Ragıp Duran
Piyanist ile Psikiyatr
Geçtiğimiz hafta iki haber beni hem kızdırdı hem de üzdü.
Dünyaca ünlü piyanist, Ankara'da verdiği son konserine Cumhurbaşkanı'nı da davet etmişti. Reis de fırsat bu fırsat kalkıp gitmiş konsere. Diğer dinleyiciler kimbilir ne kadar rahatsız olmuştur yüzlerce koruma ve güvenlik önlemleri yüzünden.
Medyanın yazdığına göre, Cumhurbaşkanı, piyanistin geçtiğimiz yılın Ağustos ayında vefat eden annesi için o zaman başsağlığında bulunmuş. İyi, güzel, normal ve insani. Bir art niyet yok ise... Ama piyanistin konserlerini yasaklayan, repertuarını çeşitli mecralardan çıkaran, taraftarları kendisini linç ederken ağzını açmamış bir devlet adamını neden özel olarak ve kamu önünde konsere davet edersin? Başsağlığı dileyen herkesi davet etme zorunluluğu mu var? Bu kişi, değer verdiğin meslekdaşlarına ''Sanatçı Müsveddesi'' diyor, Mozart dinleme önerisine ''Faşizmin dik âlâsı'' diye karşılık veriyor. Saymakla bitmez olumsuzlukları. Davet, piyanist tarafından geliyor, boyun eğeceğinin ilk sinyallerini vermiş zaten. Münih 1938?
Tabii böyle bir durumda, devlet adamı konsere gidiyor, yetmezmiş gibi konser sonunda sahneye çıkıyor, piyaniste bir armağan veriyor ve eser sipariş ediyor. Bu da yetmedi, Beştepe Sarayı'na davet ediyor. Yüreğim kırıldı. Çünkü piyanist bütün bunlar gerçekleşirken sırıtarak, sanki memnun, adamın elini sıkıyor. Belki sıkıntılı ve boynunu da eğmiş. Bükülmüş sanki.
Piyanistin, davet ettiği lidere hiç ihtiyacı yok. Çünkü kendisi zaten dünya çapında bir sanatçı. Üstelik söz konusu Cumhurbaşkanı görev süresi dolduğunda ya da herhangi bir nedenle makamından ayrıldığında, dünya ve Türkiye kamuoyunda bir hiç hatta nefretle anılacak bir şahsiyet olacak. Piyanist ise sadece hayatı boyunca değil vefat ettikten sonra bile büyük sanatçı olarak anılmaya devam edecek(ti)!
Sanatçı ile iktidar arasındaki ilişkilerde çok kötü bir örnek oluşturdu piyanist. Kızdım ve üzüldüm tabii. Çünkü bu biat gösterisinin ardından piyanistin sanatsal herhangi bir değeri de kalmadı benim gözümde.
Oysa ki, mesela bir başka sanatçı, Johnny Cash, -ki siyasetle uğraşan sıkı bir muhalif filan değildi- Vietnam Savaşı sürerken, 1972 Haziran'ında ABD Başkanı Nixon tarafından Beyaz Ev'e davet edilmişti. Nixon, Cash'ın ününden yararlanmak istiyordu. Hatta ondan aşırı-sağcı temalar içeren iki şarkı bile talep etmişti. Ama ''Ben o şarkıları bilmem, kendi şarkılarımı söyleyeceğim'' cevabı ile karşılaşmıştı. Ve o tarihi konserde Cash, gençlerin sorunlarından cezaevi reformuna, savaştan yoksulluğa kadar Nixon'un hiç duymak istemeyeceği şarkıları paldır küldür okumuştu.
İki örnek daha: 1968 Meksika Olimpiyatları'nda 200 metrede madalya kazanan Amerikalı siyah iki atlet, Tommie Smith ve John Carlos, ırkçılığı protesto etmek için siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırarak tarihe geçmişlerdi.
Keza, 1 Haziran 1936 günü Hamburg'da yüzlerce kişinin katıldığı bir törende August Landmesser, Nazi selamı vermeyi redederek Alman faşizmine karşı dik durmuştu.
