Doğan Özgüden
OYAK’tan 12 Mart’a ve de Tayyip terörüne…
Recep Tayyip Erdoğan’ın yedi düvele meydan okumak için geçtiğimiz hafta art arda yaptığı iddialı Moskova seferi de Brüksel çıkartması da kendisi ve hizmetindeki yalaka medya için tam bir hüsranla sonuçlandı.
"One minute"ün yarattığı rüzgârla kendisini İslam’ın son halifesi ve bilcümle Müslüman ülkelerin doğal lideri görme megalomanisine kaptırmış olan AKP liderinin yeni Rus Çarı Putin tarafından Kremlin Sarayı’ndaki kabul salonunun kapısında tüm akıldaneleriyle birlikte bekletilmiş olması yetmezmiş gibi, buna bir de Brüksel’deki AB merkezinde şantajlarının karşılığını hemen alamayınca basın toplantısına çıkmayı dahi reddederek aynı akıldaneleriyle birlikte apar topar Türkiye’ye dönmek zorunda kalması eklendi.
Benzetmek gibi olmasın ama, iki asır önce de kendisini Fransa İmparatoru ilan edip tüm Avrupa’yı, Kuzey Afrika ve Yakın Doğu ile Rusya’yı kendine bend etme çılgınlığıyla yedi düvele karşı savaşa giren Napolyon Bonapart’ın karizması da 1812 Rusya Moskova seferinin Moskova’da ve ardından 1815 Belçika çıkartmasının Waterloo’da hezimete uğramasıyla çizilmişti.
Ekonomik durum tam gaz felakete doğru sürüklenirken bir de tüm dünyayı tehdit eden Koronavirüs salgınının tüm "önledik" şişinmelerine ve örtbas etme çabalarına rağmen Türkiye’ye de bulaşmasının yarattığı panik Tayyip’in belki günlerinin ya da aylarının değil ama yıllarının artık sayılı olduğunu gösteriyor.
Gerek Türkiye, gerekse tüm dünya açısından vukuu mutlaka hayırlara vesile olacak "Tayyip’siz günler"in bir an önce gelmesi için tek çare hiç kuşkusuz geçen seneki yerel seçimlerde Batı metropollerinin ve de Kürt illerinin işaretini verdiği "sandık darbesi"nin olası bir erken seçimde ülke genelinde de tecelli ederek AKP-MHP iktidarını çökertmesidir.
Bunun gerçekleşmesi her şeyden önce ana muhalefet partisi CHP’nin "Yenikapı ruhu"na teslimiyetten artık kurtulup ülkenin demokrasiye, insan haklarına, halkların kardeşliğine ve bölge barışına gerçekten sahip çıkan tek demokratik partisi HDP ile "Demokrasi İttifakı"nı kabullenmesidir.
HDP son kongresinde aldığı kararlarla böyle bir ittifakın temel unsuru olacağını tartışma götürmez şekilde ortaya koymuş ve bu misyonu yerine getirmeye kararlı bir yönetim oluşturmuştur.
Şimdi tüm dikkatler ana muhalefet partisi CHP’nin, virüs salgınından ertelenmezse, 28-29 Mart’ta Ankara’da toplanacak olan 37. Olağan Kurultayı üzerindedir.
HDP eşbaşkanı Pervin Buldan’ın kongre sonrası verdiği şu mesajın CHP Kurultayı’nı oluşturacak olan delegeler, daha da önemlisi onların seçeceği parti yönetimi tarafından ciddiyetle dikkate alınması gerekir: "Biz ittifakların daha açık ve olması gerektiğini hep savunduk, ancak bizimle ittifak yapanlar buna ne yazık ki sıcak bakmadılar. Ama bir seferliğine mahsus olmak üzere, en azından İstanbul seçimlerini kazanmak adına, biz HDP’nin varlığının ne kadar etkili olduğunu anlatabilmek için bir seferliğine kabul ettik. Fakat bundan sonraki dönemlerde bu tür şeylerin olmaması gerektiğine inanıyoruz. Bundan sonra yapılacak olan ittifaklar, açık ve şeffaf olmalı. İnsanlar kimin kimle ittifak yaptığını bilmeli, tercihini buna göre yapmalıdır."
