Ragıp Zarakolu

Ragıp Zarakolu

‘Onlar bizi sevmez’ ya da Dunkerk Sendromu

Bunu Ayşe Nur’a iletip Mamak ile ilgili bir kitap yayımlamak istediğimi söyleyince, 'Niye yapıyorsun bunu, ‘onlar’ bizi sevmez' dedi.

Klasik işkence dışında Gestapo ve Latin Amerika cuntalarının sistematik uygulamaları ilk kez Maltepe 2 No’lu Zırhlı Tugay Askeri Hapishanesinde 1972 yılında başlatıldı. Tutuklananlar, olağan Sansaryan Han 1. Şube yerine ortalıktan kayboluyor ve meçhul bir yere götürülüyorlardı. 12 Eylül Cuntası buna gerek görmedi. Sadece gözaltı kaydı yapılmıyordu önemli vakalarda.

Ziverbey Köşkü, DAL Grubu, Mamak, Diyarbakır 5 No’lu (*) gibi yerler arkalarında çok derin travmalar bıraktı. 1971-73 yıllarında Harbiye’deki tecrit hücreleri, Selimiye alt kattaki Türün’ün özel tecrit hücreleri ve koğuşları, Mamak’taki kafes uygulaması, aynı hücreye "karıştır/barıştır" adıyla ülkücü ve devrimciyi aynı hücreye koyma, aynı hücrede 3 kişi için 2 yatak verme uygulaması, Mamak’ın ünlü bir geçiş yolunun ortasında yer alan "kafes"ine sorgudan yeni gelenlerin konulması gibi uygulamalar, koğuşlara baskın şeklinde yapılan "yıkım" uygulaması ile topluca saldırılması, vahşi kaba dayak, daha insanların belleğinin bir yerinde üstü kapatılıp kutulansa bile, insanların bilinç altı kabusu olarak etkisini her zaman gösterdi.

Güney Afrika ırkçı rejiminin 90 gün gözaltı/sorgulama uygulamasını Türkiye’ye aktarma "şerefi" 12 Eylül Kenan Evren Cuntasına aittir. Böylece işkence serbestisi had safhaya çıkarıldı.

1981 Mart ya da Nisan’ında ilk kez bir DAL gurubu tanığı kadın bir arkadaş Mamak’tan serbest bırakıldı, tanıklıklarını paylaşma cesareti de gösterdi. O sırada bizde misafir olan Alman bir arkadaşımın aracılığı ile bunu raporlaştırdık. Berlin’de Tageszeitung’da DAL gurubunun krokileri ile birlikte bu ilk tanıklığın yayımlanmasını sağladık.

Doğan/İnci Özgüden’in 12 Mart Cuntasının insanlığa karşı işlediği suçları belgeleyen çalışması bize ilham vermişti. 1972 Aralığında hapse girmeden önce, bu konularda veri toplayan Çiğdem Özgüden ve Faruk Pekin’in tutuklandığını, işkenceler gördüğünü hatırlıyorum. Ben de 1972 yılında serbest kaldığı sırada Korevessis adlı Yunanlı bir tiyatrocunun "The Method" adlı tanıklığını tercüme etmiştim.

Amacım, Türkiye’de yaşananları cunta döneminde anlatamayacağımız için, bunu Yunanistan üzerinden anlatmaktı. Hapse girince Af Örgütünün Yunanistan raporunu tercüme çabam yarım kalmıştı. Ama Ayşe Nur, tercümeyi bir kuzenine tamamlattı. 1973 yılında İnci Özgüden’in kurduğu Yöntem Yayınlarının ilk kitapları oldu her ikisi de. Ben kitapları ancak 1974 affından sonra görebildim.

Fransız paraşütçülere meydan okuyan gazeteci Henri Alleg

Çiğdem Özgüden, Korevessis’in kitabını, Henri Alleg’in "La Question"u (Sorgu) ile birlikte Yöntem yayınlarının ilk kitabı olarak yayımladı. Daha sonra Oda Yayınları baskı yaptı. La Question’ı 1959 yılında ilk yayımlama şerefi ise Muzaffer Erdost’un Açık Oturum Yayınlarına aitti. (Fransız ordusunun yaptığı vahşeti belgeleyen, "Sorgu" kitabını gencecik yaşında yayımlayan Muzaffer Erdost’un kaderinde, 22 yıl sonra kardeşinin Türk ordusu mensuplarınca Mamak’ta linç edileceğini görmek de vardı.) Belge’de yeni baskı yapılırken, çeviri karşılaştırmasında çevirinin A. Bilgi’ye ait olduğunu saptadım ve adını ekledim. Henri Alleg’in 1992 yılında TÜYAP Kitap fuarına onur konuğu olarak çağrılmasını sağladım. 91’den bu yana zaman zaman Paris’te buluşmak bir keyifti. Evrensel Yayınları daha sonra Henri Alleg’i ikinci kez davet etti TÜYAP’a. Zaten Fransız Senatosunda yaptığımız Türk-Ermeni diyaloğu toplantısına onun başkanlık etmesini önerdim. Cezayir Savaşında Fransız ordusundan işkence gören bir gazeteciyi bu toplantının başkanı yapma fikri, CRDA başkanı Jean Claude Kebabjian’a da çok cazip gelecekti. Müthiş bir gazeteciydi Alleg. Mesela ABD ve Sovyetler çökerken, Çin’in yükselişini ilk fark edenlerden biri olmuştu. "Sam Amca’ya Fatiha" kitabını, Zelin Ertuğ’un tercümesi ile Belge’de 1992 yılında yayımladım. "Ejderin Yüzyılı" (2000) adlı kitabının tercümesini ise Mihri Belli’nin kızkardeşi Remime Köymen yaptı. Üçlemenin sonuncusu ise Evrensel yayınlarından çıkacaktı. Henri Alleg ile son buluşmamız, Paris’te rue Lafayette’deki Kürt Enformasyon merkezinde olacaktı. Dostluğu ile onur duyduğum Sakine Cansız iki genç arkadaşı ile bu merkezde öldürülecekti. Kaderde oraya kazara uğramış olmak yokmuş meğer.

