftık her birimiz. Biz iyinin, güzelin, düş ve hayalin tarafıydık, onlar karşı tarafı. Aynı hava durumunda yaşasak, aynı buğdayın unundan yapılmış ekmeği yesek bile karışmazdık birbirimize. Onlar şehir ve mahalleleri adım adım işgal etmeye çalışırken, bizler yaşımıza başımıza bakmadan o işgalleri kırmaya çalışırdık. Onların arkasında kontrgerillacı generaller vardı, bizim de faşizme karşı direnme haklılığımız. Biz direnerek yaşadığımız yerlerde din, dil ve cinsiyet ayrımı yapmadan mücadele ederdik. Onların sökülüp atıldığı şehirlerimiz vardı. Bir baştan diğer başa kurtarsaydık eğer umutlarımızı giydireceğimiz ülkemiz olacaktı. Biz gördüğümüz yerde onlara aman vermezdik onlar bize. Bizimki düşmanlıkla ifade edilecek cinsten değildi. İnsanlık mücadelesinde geleceği hak etmek için safımızı seçmekti...
Biz kimsenin kimseye kul olmayacağı bir gelecekten, onlarsa sömürü ve zulüm çarkının devamından yanaydılar, tıpkı şimdi olduğu gibi. Aynı sınıf ve tabakadan gelen gençler olsak da aramızda kişisel bir husumet yoktu. Onlar fabrikada yevmiye ile çalışan babalarına, ev işlerinde belleri bükülen annelerine, tren rayları kenarında kömür toplayan kardeşlerine ihanet ediyorlardı. Onlar devletin kirli yüzünden, biz insanca yaşamanın hayal ve umudundan besleniyorduk. O çatışmalarda ölenlerimizden kimileri dudaklarda havalanan şarkı oldu, kimileri de anılarımızın başköşesinde bağdaş kurup oturdu, istisnasız hepsi birer ağrı olarak annelerin kalbinde yuva kurdu.
O zaman, iki kutuplu dünyamızın bir atmosferi vardı. Bütün bunları o atmosferin içinde yaşardık. Vietnam öyle kazanmıştı. Küba öyle su taşımıştı başka ülkelerin devrimlerine. Afganistan o zamanda tutanın elini yakan bir ateşti. Allende onun için teslim olmamıştı. Mandela onun için yüksünmeden yatıyordu içeride, tıpkı bugün içeride yatanlar gibi. Mücadele ederek zulümden kurtulmak kazanılmış meşru bir haktı ve her ulus o hakkını sonuna kadar kullanıyordu.
Gün o gün değil, nem ve rutubet kokan dehlizlerinden yeryüzüne çıkarak elbirliğiyle yıktılar adına soğuk savaş denilen dönemi. Biz yeni dönemi kavramaya ve ona göre ayağa kalkmaya çalışırken, yani kendimizi daha toparlamamışken bütün dünyada mültecilik öldürücü bir silah olarak hayatımıza girdi. Dünyanın ‘sınırsızlığı’, insanın değil sermayenin sınır tanımayan zulmü olarak girdi hayatımıza. Sermaye sınır tanımazken yine vize almak var, yine insanlar kendi ülkelerinden başka ülkelere, olmayan hayatlarına kaçıyorlar. Dünyanın ‘sınırsızlığında’ her gün tekneler batıyor. Sanki toprak artık taşıyamıyor insanları, denizler mezar oluyor yoksullara. Göçmek bizim payımıza düştü yine, ölmek bizim payımıza. Eskiden savaşla, kıtlıkla, salgın hastalıklarla, depremle yaşadığımız yerlerde ölüyorken, şimdi dünyanın bütün denizlerinde...
O çok yemiş ve o çok bilmiş, ellerinde kanımız olan ülkeler atmosferimizi alıp bizi bir balonun içine hapsettiler sanki. Mahpushanelere, ölümlere alışır gibi alıştık bu balonun içinde yaşamaya. Onlarca yıl yaşayarak tecrübe ettiğimiz direnerek hakkımızı aramak gibi her şey birden işe yaramaz bir hale geldi.
Artık her birimiz sınırsız sayıda balonların içinde yer aldığı bir dünyada yaşıyoruz. Her bir balonun içinde yaşayan bizlerin tam ortasından ayrı bir Ekvator geçiyor. Ayrı bir güney ve kuzey kutbuna sahibiz. Bir yanımız yağmur ormanları olsa da, bir yanımız Afrika’da çöl. Duygularımız durmadan değişiyor, kendi fanusumuzun içinde durmadan göç ediyoruz. Kendimize efendi, kendimize köle, kendimize yabancı birer mülteci olduk...
Şimdi, koca atmosfer yerine bize reva gördükleri balonun içine hava değil de jöle doldurmuşlar. Ne tavrımız eski tavır, ne sözümüz eskisi gibi çıkınca dudağımızdan varıyor varacağı yere. Ne de ‘şiddetimiz’ eski şiddet. Jöle dolu bir balonun içinde, ağır çekim hayat yaşıyoruz. Su bile rahat dökülmüyor bardağa.
Nerde yeni bir örgütlenme çabası görülse önce oranın elektriği suyu kesilip, pencerelerini tuğla ile örüyorlar. Türk Kürdün çektiğini görüp derdine ortak olmaktan uzak duruyor, Sünni Alevi’yi dert etmiyor, zengin fakiri. Barış desen hak getire, savaş kapımızın önüne kadar gelip her eve ölü ve yaralılar bırakıyor durmadan...
Bir yanılsamadır bizi girdabına alarak döndürüp duruyor. Duyarsızlık insanın kendi derdine düşmesinden besleniyor. Her birimiz önce insan yanımızı öldürüyoruz, yaşama gerekçelerimizi, duygularımızı. Sanki tek işimiz ölümü beslemek oldu. Dünyayı kendine dert eden kuşağımızı değiştirerek kendi derdine düşen insanlar haline getirdiler. Onun için solgundur sesimiz. Kısacası koparıp bizi hayattan, öncemiz ve sonramızı bizden aldılar...