Partilerde demokrasi olmadan, ülkede demokrasi olmuyor
Bugünlerde herşeyi yeniden düşünmekte fayda var. Çünkü M. İkbal'in söylediği gibi; yeni yapılar, eski taşlarla değil, yeni fikirlerle kuruluyor.
Siyasi partiler, ülke yönetimi ile ilgili fikirler ve bu fikirler temelinde oluşan bir program etrafında biraraya gelen insan topluluklardır. Bu toplulukların oluşturduğu partiler bazen katı disiplinli, merkeziyetçi yapılardır. Bazılarının da varlığı ancak seçimden seçime ortaya çıkar; çok daha yerel, ademi merkeziyetçi bir örgütlenme biçimi oluştururlar.
Bizim siyasi partilerimiz birinci modele uygundur: Katı merkeziyetçi yapılar yerelin hertürlü eylem ve işlemine karışır, yön verir, hükmederler. Binlerce, milyonlarca insan bir merkez tarafından temsil edilir. Parti başkanı, sadece partinin örgütlenme, propaganda ve seçim işlerini yönetmekle kalmaz; aynı zamanda seçimin kazanılması halinde bir numaralı yönetici (düne kadar Başbakan) adayıdır.
Partinin genel başkanı bu kadar önemli bir temsil figürü olunca başarı ve başarısızlık da büyük ölçüde onun kişiliğinde simgeleşir. Başarı bazen partiden de önce liderin adıyla ifade edilir, başarısızlık da öyle.
Böyle olunca, başarılı bir yarışmadan sonra milyonlarca insan adına ödüllendirilen kişi, başarısızlık durumunda da kişisel bir sorumluluk üstlenmeli, en azından partinin en yetkili organını (genel kongreyi/ kurultayı) toplayarak güvenoyuna gitmeli, daha da iyisi görevini, kendisine seçenek olan ve umut veren yeni bir kişiye devretmelidir.
Batı demokrasilerinde olan budur. Üstelik orada partiler bizim kadar da kişi merkezli değilken bile, başarılı olan kalmakta, başarısız olan görevini yeni bir isime devretmektedir. Almanya'da, İngiltere'de hem muhafazakar, hem sosyal demokrat hemen bütün partilerde onyıllardır mekanizma böyle işlemiştir. Sadece bazı marjinal partilerde, -orada da oyların makul bir artışı şartıyla- lidercikler, bağnaz taraftarlarının katı desteği sayesinde şefliklerini sürdürebilmektedir.
Bizde olan ise bunun tam tersidir. Seçim kaybeden lider, -deneyimlerini partisinin yararlanmasına sunarak- görevini yeni bir isme terkedip saygın bir konuma çekilmek yerine, parti içi oyunlarla yerinde kalmanın yollarını aramakta ve çoğunlukla da bulmaktadır. Başka bir bakışla, toplumda gücü azalan lider, partisi içinde kurduğu yapılarla daha da güçlenmektedir.
Türkiye çok partili demokrasi denemesine girdiğinden bu yana, partilerimizde olan budur. Bu olumsuz geleneğin kurucusu, ne yazık ki CHP'nin "milli şef" unvanlı genel başkanı -merhum- İsmet (Paşa) İnönü'dür. İsmet İnönü, son anayasa oylamasına benzer yöntemlerle kazandığı 1946 seçimleri dışında, 1950'den 1969'a kadar bütün seçimleri kaybetmiş, buna rağmen -ve 88 yaşına kadar- partisinin değişmez genel başkanı olarak kalmayı başarmıştır.
Ardından gelen lider kuşağının hemen tamamı da aynı yoldan ilerlemiştir. Bugün hepsi rahmetli olan Ecevit, Erbakan, Türkeş fiziki ömürlerinin sonuna kadar partilerini yeni bir isme bırakmamış, umut verici yeni isimlere yaşama şansı da vermedikleri için, kendilerinden sonra da partileri emanetçi, liderlik vasfı sınırlı ellerde kalmış ve neredeyse yokluğa sürüklenmiştir.
Bizim çok partili hayatımızda bu olumsuz tutumun istisnaisi yok gibidir. Merhum Demirel Cumhurbaşkanı olarak partisinden ayrılmasına karşın, ardından üstün vasıflı lider ve kadroların gelmesine izin ve imkan vermemiş, bir anlamda partisini yukardan yönetmeye kalkmıştır. Rahmetli Özal'ın serüveni de buna benzer. Bugün yaşadıklarımız da bir anlamda bu geleneğin daha katı ve tekelci yöntemlerle sürdürülmesi çabasıdır.
Bu süreçte bir süre, lider sıfatları tartışılır olsa bile, genel başkanlık makamını elde etmiş bulunan başka bazı isimler de koltuklarını olağan yöntemlerle yeni isimlere bırakmamış, bunun için partilerinin Meclis dışı kalmasını beklemiş, bazıları bununla da yetinmeyip son ana kadar genel başkanlığın keyfini çıkarmaya, konforunu sürdürmeye çalışmakta ısrar etmiştir.
1946'dan bu güne, çok partili siyasal yaşamımızda okuduklarım ve gördüklerim içinde görevini kendiliğinden bırakan sadece iki isim anımsıyorum. Birincisi Türkiye siyasetinin her bakımdan ilginç ve muhalif bir ismi olan rahmetli Osman Bölükbaşı'dır. İkincisi de, bu koltuğa yapışmış geleneğinin 'banisi' olan İsmet Paşa'nın oğlu, 1980 askeri darbesinden sonra SODEP ve sonra SHP'nin kurucusu merhum Prof. Erdal İnönü'dür.
Üstelik Prof. İnönü, Genel Başkanlığı ve Başbakan Yardımcılığı görevini, partisi iktidarda, koalisyon ortağı iken bırakmıştır. (İşin ilginç yanı, bu iki ismin ikisinin de eğitimini yurt dışında ve başarıyla yapmış kişiler!).
Türkiye demokrasisinin çok sorunu var. Onun için, batıda örneklerini gördüğümüz kuralları ve kurumları oluşmuş bir olgunluğa bir türlü erişemiyoruz.
Belki bunun için önce "demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları" sayılan partilerin kendi iç işlerinden başlamak gerekir. Ülkede demokrasinin yokluğundan söz eden partiler, işe kendi içlerinde demokrasiyi işletmekle başlayabilir, hesap verebilirliğin, özeleştirinin, katılımcılığın örneklerini verebilir ve hayırlı bir başlangıç yapabilirler.
Yoksa eski yöntemlerle, kaybedince hiç kendi eksiğini, yanlışını görmeden, hep faturayı başkasına çıkararak sonuç alınmıyor. Eski yöntemlere yeni bir başlangıç yapılamıyor. Atasözünde söylendiği gibi "kem aletle kemalat olmuyor."
Bugünlerde herşeyi yeniden düşünmekte fayda var. Çünkü M. İkbal'in söylediği gibi; yeni yapılar, eski taşlarla değil, yeni fikirlerle kuruluyor.