Bu gerçekleştirilmez, CHP yine Yenikapı ruhsalında AKP ile flörte devam eder, HDP’yi dışlayarak Türk-İslam Sentezi bendesi İYİP türü partilerle "demokrasicilik" oynamayı tercih ederse, pusuda bekleyen mahşer atlılarının yeniden sahneye çıkması kaçınılmazlaşabilir.
Son zamanlarda çukura battıkça emrindeki besleme yandaş medyayı kullanarak kendini "masum" ve "mağdur" göstermeye çalışan AKP-MHP iktidarı tıpkı 15 Temmuz çakma darbesi sonrasında olduğu gibi bugün de yine "darbe tehlikesi" bahanesine sarılmış bulunuyor.
Pentagon’un hizmetindeki RAND Corporation yayınladığı son bir raporda "Orta seviye subayların askeri liderlikten son derece hayal kırıklığına uğradığı ve darbe sonrası devam eden tasfiyelerde yerlerinden edileceklerinden endişe duydukları bildirilmektedir. Bu hoşnutsuzluk bir noktada başka bir darbe girişimine bile yol açabilir ve Erdoğan tehdidi ciddiye alıyor gibi görünüyor" diyordu.
AKP medyası bir ay önce yayınlanmış olan rapordaki bu cümleyi "demokrasiye tehdit" gibi gösterip beyni sürekli yıkanan kitleleri artık "demokrasi"yle uzaktan yakından ilgisi kalmamış islamo-faşist rejime sahip çıkmaya zorlamak için tepe tepe kullanıyor.
HDP sözcüsü Saruhan Oluç, oyları sürekli eriyen AKP’nin çözümü "darbe korkusu ve evhamı" yaratmakta bulduğunu vurgulayarak, "Türkiye’de demokrasi de, hukuk da, anayasa da kalmadı. Her gün darbe yapıyorlar zaten. Ülkede insanlar açlıktan, işsizlikten intihar ediyor. FETÖ'nün siyasi ayağını kamuoyuna açıklayamayacaklarını anladılar, şimdi bambaşka bir darbe korkusuyla gündemi işgal etme peşindeler" diyor.
CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu da aynı görüşte: "Hükümet bir kamuoyu algısı oluşturma çalışması içinde. Yeni bir darbe tehlikesi ortaya sürüyorlar. RAND Corporation raporunun Gülen yapılanmasının siyasi ayağı tartışmalarıyla birlikte değerlendirilmesi, halkı darbeyle korkutma ve AKP oylarının erimesinin önüne geçmeyi hedefliyor."
Yine de 1960, 1971 ve 1980 darbelerini yaşamış kuşağın mensupları için darbe tehlikesi ya da tehdidi Türkiye coğrafyasında asla tamamen yok olmamıştır. Unutulmamalıdır ki darbecilik ta İttihat ve Terakki’den beri Türk Ordusu’nun fıtratında mevcuttur. Konjonktürel durumlar, siyasal ve ekonomik yaşamdaki altüst oluşlar kuşkusuz darbelerin amaçlarını, teşvikçilerini ve destekçilerini, örgütleniş biçimlerini, hiyerarşik yapılanmalarını ve de kurdukları iktidarların formunu değişikliklere uğratmıştır.
Ama tüm darbelerde egemen olan zihniyet, muhayyel iç ve dış düşmanların tehditleriyle tehlikeye düşen vatanı kurtarmak, egemen sınıflardan yana işleyen düzeni ayakta tutmak, bunun için öncelikle özgürlük ve insan hakları mücadelesi veren sol örgütleri, Kürt direnişini ezmek, ordunun dokunulmazlığını ve ülke yönetiminde son söz sahibi olmasını sağlayacak anayasal ve yasal değişiklikleri gerçekleştirmektir.
