Doğan Özgüden
Putları kırma üzerine Afrika dersleri…
Türkiye'de antiemperyalist mücadelenin CHP de dahil muhalefet partilerinin dahi gündeminde bulunmadığı, dış dünyayla ilgili haber ve yorumların tüm medyada ABD ve NATO yönlendirmesine endeksli olduğu ve de 27 Mayıs darbesini yapan Atatürkçü subayların da NATO ve CENTO'ya bağlılık yemini ederek ülke dış politikasını aynı çizgide sürdürdüğü yıllar…
Kore'ye tugay gönderek karşılığında NATO'nun Sovyetler Birliği'ne karşı ileri karakolu misyonu üstlenmenin ardından Menderes iktidarı ABD'ye daha da bağımlı olmak için 24 Şubat 1955'te Türkiye'yi Bağdat Paktı'na katıyor…
Birkaç ay sonra da, 17 Nisan 1955'te Bağlantısız Ülkeler hareketini yaratacak olan Bandung Konferansı'nda Türkiye ABD emperyalizminin beşinci kolu gibi davranarak katılımcı Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin Batı dünyasından bağımsız bir tarafsızlik politikası izlemesine karşı çıkıyor.
Yüz kızartıcı bir adım daha… 20 Aralık 1958'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda, bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir halkının kendi yazgısını belirlemesi yolunda alınan bir karara, ABD ve Fransa'nın dümensuyunda giden Türkiye'nin karşı çıkması…
Darbe sonrası sürecin ilk yılları… Üçüncü dünyadaki uyanışa karşı askeri yönetimin de, onu izleyen CHP iktidarlarının ve onların etkisindeki medyanın vurdum duymazlığı…
Bu kör sağır ortamda Türkiye kamuoyuna yansıtılmayan ve karşı tavır konmayan cürümlerden biriydi 1960'da bağımsızlığını kazanmış olan Kongo'nun ilk başbakanı Patrice Lumumba'nın katledilmesi…
Kara Afrika'nın efsanevi lideri Lumumba CIA ve Belçika ajanlarının ortak komplosu sonucu tutuklanarak zorla götürüldüğü Katanga'da 17 Ocak 1961 gecesi bir ağaca bağlanıp kurşuna dizilmiş, ardından da cesedi parça parça edildikten sonra bir sülfürik asit bidonunda eritilip yok edilmişti.
Cinayetin ertesi yılı, İzmir'de sendikal mücadelemden dolayı gazete patronlarının kara listesine alındığım için göçmen işçi olarak çalışmak amacıyla gittiğim İngiltere'de ülkelerinin dramını kendi ağızlarından öğrenebilmek için Afrikalı siyasal göçmenlerle uzun sohbetlerim oldu.
Tam da İngiltere'den iyi bir iş bulduğum Avusturalya'ya gitmeye hazırlanıyordum ki bu niyetimden iki Afrikalı devrimci vaz geçirtti beni.
Bir gün o ünlü British Museum'u ziyaret ederken Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerinden talan edilmiş yapıt ve kalıntıları görmek bende şok etkisi yapmıştı. Tepkimi diğer ziyaretçilere anlatırken, iki siyah ilgiyle yanıma yaklaşıp söze girdi:
"Bu müze aslında bir hırsızlıklar müzesidir. Eski Mısır medeniyetinden bugüne Afrika’da ne buldularsa yağma edip buraya depoladılar…"
Birisi Rodezya’lı, diğeri Kenya’lıydı. Sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı mücadele yöntemleri konusunda aralarında farklılıklar vardı… Birisi daha sonra Nelson Mandela’nın lideri olacagı Afrika Ulusal Kongresi (ANC), diğeri ise daha radikal mücadele yönetimlerini benimsedikleri için ANC’den ayrılanların oluşturduğu Panafrika Kongresi (PAC) militanıydılar.
