Ragıp Duran
Petrolün de yok, fikrin de...
Ben gazeteciliğe 1978 yılında Dış Haberler Servisinde başlamıştım. Kocaman bir radyomuz, upuzun da bir antenimiz vardı. Moskova, Pekin, Amerika'nın Sesi, BBC, RFI gibi radyoların İngilizce ve Fransızca yayınlarını düzenli olarak dinler, önemli haberlere, çoğu zaman ajanslardan önce, hem de resmi kaynağından ulaşırdık. Ama esas önemli özelliğimiz Arap dünyası idi. Çünkü, yıllarca İsrail cezaevinde yatarken İngilizce ve Fransızcanın yanısıra Arapça ve Yiddish de öğrenmiş olan Faik Bulut gibi ayaklı bir ansiklopedimiz vardı. Faik, Kahire, Tel Aviv ve önemli Arap başkentlerinin radyolarını gece gündüz dinler, not tutar, sabah haber toplantısına Türkçe'ye çevrilmiş zengin bir haber bülteni yani kalın bir dosya ile gelirdi. O zamanlar, hiçbir gazetede hatta belki devlette bile günlük olarak bu kadar zengin malzeme yoktu herhalde. Dış Haberler ve Yazı İşleri de, bu malzemeyi tarayıp, işlemek ve doğru perspektife dayanarak (Gelişimi-gidişatı öngörmek, haberle söylentiyi ayırdetmek, geçmiş-gelecek ilişkisini kurmak, yereli bölgesele, bölgeseli uluslararasına bağlamak, sağlam kaynağı bulmak, çapraz denetleme, arka plan bilgisini hesaba katmak... vs...) iyi haberler yazmak konumundaydı. Bilmeyenler sorabilir. Hangi gazeteydi? Hiç kimse mükemmel değildir: 1978-80 döneminde Aydınlık'ta çalışıyordum.
Dış Habercilik bizde pek önemsenmez. Dışişleri Bakanlığı bildiri ve brifingleri ile yabancı 1-2 gazete ve ajans haberlerini tercüme etmekle iktifa eder ama bugün, yani küreselleşme çağında, dış haberler artık bölgesel ve hatta iç haberlerin önemli bir parçası haline geldi.
Kocaman dünyayı izleyip aktarmak kolay değil. Bu nedenle genel bir dış habercilik de artık geçerli değil. Hiç olmazsa bölgesel düzeyde uzmanlaşmak şart. Ortadoğu bir gayya kuyusu. Arap ve Batı basınını sürekli izlemeden, sahaya inmeden, doğru bir bakış açısına sahip olmadan, her gün değişebilen güç dengelerini anlamak ve aktarmak çok zor.
Bir tek kelime Arapça bilmeyen, hayatında ne bir Doğu ne de bir Batı ülkesinde 3 günden fazla kalmamış bilumum zevat, ki uzman ya da Prof. gibi ünvanlar kullanıyor, şimdilerde TV ekranlarında, gazete sayfalarında Katar meselesi üzerine ahkam kesiyor. Dün konu Makedonya maçı idi, ondan önce Erdoğan-Trump görüşmesi idi, daha da önce nükleer fizik meselesi idi... Konunun önemi yok. Bu adamlar, bilgi sahibi olmadan fikir sahibidir. Fikirleri de hep iktidar fikirleridir. Jeo-stratejik olarak, Türkiye'nin çıkarı, milli hassasiyetlerimiz, Sayın Cumhurbaşkanımızın da buyurduğu üzere... gibi ibareleri kullanarak, çok konuşup hiçbir şey söylememe konusunda fevkalade uzmandır bunlar.
AKP, iktidara geldiğinden bu yana, her şeyi olduğu gibi, dış politikayı da mahvetti. İtiraf edelim, eskiden Milli Güvenlik Kurulu ile Genel Kurmay Başkanlığının münhasır yetkisi altında olan, yani resmi/askeri/Devlet politikası olarak icra edilen dış politika, Erdoğan'ın mezhep temelli yaklaşımları nedeniyle, resmi olmaktan çıktı, iktidar partisinin iç politikasının dış dünyadaki uygulaması haline geldi. Dış politika eskiden partilerüstü addedilir ve neredeyse kimse devletin dış politika tercihlerini eleştiremezdi. Bu dönemin kapanması iyi oldu. Ama mevcut ''partili dış politika''nın da savunulacak en küçük yanı bile yok.
1923'den yaklaşık olarak 2002'ye kadar egemen olan Kemalist diplomasi, bütün eksiklik ve hatalarına rağmen, özellikle Ortadoğu'da ''haddini bilen'', ''temkinli'', ''sakin ve akıllı'' bir yaklaşım olarak nitelendirilebilir. İyi yetişmiş, Batı kültürüne vakıf, mesleğin gereklerini hem biçim hem de içerik olarak layıkıyla yerine getiren bu dönemin diplomasisi ve diplomatları, Orta Doğu'ya bulaşmanın sakıncalarını baştan biliyorlardı. Bölgesel güç, Sünni dünyanın liderliği, bizim eski(Osmanlı) vilayetlerimizin yeni hamisi gibi tamamen maceracı, gerçek dışı ve boş sloganlara rağbet etmemişlerdi. Mon Cher'ler diye aşağılanan bu diplomatlar, bölgede Mısır'la sınırlı bir ilişki geliştirip, Washington'un zoruyla İsrail'le gereksiz bir yakınlaşma kurmuşlardı. İran'la ilişkiler de Şah dönemi olsun Humeyni dönemi olsun dengeli idi. Arap ya da İslam dünyasının iç çelişkilerinden uzak tutmuşlardı Ankara'yı. Zaten o dönemlerde Türkiye'nin yüzü Doğu'ya değil, Batı'ya çevrilmişti. Çünkü vakti zamanında bölgede görev yaptığı için olsa gerek, yörenin yapısını, ruhunu, sorun ve çelişkilerini bilen Mustafa Kemal ve sonra da ardılları, ayrıca temel siyasi tercihleri gereği, Ortadoğu'ya bulaştığında, elini verirsen kolunu kaptıracağını gayet iyi biliyordu.
Kemalist rejimi ya da diplomasiyi savunmam söz konusu değil. Ama o eski diplomasiyi, bugünküyle kıyasladığınızda, Kore ve Kıbrıs hariç, eski diplomasi kitlesel bir şekilde insan canına neden olmamıştı. AKP diplomasisi ise Suriye'de, Irak'ta ve Türkiye sınır bölgelerinde binlerce insanın canına kast etti.
Bu arada, Kürtlerin 1929 Ağrı Dağı İsyanında Ankara'nın, Tahran'la diplomatik(!) işbirliğine giderek İhsan Nuri Paşa önderliğindeki ayaklanmayı bastırdığını unutmuyoruz. Şekavet (Kürt meselesi) ve İrtica'ya (İslami Gericilik) karşı kurulmuş olan bu Cumhuriyet'ten Kürt meselesi hakkında olumlu, yani demokrat/özgürlükçü bir tutum bekleyemeyeceğimiz de belli.
Fransa-Cezayir ihtilafında da BM'de Fransa'dan yana oy kullanmıştı bu kadim diplomasi.
Yine de genel olarak Kemalist diplomasi, Ortadoğu'da pasif filan değildi, bilinçli olarak kaostan, potansiyel ve güncel bataklıktan uzak tutuyordu Türkiye'yi. Kendisini Yeni Osmanlı olarak tanıtan bu Çakma Osmanlılar, laiklik ilkesine de karşı oldukları için, Ortadoğu'nun gerici petrol ağalarıyla samimiyet kurmakta beis görmediler. Şeyhler vefat edince Türkiye'de ulusal yas ilan ettiler. Diplomasi kurallarına aykırı olarak Şeyhlerin Emirlerin ayağına kadar gidip onlara biat ettiler.
Galiba en fazla 10 yıl oluyor. Türkiye Başbakanı bir Magrip ülkesinde, oranın Dışişleri Bakanı ile görüşmüştü. Bakan akşam yemekte, Türk heyetinin bir yetkilisine aynen şöyle demiş: ''Sizin Başbakan muhataplarıyla konuşurken böyle tepeden bakan tutumu Batılılardan mı öğrenmiş acaba?''. Kendi aklı yok, başkasına hem kendi ülkesinde, hem de kendi ülkesiyle ilgili bir sorun konusunda akıl vermeye kalkınca, bu tür eleştirilere muhatap olur bu Başbakan! Yani bir de böyle, güçlü karşısında eğil bükül, orta çaplı karşısında ise kartal kesil, durumu söz konusu.
Katar krizi çıkınca, mezhep temelli politikanın iflası göndere çekildi. Sünni cephenin sözümona lideri olacaktı, cephe parçalandı. Çavuşoğlu ''Üzüntülerini'' beyan etmiş. Arap ve İslam dünyası sarsılmıştır bu üzüntü karşısında değil mi? Sırf onu üzmemek için yarın hemen barışırlar!
Kaldın mı şimdi açıkta? Washington seni ekti, PYD'yi silahlandırıyor; Putin hala serin, o da zaten PYD'yi destekliyor; İran, Suriye'de daha etkin; Esad'a yaklaşamıyorsun; Riyad ile Doha arasında istesen de bir tercih yapamazsın... Neydi adı ? ''Sıfır politika'' mıydı? Eksi oldu eksi!
1973 Petrol krizi patladığında, fırlama Fransızlar ''Bizim petrolümüz yok, ama fikirlerimiz var!'' derdi. Ankara'da günün sloganı, ''Petrolümüz de yok, fikrimiz de!''.