Bu amaçların gerçekleştirilmesine mevcut düzen partileri ortak edilebileceği gibi, onlar da ayak bağı olarak görülüyorsa tüm partiler kapatılıp yasama yetkisi tamamen askeri cuntanın elinde toplanabilir.
Bugün 12 Mart… Türkiye’de düzen karşıtı olmayan partilerin de suça ortak edildiği türden bir darbenin, yani 1971 askeri darbesinin yapılışının 49. yıldönümü… İnfo-Türk’ün sosyal medyadaki sayfalarında dört günden beri bu darbenin neden ve kimler tarafından tezgahlandığını, işlediği insanlık suçlarını belgelerle açıklamaya çalışıyoruz.
NATO tarafından planlanan 12 Mart 1971 darbesinin en belirgin özelliği, 1960 darbesinden itibaren Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) tuzağıyla kapitalist sınıfa entegre edilmiş olan askeriye tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Aslında daha önceki 1960 darbesi de, o sırada Genelkurmay Başkanlığı’nın NATO Dairesi başkanı olan faşist albay Alparslan Türkeş’in kurmaylığını yaptığı bir NATO darbesidir. 27 Mayıs sabahı Türkiye radyolarında ilk darbe bildirilerini okuyan Türkeş her defasında Milli Birlik Komitesi’nin "NATO’ya, CENTO’ya bağlı" olduğunu tekrarlayıp durmuştur.
Ancak bir gerçeği teslim etmek gerekir… MBK’yı oluşturan subayların hemen hepsi kafa yapıları gereği NATO ve CENTO’ya bağlı olmakla birlikte, sınıfsal olarak henüz dar gelirliler safındadır, bu yapılarıyla da mevcut iktidara muhaliftir ve de bazı sosyal reformlara açıktır.
O yıllarda Milliyet Gazetesi’nin Ege bölgesi temsilcisi olarak, sadece 2. Yurtiçi Bölge Komutanlığı’nda, Gaziemir Askeri Hava Üssü’nde ve Manisa’daki 57. Tümen’de görevli subayların değil, NATO’da görevli olanların da düşük maaşları nedeniyle ne denli zor koşullarda yaşadıklarının tanığıydım. NATO Karargahında görevli Amerikan, İtalyan, Yunan subaylarının bol içkili ve mezeli davetlerine kendi dar bütçeleriyle karşılık verememenin ezikliğini yaşamaktaydılar.
NATO’nun büyük patronu Pentagon da bu gerçeğin farkında olduğu için Türk subaylarının ekonomik durumlarının hızla iyileştirilmesini ve de giderek egemen sınıflar safında yer almalarını sağlayacak bir projeyi Milli Birlik Komitesi’ne kabul ettirdi. Orduda hiyerarşik piramidi sağlama gerekçesiyle binlerce subayı EMİNSU operasyonuyla tasfiye ettikten sonra geride kalanları, ekonomik durumlarını iyileştirmek, emekli olduklarında ellerine büyük para geçmesini sağlamak gerekçesiyle, yeni kurulan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK)’a üye yaptılar.
1968’de yükselen devrimci direnişin ulusalcılığa yakın kesimi protesto mitinglerinde ve yürüyüşlerinde hâlâ "Ordu-Gençlik Elele!" sloganları atarken emekçi sınıf ve tabakalara karşı tezgahlanan bu OYAK tuzağını 5 Ağustos 1969 tarihli Ant Dergisi’nde "Ordu kapitalistliğe itiliyor" başlıklı iki sayfalık bir incelemeyle açıklamıştık. O sayının "Subay Holdingine Doğru" titrini taşıyan kapağında da OYAK’ın tüm şirketlerinin Good-Year ve Renault dahil yabancı sermayeli ortaklarının logolarıyla açıklamıştık.