Avusturalya’ya göçmen olarak gideceğimi öğrenince her ikisi de şiddetle tepki gösterdiler:
"Bir kez o kadar uzaklara gittin mi, ülkenden, mücadelenden kopacaksın. Buna dayanabilir misin? Yurduna her an dönebilecek, dönemesen de mücadeleye fiilen katılabilecek bir coğrafyada olmalısın."
Kısa süre sonra Türkiye'ye dönüp Türkiye İşçi Partisi saflarında mücadele verirken, daha sonra İstanbul'da Gece Postası, Akşam ve Ant'ı yönetirken emperyalizm ve sömüfgeciliğin en büyük soygun alanı Afrika benim en çok ilgi gösterdiğim konulardan biri oldu.
Ant'ta uluslararası kurtuluş mücadeleleri ve devrimler üzerine yayınladığımız kitaplar arasında 1968 yılında Can Yücel'in nefis Türkçesiyle çevirdiği Kara Panterler hareketi lideri Stokely Carmichael'in Siyah İktidar kitabının özel bir yeri vardır.
Çok geçmedi, İnci'yle benim Kara Panter'lerle yollarımız 1972'de kaçak sürgün olarak bulunduğumuz Paris'te kesişti.
ABD'deki yoğun polisiye baskılar yüzünden önemli yöneticilerinden bir kısmı Cezayir'e sığınmak zorunda kalmış olan Kara Panter Hareketi'nin Paris'teki militanları, o yıl yazarak Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'ne ve diğer uluslararası kurum ve insan hakları örgütlerine sunduğumuz Türkiye Dosyası'nın İngilizce çevirisinin düzeltilmesinde bize büyük özveriyle yardımcı oldular. Ayrıca bizi Afrika kıtasındaki ulusal kurtuluş ve direniş hareketlerinin birçok temsilcisiyle tanıştırdılar.
Onlardan biri hiç kuşkusuz Güney Afrika direnişinin beyaz militanlarından yazar Breyten Breytenbach'dı. Üzerinden bir yıl geçmeden Breytenbach'ın Güney Afrika direnişi üzerine kitabıyla benim Türkiye, Faşizm ve Direniş kitabımın Hollanda'da ünlü sol yayınevi Van Gennep tarafından birlikte yayınlanması mücadele yaşamımın en gurur verici anılarından biridir.
70'li yılların Brüksel'i…
İnci'yle birlikte bir yandan dünya kamuoyunu İnfo-Türk'ün çeşitli dillerdeki süreli ve süresiz yayınlarıyla Türkiye üzerine bilgilendirmeye çalışırken, Belçika'daki göçmenler arası tüm ırkçılık karşıtı girişimlere, etkinliklere gücümüz oranında katılıyoruz.
Brüksel Ana Kent ve Etterbeek belediyelerindeki göçmen danışma kurullarında, daha da önemlisi, Türkiye'den çok önce faşist diktatörlük altına düşmüş İspanya. Portekiz ve Yunanistan gibi Avrupa ülkelerinin anti-faşist göçmen örgütlerinin kurduğu bağlantı komitesi CLOTI'de Afrika ülkelerinden sürgün gelmiş siyah dostlarımızla bir kez daha yollarımız kesişiyor, tüm faşist ve ırkçı uygulamalara karşı birlikte mücadele veriyoruz.
Bir süre sonra oluşturduğumuz Güneş Atölyeleri'nde sadece Türkiye çıkışlı Asuri, Ermeni, Kürt ve Türk sürgünlere değil, Asya, Afrika ve Latin Amerika'dan gelmiş yüzlerce yetişkin, genç ve çocuğa bu ülkenin sosyal ve siyasal yaşamına eşit haklarla katılmalarını sağlamak için bir dizi kurslar ve atölyeler organize ediyoruz.