Daha yüzlerce örnek var. Cash, Smith, Carlos ile Landmesser ve diğerleridir bizim rol modellerimiz. Onlar başarmıştı, aklı, vicdanı, onuru olan herkes başarabilir.
Piyanistten bu tür bir tutum bekleyemeyiz maalesef. Çünkü Yıldırım Türker'in daha 2007'de yazdığı bir yazıda piyanistin zaten iktidara teşne bir sanatçı olduğu belliydi.
Aslında elini verirsen kolunu kaptırırsın iktidara. Piyanist, anlaşıldı ki bile bile uzatmış elini.
Hep itiraz etmişimdir, ''Necip Fazıl büyük şair'' diyenlere. İçkisi, kumarı bizi ilgilendirmez, ama faşizmi ve iktidardan üç kuruş para almak için yaltaklanması onun ''Şahane Dizelerini(!)'' pespaye eder.
Siyaset sadece akıl işi değil hatta büyük ölçüde ahlak işidir bence. Sanat da öyle değil mi?
İşin toplumsal boyutunu da unutmayalım: Tek Adamın hükümdarlığında, Ensar'ın egemen vakıf olduğu ülkede, piyanistle psikiyatr da fırtına karşısında yenik düşmüşler anlaşılan.
Kimileri de kalkmış piyanistin ''saflığından'' ve ''müzisyenliğinden'' dem vuruyor. Hiçbir gerekçe diktatörle uzlaşmayı haklı çıkarmaz.
İkinci vaka da aynı derecede vahim: Yazıları ve kitapları bilgi dolu, ufkumuzu açan bir klinik psikiyatr, bir profesör, bir danışanına cinsel taciz nedeniyle mahkeme tarafından mahkûm edildi. Hemen bir rezerv: Profesörün avukatları delil yetersizliğinden söz ediyor, Türk adaleti de öyle çok güvenilir bir adalet olmadığını her geçen gün kanıtlıyor. Temyiz aşamasında belki bu rezervler açıklığa kavuşabilir. İlk başta ben ''Acaba bu Profesör muhalif olduğu için mi böyle bir suçlama ve mahkûmiyete uğradı?'' diye düşündüm, ama kendisi ya da avukatları böyle bir olasılıktan hiç söz etmiyor. Konduramadım Hoca'ya. Bahane arıyorum galiba. Ama yok!
Psikiyatr da piyanistin konumuna düştü artık. Hiçbir değeri kalmadı yazdıklarının. Necip Fazıl zaten faşistin teki, ağzıyla kuş tutsa ona herhangi bir sempati duymam imkânsızdı.
Aşırı yandaş Akit gazetesi konserden sonra bile piyanisti hâlâ linç ediyor.
İşin bir de kaçınılmaz olarak ideolojik cephesi var: Sağcılar, iktidarperverler karşımıza geçip, ''N'oldu güvendiğiniz dağlara kar yağdı!'' dese ne olacak? Bir şey olmayacak. Çünkü ben de onlara ''Düne kadar hakaret edip linç etmeye çalıştığınız adamlar, Reis'e yaklaşınca birden bire matah insanlar mı oldu? Siz insanları kendi tutum ve politikalarına göre değil, Reis'le ilişkisine göre mi tartıp değerlendiriyorsunuz?'' derim.
Karşı çıktığımız tutumları, bizim cepheden insanlar (?) benimsediğinde görmezden gelmek, suç ortaklığına girer.
İktidarla ilişki, bir konser salonunda istibdat rejiminin Reis'ine sırıtmakla da kurulur, mevki makamından yararlanıp bir kadına tacizle de.
İki haberin ortak bir yanı daha var: Piyanist de psikiyatr da artık ne yapsa nafile.
İktidarla ilişkiler, ilke, ahlak bir yana... Herkes mesleğinin özerkliğini, bağımsızlığını koruyabilseydi belki de bunlar gelmezdi başımıza.