Giderek hızla sınıf değiştiren askeriye 1971 darbesinin ilk provasını, İstanbul ve Kocaeli bölgesindeki efsanevi 15-16 Haziran 1970 işçi direnişinde silah kullanarak, ardından sendika liderlerini, direnişçi işçileri ve onlara destek olan devrimcileri tutuklayıp askeri mahkemelere sevkederek yapacaktı. Bunu yine Ant dergisinde "Kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz" başlıklı bir yazıyla protesto ettiğimiz için 1. Ordu Askeri Savcılığı’nda kara, hava ve deniz kuvvetlerine mensup dokuz subay tarafından saatlerce sorguya çekilecek, açıkça tehdit edilecektim.
Bu provanın üzerinden dokuz ay geçmeden asıl darbe 12 Mart 1971’de gelecekti… Genelkurmay başkanı ile dört kuvvet komutanının oluşturduğu askeri cuntanın bir muhtırayla hükümeti devirip yerine Türkiye İşçi Partisi hariç tüm partilerin desteklediği bir bürokratlar hükümeti kurulacak, iki ay sonra da sıkıyönetim ilan edilerek tüm ülkede Balyoz Harekâtı adı altında üç yıl süren bir devlet terörü başlatılacaktı.
Darbenin unutulmaz karakteristiklerinden biri, sıkıyönetim ilan edilir edilmez sol örgütleri ve militanları hedef alan hunharca bir insan avının başlatılmasıydı. Vatandaşlar radyo ve gazetelerle yapılan anonslar, duvarlara, hava meydanlarına asılan resimli afişlerle şüpheli gördükleri kişileri ihbar etmeye çağrılıyor, arananlardan herhangi birini yakalatan kişiye ödüller vaad ediliyordu. Evleri, işyerleri basılarak gözaltına alınanlar ya da ihbarlar sayesinde yakalananlar insanlık dışı işkencelerden geçiriliyordu.
Tutuklanan devrimciler sıkıyönetim mahkemelerinde askeri hâkimler tarafından temel hukuk ilkelerine aykırı şekilde yargılanarak idama ve ağır hapis cezalarına mahkûm ediliyordu.
THKO üyesi 18 genç Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi, Askeri Yargıtay da 10 Ocak 1972'de Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idam cezalarını onayladı. Kararın TBMM tarafından da iki kez onaylanması üzerine üç devrimci 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edildiler.
Düzen partilerinin askeri cuntayla ortaklığının en ibret verici örneklerinden birisi TBMM’deki idam oylamasının sonuçlarıydı.
İdamlar ilk kez 10 Mart 1972 tarihli oturumda 53 red ve 6 çekimser oya karşı büyük kısmını Demirel'in başını çektiğı AP'lilerin oluşturduğu 238 milletvekilinin oylarıyla onaylandı. CHP'nin 50 milletvekili red oyu verirken, aynı partinin 85 milletvekili oturuma katılmayarak, 6'sı da çekimser oy vererek idamlara dolaylı onay verdi.
Anayasa Mahkemesi’nin itirazı üzerine yapılan 24 Nisan 1972 tarihli oylamada da yine AP'nin 251 milletvekilinden 218'i kabul oyu verirken 33'ü oylamaya katılmadı. Bu kez CHP milletvekillerinden 47’si red oyu verirken 28'i açıkça "kabul" dedi, 66’sı oylamaya katılmayıp 2’si de çekimser kalarak idamlara dolaylı onay verdi.
12 Mart döneminin en önemli siyasal davalarından biri de Mahir Çayan liderliğindeki THKP-C aleyhine İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülen davaydı. Duruşmalar devam ederken THKP-C'den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz ile THKO'dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna tutuklu bulundukları Maltepe Askeri Cezaevi'nden tünel kazarak birlikte kaçmayı başardılar.
Ulaş Bardakçı 19 Şubat 1972'de Arnavutköy'de gizlendiği evi kuşatan güvenlik kuvvetleriyle giriştiği çatışmada vurularak öldürüldü.