Bu ortamda Afrika çıkışlılarla yeni bir kucaklaşma ve beraberlik…
Bizim Güneş Atölyeleri’nde çeşitli milliyetlerden öğretmenlerin arasına 1996’da Ruanda’lı bir öğretmen daha katılıyor: Florida Mukeshimena. Kadroya girdiğinde yaşadığı dramdan hiç bahsetmemişti. Başından geçen tüm acı olayları zamanla öğrendik. Florida’nın Belçika Parlamentosu’nda bu soykırım üzerine tanıklık yapmaya gittiği günlerde de 29 Mayıs 2000 tarihli Gündem Gazetesi’ne şunları yazmıştım:
"Florida’nın eşi Ngurinzira Boniface, Ruanda’da Belçika sermayesinin kışkırttığı Hutu-Tutsi etnik kavgasına barışçı bir çözüm bulmaya başkoyan yürekli dışişleri bakanı... Gerillayla görüşme masasına oturmuş, 1993 Ağustos’unda Arusha barış anlaşmasını imzalamış.
"Barış sürecinin bozulmasına ve soykırımının başlamasına neden olan Cumhurbaşkanı’nın uçağını düşürme olayının savaş rantıyla beslenen çevrelerin bir komplosu olduğu, katliamın bir Belçikalı’nın yönetimindeki Bin Tepe Radyosu’nun yayınlarıyla kışkırtıldığı daha ilk günden biliniyor.
"Florida’nın kocası, demokratlığının ve barışseverliğinin bedelini canıyla ödüyor. Florida, soykırımı ve ihaneti bütün dehşetiyle yaşamış! Kocasının katledilmesinden beri çocuklarıyla Brüksel’de...
"Florida şimdi bizim atölyelerde Diyarbakır Ermenilerine, Tur Abdin Asurilerine, Dersim Kürtlerine, Emirdağ Türklerine, Afganlılara, Pakistanlılara, Afrikalılara, Latin Amerikalılara, Arnavutlara, Boşnaklara, Azerilere ortak iletişim dili Fransızcayı öğretiyor. Tabii kendi dillerini, Ermeniceyi, Süryaniceyi, Kürtçeyi asla unutmamalarını, aksine giderek daha geliştirmelerini sürekli tembihleyerek... Acılarını birlikte paylaşıyor, sevinçlerini birlikte yaşıyor. Ve yeni cankırımlar olmasın diye bütün gücüyle savaşıyor. Belçika Senatosu’ndaki soruşturma komisyonuna çıkıp Belçika Mavi Kasklıları’nın alçaklığını ve ihanetini Belçika seçilmişlerinin yüzüne çarpan o...
"İşte Florida’ların bu onurlu kavgasıdır ki, Belçika Başbakanı Guy Verhofstad’ı 2000 yılı başında tüm bakanlarıyla Ruanda’ya giderek Belçika devleti adına Ruanda halkından özür dilemeye zorluyor."
Bu satırları niçin yazıyorum?
Çünkü Belçika Devleti tıpkı Ruanda konusunda olduğu gibi, doğrudan sorumlu olduğu Kongo ulusal liderini katlettirme utancını bir nebze örtebilmek için tam 57 yıl sonra, 2018'in Haziran ayı sonunda Patrice Lumumba'nın adını Kongolu siyah topluluğun yoğun yaşadığı Brüksel'in Ixelles semtinde bir meydana, işçi ağırlıklı Charleroi kentinde de bir meydana vermeye hazırlanıyor.
Ama Afrika insanı bu diş kirasıyla yetinmiyor.
Ya genelde Afrika'yı, özelde Lumumba'nın Kongo'sunu yıllarca sömürenler tarih mahkemesinin sanık sanalyesine ne zaman oturtulacak?
Sanıkların en önde gelenlerinden biri de hiç kuşkusuz dönemin süper güçlerinin Napolyon savaşlarından sonra tampon bölge olarak oluşturdukları suni Belçika Devleti'nin ikinci kralı Léopold II.
"Afrika kıtası denildiğinde akla ilk gelen zengin kaynaklar ve sömürge düzenidir. Sömürgecilik söz konusu olduğunda ise eleştirilerin çoğu İngiltere ve Fransa üzerinden yapılır. Ancak Afrika’daki sömürü düzeninde en az bu iki ülke kadar sorumlu olan bir diğer ülke de Belçika’dır.
"1884-1885 yılları arasında düzenlenen Berlin Konferansı’nda Belçika’nın Kongo üzerindeki hâkimiyeti tanınmış ve Bağımsız Kongo Devleti kurulmuştur. Belçika Kralı Leopold II, sahip olduğu tapular sayesinde Kongo’yu kendi özel mülkü haline getirmiştir. Afrika’yı medenileştirme fikriyle yola çıkan Leopold, Kongo’daki fildişi ve kauçuk gibi zenginlikleri sömürebilmek için çeşitli koloni düzenleri kurmuştur.
"1890’lı yılların başında Avrupa’da gelişen sanayi ile birlikte kauçuk yeni bir zenginlik kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kauçuk ağacının olgunlaşması uzun yıllar aldığından, o dönemde kauçuk ağaçlarına sahip en geniş ülke olan Kongo, Belçika tarafından önemli bir gelir kaynağı olarak kullanılmıştır.
"Kauçuk üretiminde en dikkat çeken nokta yerel halkın acımasızca bu üretimlerde çalıştırılmasıdır. Kongolu işçilerden, isyan edenlerin elleri ve ayakları çapraz kesilerek itaat etmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Üretim kotasını dolduramayan Kongolu erkekler yakalanamadığında, askerler bu kişilerin eşlerinin veya çocuklarının ellerini kesmiştir. Tüm bu yaşananların etkisiyle 1880 ve 1920 yılları arasında Kongo'daki nüfusun 20 milyondan 10 milyona düştüğü tahmin edilmektedir." (Kaynak: https://www.afam.org.tr/)
Evet, o dönemin kurbanlarının torunları bugün Lumumba'ya bir kaç sokak ya da meydan adı verilmesiyle yetinmiyor, o dönemin müstemlekeci kralı Leopold II'nin gerçek yerine oturtularak Belçika'nın tüm kent ve kasabalarındaki heykel ve anıtlarınin yıkılmasını istiyorlar.
Ağırlıklı olarak Kongo'nun talanı üzerine kurulmuş olan Tervuren'deki Afrika Müzesi şu sıralarda restorasyona tabi… Yıl sonunda restore edilmiş olarak yeniden açılması beklenen müzenin büyük sömürgeci Léopold II'yi putlaştıran tüm unsurlardan temizlenmesi bekleniyor.
Kıssadan hisse: Tarihte işlenmiş tüm cinayetler artık halklar tarafından yargılanmakta, sorumluları tarih mahkemesine sevkedilmekte, onları onurlandıran anıtlar, heykeller yerle bir edilmekte…
Bu satırları yazarken Türk sitelerine bakıyorum… İstanbul'un fethinin 565. yıldönümünün Tayyip'in de katıldığı görkemli törenlerle kutlandığı bildiriliyor.
1071'de Anadolu'ya girişle başlayıp İstanbul'un, ardından Balkanlar'ın fethiyle devam eden, Viyana'yı bile tehdit eden Türk-İslam fütuhatınin o ülkelerin yerli halklarında bıraktığı acıları düşünüyorum.
Osmanlı'nın çöküşünde bile Ermeni'lerin, Pontus'lülerin, Asuri'lerin soykırımıni, yeni kurulan cumhuriyette Kürt'lerin. Yahudi'lerin, Alevi'lerin ve bilcümle solcuların acımasızca kırımını düşünüyorum.
Soruyorum: Putları kırma üzerine Afrikalı siyah kardeşlerimizin derslerini ne zaman öğrenmiş ve uygulamaya koymuş olacağız?
24 Haziran seçimleri bu kapıyı açabilecek mi? Kılıçdaroğlu'nun ucuz manevraları yüzünden Meral-Temel ikilisinin kaprislerine feda edilen HDP seçim barajını aşamazsa, Kürt illerinin oyları AKP'ye ve Hizbullah'çilara peşkeş çekilirse, putları kırmak için daha ne denli beklenecek?
Bunu görmeye bizim ömrümüz yetecek mi?