Özgüden çifti, 12 Eylül’ün de Kara Kitap’ını hazırladı. Ayrıca, 1988 yılında Hannover’de 12 Eylül Cuntasını sembolik olarak yargılayan Tribünalinde tanıklık da yaptı.

1984 yılındaki açlık grevinden sonra, Mamak’taki durum değişebildi. Gülten Akın Türkiye’nin Anna Achmatova’sıdır, Emily Dickinson’ıdır. Acının ne arabesk ne türkobest olan şairidir. Mamak’taki açlık grevini destanlaştırdı. Kitap yayımlanmak üzere elimize geçtiğinde çok heyecanlanmıştık. Özellikle DAL grubunda katledilen Behçet Dinlerer üstüne olan şiiri bizi çok duygulandırmıştı. "Ölü bir yapraktı onu kaldırdım." TÜYAP kitap Fuarında, Alan-Belge standında Aslan Başer Kafaoğlu, Gülten Akın ve Mehmed Ali Birand için (12 Eylül üstüne ilk kitabı çıkmıştı) muhteşem bir imza yapacaktık. Ve kısa süre sonra Ayşe Nur Cağaloğlu’nda sokak ortasında kaçırılırcasına gözaltına alınacak, 40 gün geçirecekti emniyette. (Gözaltı süresi o zaman 30 güne inmişti.) Ne sır ne de kafa vererek.

Mamak tanıklığını ilkin Alime Mitap’ın resim ve çizimleri ile yaptık, sergi ve albüm olarak: "Eylül Karanlığında", Belge Yayınları 1988.

Uzun bir zaman geçmesine karşın Mamak Cezaevi uygulamaları ile ilgili bir tanıklık çıkmamıştı. Ayşe’nin ölümünden kısa bir süre önce, iltica etmek için Hollanda’ya gitmek üzere olan Pamuk Yıldız diye eski bir Mamak sakininin tanıklıkları gelince heyecanlandım. "Nihayet" dedim.

Bunu Ayşe Nur’a iletip Mamak ile ilgili bir kitap yayımlamak istediğimi söyleyince, "Niye yapıyorsun bunu, ‘onlar’ bizi sevmez" dedi.

Ah, Ayşe, haklı çıktın ne yazık ki! Yeni öğrendim bunu, çocuklar bana söylememiş üzülmeyim diye.

Savunmamı Eren Keskin’in yaptığı, Mamak kitabından dolayı 10 yıl devam eden, bozulan, yeniden görülen davadan dolayı TC adaleti beni mahkûm etmiş. Sadece teşekkürler!

Not: Dunkerk Sendromu aslında benim yarattığım bir kavram. 2. Dünya Savaşı başlangıcında, destek olmak üzere müttefik Fransa’ya geçen İngiliz piyade kuvvetleri Kanal’ın karşı yakasında kilitlenip kalmıştır. Churchill’in dahiyane çağrısı üzerine, İngiliz halkı seferber olup irili ufaklı tekneleri, takaları ile bazıları evlatları olan İngiliz askerlerini karşıya taşırlar; Alman denize dökme operasyonu başlamadan. Gönüllü halk seferberliğinin en muhteşem örneklerinden biridir. "Dunkerk" filminde, iki yeni yetme oğlu ile Fransız kıyılarına yönelen bir vatandaş, batmış bir teknenin direğine panik içinde sarılmış bir askeri kurtarır. Tekneye binmiş dehşet içindeki asker teknenin istikametinin Dunkerk olduğunu öğrenince paranoya halinde saldırıya geçer ve kendini kurtaranlardan gencecik çocuğun düşerek kafasını yere vurarak komaya girmesine ve ölümüne neden olur. Kendileri ile dayanışma halinde olanlara tepki duyma hali diye tanımlayabiliriz Dunkerk Sendromunu. Aslında bir de "DAL grubu" Sendromundan bahsedebiliriz. Kimi eski tutsaklarda tanık olduğum tekrar DAL grubuna düşme korkusu. Kırşehir olayıyla dayanışma gösteren bir Ayşe Nur’da ya da Kamer ve Şehriban Teyhani’de bu sendrom nedense görülmez! Ve Stockholm sendromundan hiç bahsetmeyelim. İşkencecisine aşık olma hali. Bunun örneklerini saymaya gerek yok. Ulusalcılaşmayı başka neyle açıklayacağız?

(*) Belge Yayınları, Diyarbakır toplama kampındaki uygulamalara ilişkin üç önemli tanıklık yayınladı: Mehti Zana, Vahşetin Günlüğü/Diyarbakır Zindanları, 1993; Sevgili Leyla/Uzun bir Sürgündü O Gece, 1995; Ali Ekber Gürsöz, Diyarbakır Gecesi, 2011. Önemli bir Metris tanıklığı ise Memik Horuz, İtirafçı/12 Eylül Metris’ten Gerçek Bir Tanıklık, Belge Y. 2009. Mamak’ın en etkileyici anlatımlarından birini de Ankara’nın en güzel kitapevlerinden birini kuran Mehmet Öz yaptı: Mamak Tatlısı, Mehmet Öz, Bilim ve Sanat Yayınları 2013.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Zarakolu Arşivi