Bu dönemde iki devrimci örgüt, THKO ve THKP-C, idam sehpasının gölgesindeki Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i kurtarmak için örnek bir mücadele birliği yaptılar. Ancak 30 Mart 1972 günü Niksar'ın Kızıldere Köyü’nde kuşatılan Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz güvenlik kuvvetlerinin havan topları ve roketatarlarla ateş açması sonucu can verdiler.
Kızıldere katliamından ve üç devrimcinin idamından sonra, gerek Türkiye'de gerekse dünyadaki protestolara rağmen tutuklamalar, işkenceler, devrimcilerin sıkıyönetim askeri mahkemelerinde yargılanıp mahkum edilmeleri aralıksız devam etti.
TKP/ML ve TİKKO'nun kurucu lideri İbrahim Kaypakkaya da 18 Mayıs 1973'te işkencede katledildi. Sol hareketin liderlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı 16 Ekim 1971'de sürgün bulunduğu Yugoslavya'da kanserden yaşamını yitirdi.
TİP, DİSK, TÖS, Dev-Genç, DDKO dahil birçok devrimci örgüt ya da grubun yöneticileri ve 300'e yakın aydın sıkıyönetim mahkemelerine sevkedildi, çoğu ağır hapis cezalarına çarptırıldı.
12 Mart 1971 NATO’dan planlanmış, düzen partilerince desteklenmiş ve kapitalistleşen subaylar tarafından gerçekleştirilmiş bir darbeydi.
12 Eylül 1980 darbesi yine NATO tarafından planlanmış, ABD’nin Türkiye’deki "Our Boys" takımının, düzen partilerini bile dışlayarak gerçekleştirdiği daha vahşi, daha hunhar bir darbeydi.
OYAK’a gelince, asker-sanayici kompleksinin bu koçbaşı finans, sanayi ve hizmet dallarında faaliyet gösteren 28 iştirakı ve bunların altındaki 89 şirketiyle hâlâ Türkiye işbirlikçi kapitalizminin devlerinden biri olmaya devam ediyor…
Ya savaş sanayii? Barış güvercini Bülent Ecevit’in Kıbrıs fütuhatıyla başlayan silahlanma seferberliği bugün sadece Türk Ordusu’nun kara, hava ve deniz kuvvetlerinin silah ihtiyaçlarını büyük ölçüde karşılamakla kalmayıp, dışarıya silah ihraç edecek boyuta ulaşmış, kontrol dışı bir ejderha durumundadır…
Eğer Türkiye’de 15 Temmuz’daki gibi "çakma" değil, gerçekten bir darbe olacaksa, bu RAND Corporation’ın kehanetindeki gibi bir darbe değil, NATO’suyla, Pentagon’uyla, savaş sanayii ile ve de OYAK’ıyla ordunun İttihat Terakki’den bu yana süren geleneğine uygun bir darbe olur.
Böyle bir darbe bir takım saf ya da çok bilmiş, çok bilmekten de başı dönmüş ulusalcıların iddia ettiği gibi AKP-MHP islamo-faşizminin daha kökleşmesini önlemek için değil, NATO, Pentagon ve işbirlikçi sermayenin çıkarlarını korumak ve garantilemek için bir darbe olur.
Hiç unutulmasın, Türkiye’de din dersleri mecburi kılınmışsa, olmadık yerlere minareler dikilmişse ve de Kürt illerinin üzerinde uçarak "İslamın son ordusu"na destek çağrısı yapan bildiriler dağıtılmışsa, bunlar 1980 sonrası Evren Cuntası döneminde olmuştur.
Türkiye’de yeni bir 12 Mart, yeni bir 12 Eylül istenmiyorsa, HDP’nin "Demokrasi İttifakı" çağrılarına kulak verilmelidir… Sirenlerin sesine değil…
*1971 Darbesi dönemindeki tutuklamalar, duruşmalar, işkenceler ve üç devrimcinin idamıyla ilgili ayrıntılı bilgilere Demokratik Direniş Hareketi tarafından 1972-73 yıllarında yayınlanmış olan İngilizce üç belgeye aşağıdaki linklerden ulaşılabilir: